ERDAL KARA yazdı: Yığınları iktidarın eylemine karşı haklı bir temelde sokağa çağıran her çağrıya kulak verilmeli ve bunun sistemin kendisini yenilemesine olanak sağlayan bir harekete dönüşmesini engellemek ve devrimci sonuçlar ortaya çıkarmak üzere harekete geçmek sosyalistlerin en temel görevidir.
ERDAL KARA
CHP’nin “Adalet” yürüyüşüne başlaması CHP’ye karşı takınılacak tutum ve devrimci siyaset sorununu tekrar aktüel hale getirdi.
Sosyalist hareket saflarında körün fili tarifi gibi bir CHP tarifi var. Kim ne görmek istiyorsa CHP’de onu görüyor. Biz sağlıklı bir CHP analizi için dünya tarihsel ölçekteki gelişmelere dayanan bir arka plan kurmak gerektiği düşüncesindeyiz.
Kapitalist yeni birikim modeli ve dünyada muhafazakarlaşma, sağcılaşma
‘70’li yılların ortalarında, Keynesçi kapitalist birikim modeli krize girdi. Uluslararası kapitalist merkezler, yeni bir birikim modeli ile krizden çıkma yoluna girdiler.
Yeni birikim modeli, emek yoğun sanayilerin işgücünün ucuz olduğu azgelişmiş ülkelere transfer edilmesini gerektiriyordu. Transferin ihtiyaç duyduğu işgücünün temin edilebilmesi için kır-kent dengesinin kentler lehine değiştirilmesi gerekiyordu.
Kapitalizm zaten kırsal alanları istila edip geleneksel tarımı yıkarak köylüleri aç bırakıp şehre sürgün ediyordu. Yeni kapitalist birikim modeli buna yüksek bir ivme kazandırdı. ‘70’lerde yüzde 70’e yüzde 30 kır lehine olan denge ‘90’larda yüzde 70’e yüzde 30 kent lehine değişti. Dünyanın kentleri kırları tarafından istila edildi. Kırın geleneksel değerlerinin kente taşınması dünyayı da bir bütün olarak muhafazakarlaştırdı, sağcılaştırdı.
İşgücünün gözden düşürülmesi, insanların yaşayan bir ölü haline gelmesi
Krizin kaynağının kar oranlarının düşüşüyle belirlenmesi, emek yoğun sanayilerin azgelişmiş ülkelere transferiyle yetinildiği takdirde, yeni birikim modelinin de krize girmesi sonucunu doğuracaktı. Kapitalist merkezlerde de düşüşün kaynağı olan sonuçlara savaş açılması zorunluydu. Bu ihtiyaçtan doğan neo-liberal ideolojik saldırı yerleşik düşünüş biçimlerini, yerleşik değerler sistemini karşısına aldı ve bu özelliğinden dolayı ona “yenilikçi” payesi biçildi. Birkaç yıl önce işçi alnının teriyle para kazanan insan iken, artık sabahtan akşama işyerinde avarelik eden bir asalak olmuştu. İşgücünü değerden düşürmek, işçiyi bir asalak olarak resmetmek, geç 20. yüzyılın ideolojik eroinidir. Zerk edilen bu ideolojik melanet, insanı yaşayan ölü, bir zombi haline getirdi.
Kırın kenti istilası, yedek işçi ordusunun büyümesiyle sınıfın iç rekabetinin sendikayı dışarı atması sonucunu doğurdu. Talep aynı kalırken işgücü arzı yükselince, işgücünün fiyatı da bir meta olarak düştü. Bu durumda sendika ne işe yarayacaktı? İşçi ne diye ücretinin düşmesine çare olamayan sendikaya bir de aidat ödeyip ücretini iyice düşürsündü ki? Bu gelişmeye neo-liberal ideolojik saldırı da eşlik etti. Sendikaların, kitle örgütlerinin, her türlü hak örgütünün itibarı azaldı.
En absürt felsefi spekülasyonu varoluşlarının kaynağı olarak gören, “köleyi” yurttaştan saymayan filozofların aklına bile böylesi bir arsız bir saldırı gelmemişti.
İşgücünün değerden düşürülmesi, işçinin bir asalak olarak resmedilmesi geniş yığınlar tarafından kabul görünce, sosyal demokrat partiler de yaşayan ölüye, bir “zombi parti”ye dönüştüler.
21. yüzyıl Guernicası ve değerler sisteminin çöküşü
Yazılı tarihin hiçbir konağında tanık olmadığımız bu arsız saldırıdır dünyayı Guernica haline getiren.
Son birkaç on yılın toplu intihar vakaları bu ideolojik eroinin nasıl bir dünya panoraması ortaya çıkardığını göstermeye yeter. Yüksek teknolojili silahlar karşısında kuş sürüleri gibi topluca ölen IŞİD cihatçıları bunun bir başka versiyonu. Amerika’da Evangelistler milyonlarla sayılıyor. Dünyanın her yanından cihatçı fışkırıyor. Son yirmi yılda jetlerin bombardımanıyla ölen insan sayısı milyonu geçiyor. Picasso böyle tablo resmetmeyi tahayyül edemezdi.
AKP bu tarihsel koşulların sonucu olarak, ‘70’lerin ortalarından ‘90’ların sonlarına kadar yaşanan göçle kente taşınan muhafakazar değerlerin kuşatıcı atmosferi altında iktidar katına yükseldi.
Zenginliğin yaratıcısı işgücünü değersizleştirirseniz ondan dolaylı/dolaysız türeyen hangi değerin itibarı kalır ki? Eşitliğin mi, özgürlüğün mü, kardeşliğin mi, dayanışmanın mı, adaletin mi? Erdemin mi, onurun mu, dürüstlüğün mü?
Sahtekarlık, yalan, riyakarlık, dalavere, bütün paspaye vasıflarla malül olduğu halde AKP’nin yüzde 50 oy almasının nedeni bu.
Burjuva siyasetinin yeniden tanzimi
Keynesçi kapitalist birikim modeli, burjuva siyasetini esas olarak muhafakazar ve sosyal demokrat iki ana kulvarda şekillendiriyordu.
Yeni birikim modeli bu işleyişi değiştirdi. Muhafazakar siyaset, neo-liberal ideolojik saldırıyla etkisini güçlendirmekle kalmadı, sosyal demokrat siyasetin basıncından kurtuldu, her türlü, sosyal, iktisadi, siyasi hakkın azılı düşmanı olarak ortaya çıktı. Sosyal demokrasi de liberal bir yörüngeye savruldu.
2008 krizine kadar iki on yıl muhafazakar siyasetin mutlak üstünlüğüne tanık olduk. Varolan hakların biçilmesi için iki on yıl yetti de arttı bile.
Kriz ve neo-liberalizmin iflası
Piyasa, emeğin tecavüzden türemiş çocuğudur. Piyasanın düzenleyici sihirli etkisinden söz etmek, emeğe tecavüzün olağanlaştırılmasıdır.
Ne zaman ki uluslