Her “Türkiye solu” dediğimizde, sadece ‘bugün’den değil; bugüne bağlanan yaklaşık yüz yıllık bir tarihten söz ediyoruz. Bugün için edilen her sözün tarihe böylesine sımsıkı bağlanması, esas olarak 12 Eylül sonrasında yoğunlaştı. Kimilerinin “yenilgi” de dediği o uzun geri çekilme dönemi boyunca, herkesin haklı olarak baktığı, sorguladığı yerdi tarih. Bu uzun suskunluk döneminden çıkmak için kurulan birlik ve platform tartışmalarının referansları da her zaman tarihe dayanıyordu. Ancak bugün ile tarihin bunca iç içe geçmesine karşın, tarihin ciddi bir değerlendirmesini amaçlayan çok sayıda yapıttan söz edemiyoruz.
Vehbi Ersan’ın “1970′lerde Türkiye Solu” adlı çalışması, bu değerlendirmeyi amaçlayan önemli bir başvuru kaynağı. O dönemin resmini oldukça anlaşılır bir şekilde çizmeyi başarıyor. Kitap, kimilerinin büyük bir devrimci coşku dönemi, kimilerinin ise kabus ya da kaos ortamı olarak tanımladığı o dönemi yaşayanların hafızalarını tazelerken, yeni kuşakların da sol hareketin o sürecini anlaması için güçlü ipuçları ve oldukça geniş bir malzeme sunuyor.
Vehbi, önce yoğun bir emek gerektiren bu çalışman için, emeğine sağlık diyorum. Ben, bu söyleşide o dönemin temel özelliklerinden birini ve belki de en çetrefilli olanını oluşturan soldaki bölünmeler üzerinde durmak istiyorum. Ne dersin, buradan başlayalım mı?
Sosyalist soldaki bölünme, parçalanmışlık en çok dikkat çeken ve sola sempati duyan herkesin en çok şikayet ettiği konu. Bölünme, kendi başına bir sorun teşkil etmeyebilir, bunu her türlü olumsuzluğun ya da güçsüzlüğün kaynağı saymak doğru olmayabilir. Kanımca sorun daha çok, gruplar arası işbirliği kültürünün gelişmemiş olması, karşısındakini küçümseyen, hiçe sayan bir rekabetçiliğin varlığı. Ve belki de daha önemlisi bunun kaynağında yatan nedenler ve bunların bölünmeden başka ne gibi olumsuz sonuçlara yol açtığı… 1974-80 döneminin incelenmesi bu bakımdan da önemli. Çünkü sosyalist hareketin pek çok yapısal özelliği gibi, bunun da kökleri o yıllara uzanıyor. Bugünkü sosyalist hareket, sanıldığı gibi 1968-72’nin değil, 1974-80 sürecinin ürünü; dolayısıyla fikirleri, siyasal-örgütsel kültürü o yıllara dayanıyor. Sosyalist örgütlenmelerin nasıl oluştuğu, örgütsel ilkelerini ya da değerlerini, birbirleriyle ve halkla nasıl ilişkiler kurduklarını anlamak, o yıllara gitmeyi zorunlu kılıyor.
Sosyalist solun 1960’lar ile 70’leri arasındaki fark ne?
1960’lardaki ayrışmalar bir süreç, bir evrim izliyor; yani sosyalist solun tarihi içinde ayrışmalardan söz ettiğimizde hemen o yıllardaki Milli Demokratik Devrim-Sosyalist Devrim ve proletaryanın öncülüğü gibi tartışmaların aklımıza gelmesi boşuna değil. O yıllarda ittifaklar konusundan parlamenter mücadeleye, Türkiye’nin sosyoekonomik yapısına uzanan çok geniş bir konseptte tartışmalar görüyoruz. Ayrılıklar, yeni görüşler ve örgütsel arayışlar bu tartışmaların içinden çıkıyor. Ancak 1974’ten itibaren olan bu değil. Daha baştan, sosyalist çevreler, bir fikrin savunucusu olarak çıktılar ve örgütsel yapılarını kurmaya giriştiler. Oysa henüz ne olgunlaşmış fikirleri ne de örgütsel yapıları vardı. Devam eden bir örgütsel gelenek yoktu. Geçmişi ya da uluslararası komünist hareketi referans alsalar da fikirlerini ve örgütsel deneyimlerini, her biri kendi çabaları içinde oluşturmaya girişti. Bütün gruplar için bu geçerliydi; her grup bağlı olduğunu ilan ettiği fikri en başta kavrama ve yaşama geçirme görevini yüklemişti kendine. Herkes benzer durumdaydı ama yine herkes bulunduğu yerin doğruluğundan ve diğerlerinin yanlışlığından emindi. Gruplar arasındaki ilişkiyi, tartışmaları da bu durum belirledi. Dönemin yoğun eylemliliği de hesaba katılırsa, fikir ve eylem planında gerçek ayrılık noktalarının neler olduğu, o günkü kimi gruplar açısından bile ayırt edilmesi zor bir konuydu.
Önemli sorunlardan biri de sekterlik. Marx işçi sınıfı hareketinin güçlenmesiyle sosyalist grupların sekterleşmesi arasında ters orantı olduğunu belirterek, birleşmeyi sağlayacak yolun sınıf mücadelesinin ve işçi örgütlenmesinden geçeceğini söylüyordu.
Bölünme eğilimi, sol içi tartışmada üslup ve yer yer şiddete varan rekabetçi tutum olarak düşünebileceğimiz sekterlik, asıl olarak bu koşullar içinde doğdu ve giderek sosyalist hareketin bir özelliği haline geldi. Sözünü ettiğin ters orantıyla, spekülatif olarak şöyle bir ilişki kurabiliriz. Eğer kapsayıcı, baskın ve güçlü bir politik hareket ya da hareketler çıkmış olsaydı öncelikleri, tartıştıkları konular ve birbirleriyle ilişkileri de kuşkusuz farklı olabilirdi. Yani daha gerçek sorunlar tartışılabilir, daha gerçek işbirlikleri için uğraş verilebilir, karşılıklı eleştiriler de daha ciddi bir temele dayanabilirdi. Bunu varsayabiliriz. Sistem karşısında bir güç haline gelinemediği için, sosyalist grupların dikkatleri de, kıyaslamaları da birbirlerine yönelik oldu, olmaya devam ediyor. Ancak geçen zaman içinde herhangi bir ilerleme olmadığı, bir olgunlaşmanın yaşanmadığı ileri sürülemez. Tersine, geçmişte birbirinden özenle ayrı duran pek çok eğilimin 1990’ların ilk yarısında bir parti çatısı altında toplanmak gibi -başarısızlıkla sonuçlansa da- bir girişimleri oldu. Bugün de sol, sosyalist grupların, çevrelerin görüş ayrılıkları, hatta parti, grup yapılarını koruyarak daha kalıcı, uzun soluklu birlikler için çaba gösterdikleri görülüyor. 1990’lardan bu yana görülen yeni bir gelişme bu.
O yılların sol hareketi içinde Sovyetler Birliği, Çin ve Arnavutluk çizgisini savunan gruplar arasında ayrışma, hatta yıkıcı bir çatışma görüyoruz. Bunu nasıl değerlendiriyorsun?
O yıllarda bu ayrışmanın, sosyalist hareket içinde son derece yıkıcı bir etki yaptığı açık. 12 Eylül’den sonra bu ayrışmalar önemini yitirdi, zamanla da unutuldu. Bu ayrışmanın bugün için ne anlam taşıdığı ya da bugün bu ayrışmaya nasıl yaklaşacağımız sorusunu sorabiliriz. Ama bu ayrışma, öncelikle yöntem konusunda dikkatimizi dağıtıyor. 12 Eylül öncesi sosyalist sol üzerine konuşulurken hemen Sovyetçiler, Çinciler, Arnavutçular, Ortayolcular diye tasnif etme ve buradan bir yerlere varma girişimlerine çok sık rastlıyoruz. Bu ayrışma üzerinden sosyalist solu değerlendirmek yüzeysel sonuçlara varmaya, gerçek ayrışma noktalarını gözden kaçırmaya yol açabilir. Fakat sosyalist solda önemli bir kadro birikiminin, siyasal-örgütsel varoluşu için neden böyle bir konumlanmaya ihtiyaç duyduğu sorusu yararlı olabilir ve bu tartışma bizi yapısal bir zaafı ortaya çıkarmaya götürebilir.
Peki, senin sosyalist solda gözüne çarpan en önemli zaaf nedir?
Grupların ideolojik-teorik fikirleriyle kurdukları ilişki. Bir evrimin ürünü olarak doğan fikirlerle hazır kalıpların benimsenmesi arasında köklü bir fark var, sonuçları da farklı oluyor. İdeolojik-teorik fikirlerle sadık olup olmama, inkar-savunma biçiminde kurulan ilişki, sosyalist harekette eleştirel düşüncenin gelişmesini önledi, tartışmaları kısırlaştırdı. O yıllarda aynı siyasi platformu savunduğunu söyleyen ve ayrı örgütlenmiş çok sayıda grup vardı. Bu gruplar arasındaki tartışmanın konusu da bu platforma bağlı olup olmamaktı. Kendi saflarından ya da benzer fikirlerin savunucusu rakip gruplardan kolaylıkla gelebilen inkarcılık ya da ihanet suçlamaları eleştirel yaklaşımı önledi. Öyle ki uzun yıllar sonra bile, aslında fiilen o görüşlerle bir bağı kalmamış grupların, geçmiş fikirlerini eleştiriye tabi tutmadıkları görülüyor. Oysa fikirler, teorinin ya da siyasi-örgütsel deneyimin sınamasından geçirilmeden, eleştirilmeden nasıl gelişebilir ki? Tarihe övgüler, yergiler düzmekten ziyade, bilimsel ölçütlerle serinkanlı bir yaklaşım daha yapıcı, ilerletici sonuçlara varmaya götürebilir kanısındayım.
Peki, Gezi süreci sol siyasete neler kattı, neler düşündürdü ve Haziran İsyanı soldaki bu sekter bölünmeyi giderecek bir etkide bulunabilir mi?
Bir devrim ya da halk ayaklanması öngörülebilir bir şey değil, bunu hepimiz biliyoruz. Dolayısıyla bu hareketin öngörülememiş olması bence anlaşılır bir şey, kimilerinin savunduğu gibi bir hata değil. Ben asıl önemli olanın bu hareketi ortaya çıkaran dinamiklerle sosyalist hareketin ne ölçüde bağlantılı olduğu ve sonrasında da bu hareketle kurduğu ilişki olduğunu düşünüyorum. Başkaldırı, örneğin bir grevden ya da yoksul mahallelerden değil sosyalistlerin çoğunun ilgi alanı dışında kalan, hatta “hedeften saptırıcı” gördüğü bir alanda; çevre ve doğanın yıkımı, günlük hayatı dahi kontrol etmeye ve şekillendirmeye niyetli bir rejiminin inşası gibi yeni sorunlar alanında patlak verdi. Bu en başta sosyalist hareketin kendi doğruları içine hapsolduğu, neoliberal sistemin doğurduğu yeni sorunlar ve toplumsal dinamiklerle bağ kuramadığı anlamına gelir.
Öte yandan sosyalistlerin, tümü değil tabii ki ama kayda değer oranda kısmının, Gezi’yi, Gezi sürecini anlamasının ve orada olumlu bir rol oynayabilmesinin önündeki en önemli engel, olayları anlama, yorumlama ve değiştirmeye ilişkin bütün reçetelere sahip olduğunu sanması. Bu yanılgıyı besleyen etmenlerden biri her toplumsal dalganın nicelik olarak sosyalist grupları büyütüyor olması. Böylesi dönemlerde gruplar, taraftarlarındaki artışa bakarak, bunu kendilerinin doğrulanması sayma eğilimine giriyorlar. Oysa bu aldatıcı. Üstelik son 40 yıla baktığımızda, bu çoğalmanın her seferinde bir öncekinden daha gerilerde kaldığı görülür. Ayrıca unutmamak gerekir ki, 1960’ların ikinci yarısından 1980’lerin ortalarına kadar, sosyalist hareket, radikal sol muhalefette tekeldi ama bu durum çoktan değişti. 1980’lerin ikinci yarısından beri Kürt hareketi var. Anarşist ve antiotoriter akım, çevre, kadın, cinsel kimlik vb etrafında gelişen yeni türden hareketler uzun zamandır radikal muhalefet içinde geniş yer tutuyor. Yani sosyalist hareketin, siyasal-toplumsal bir aktör olabilmesi için, 1970’li, 1990’lı yıllardan çok daha fazla efor sarfetmesi, her bakımdan çok daha nitelikli hale gelmesi gerekiyor. Şunu da unutmamamız lazım: Bu topraklarda haksızlığa, eşitsizliğe, sömürüye karşı en radikal eleştiri ve mücadele sosyalist soldan geldi. Örgütlenme ve özgürlük arzusu en çok sosyalist solda ifadesini buldu. Halkın hak ve özgürlükleri için örgütlenmesi ve eyleme geçmesini isteyen ve bu yönde çabalar gösteren sosyalist sol oldu. Büyük fedakarlık ve bedellerle yürütülen bu mücadele, tek tek grupların etkisinin ötesinde bu topluma, güçlü ve kalıcı bir boyun eğmeme ve radikal eleştiri kültürü yerleştirdi. Gezi de bu kültürün bir ürünü. Ne olursa olsun hep varlığını koruyan pek çok hak arama, protesto ve örgütlenme çabalarının arkasında da bu kültür var. Zaten solun paradoksu da bu etkisine karşılık düşen politik örgüte bir türlü sahip olamaması.
Sence Gezi süreci bitti mi? Sosyalist hareket üzerinde nasıl bir etkisi olabilir?
Gezi’nin alışılmamış, yeni, 21. yüzyıla ait bir olay olduğunu düşünüyorum. On binlerce insanın evlerinden çıkarak şehir meydanlarına aktığı, bu içerikte böyle büyük bir başkaldırı hareketi daha önce hiç görülmedi. Milyonlarca insan, polis şiddetine rağmen ve buna aldırış etmeden harekete katıldı. Sadece iktidarın, sistemin değil, milyonlarca insanın zihninde köklü bir dönüşüm yarattı ve bir direniş süreci başlattı. Suskunluktan, boyun eğmeden protesto ve direnişe geçildi. Ve bu herkesin gözlediği gibi bir gençlik hareketiydi; üstelik her toplumsal kesim, fikir ve inançtan gençlerin katıldığı bir hareket. Bir kez başlayan bu direnişin durdurulabilmesinin mümkün olamayacağına inanıyorum. Asıl mesele, direnişin örgütlü hale gelebilmesi. Dolayısıyla Gezi süreci bitmiş değil, tersine Gezi’nin dediği gibi Haziran bir başlangıçtı. Her bakımdan yeni dönemin bir başlangıcı.
Sosyalist hareketin evreleri bakımından da bir sonuç çıkarılabilir. Kişisel olarak Gezi’nin, 1970’lerden beri gelen dönemin kapanışını ilan ettiğini düşünüyorum. Gerçi bu dönem bana göre çok daha önce kapandı, büyük ihtimalle 1990’ların sonlarında ama yine de Gezi sosyalist hareket için de bir milat sayılmalı. Ama bunun nasıl bir seyir izleyeceğini zamanla göreceğiz. Eğer bir halk hareketiyse söz konusu olan ve bunun temel sorunu da örgütsüz olmasıysa, ne yapılması gerektiği de kendiliğinden ortaya çıkıyor, örgütlü hale getirmek. Bu hem sol, sosyalist gruplar arasında hem de onlarla bu hareketin içinde yer alan çeşitli siyasal-sosyal gruplar arasında işbirliği, dayanışma biçimleri bulma, ortak dil ve program oluşturma gereğini ortaya koyuyor. Rekabet ve çatışma sadece direnişi zayıflatır; Gezi’nin, başkaldırının o ilk günlerinde, bu türden çatışma girişimlerine verdiği yanıtı hatırlayalım. Eskiden sekter, rekabetçi, dar grupçu tutumların hayatta bir karşılık bulabilmesi mümkün olabiliyordu, ama Haziran’ın özelliklerine baktığımızda bu tutumların bir karşılık bulabilmesi neredeyse imkansız.
Son olarak Haziran ayaklanmasına nasıl yaklaşmak gerektiğiyle ilgili, Marx’ın “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”nde söylediklerini hatırlamak, ufuk açıcı olabilir. Bunu hatırlayanlar ve hatırlatanlar oldu, yine de ben tekrar hatırlatmanın yararlı olduğu düşüncesindeyim: “19. yüzyılın sosyal devriminin şiiri geçmişten beslenemez, onun hayat pınarı gelecektedir. Tüm batıl inançları geçmişe süpürmeden, kendi başlangıcını yapamaz. Eski devrimler, kendi içeriklerini bulandırmak için dünya-tarihsel hatırlatmalara ihtiyaç duyuyorlardı. 19. yüzyılın devrimi ölülerin kendi ölülerini kaldırmasına izin vermelidir ki, kendi öz içeriğine vasıl olabilsin. Eskiden laf içeriğin üzerindeydi, şimdi içerik lafı aşıyor.”
Biraz kitaptan, okurdan gelen tepkilerden söz eder misin?
Kitap geçtiğimiz eylül ayında yayınlandı. Birkaç hafta sonra ikinci baskıyı, şubatta da üçüncü baskıyı yaptı. İlgiden, gelen tepkilerden kitabın bir ihtiyaca yanıt verdiğini anlıyorum. Bu da memnuniyet verici. Amacım, özellikle 1974’ten günümüze sosyalist solun yakın tarihi ile ilgili okura, olaylar yığınına ve ideolojik tartışmalara boğmadan derli toplu, anlaşılır bir çalışma sunmaktı. Temel kaygım, anlamak ve anlatmaktı; sosyalist hareketle ilgili birtakım sonuçlara varmak değil. Bunca araştırmadan sonra, yazarın değerlendirme ve vardığı sonuçlar elbette merak edilebilir ve bu yönde eleştiriler de oldu. Önsözde bunun ikinci adımın konusu olduğunu ve bunun okura bırakıldığını yazdım. Öncelikli olan, tartışılacak şey hakkında yeterince bilgiye sahip olmaktı. Sık sık söylediğim gibi “1970’lerde Türkiye Solu”, büyük resmin ortaya çıkarılabilmesi için bir eskiz olarak kabul edilmeli. Sosyalist solun olumlu ya da olumsuz nitelenebilecek özellikleri, bu kuruluş sürecinin yapısından ileri geliyor. Dikkati o yıllarda, örgütsel yapıların nasıl kurulduğuna çekmek ve bunların evriminin ne olduğuna bakmak, aralarındaki ortak ve farklı noktaların saptanmasına ve sosyalist hareketin yapısal özelliklerine ulaştırabilir ve bugünü daha açıklıkla görmemize imkan verebilir. Kitabın okunmasıyla ilgili bir diğer önereceğim şey şu: Bazı okurlar, en çok ilgilendikleri bölümden, tarihçeden başladığını söyledi. Her bir bölüm, yani tarihçe bağımsız okunabilir. Ancak gerek çeşitli olaylar gerekse de her grup için geçerli bazı olgular farklı bölümlere değişik yönleriyle yedirilmiştir. Birtakım karşılaştırmalar ve sonuçlar için okurun, kitabı bütün olarak okumasının, ilgilendiği konularla ilgili kimi bölümleri birkaç kez gözden geçirmesinin yararlı olacağını düşünüyorum.
Söyleşi: Şöhret Baltaş
* Bu yazı Mesele’nin 91. sayısında yayınlanmıştır.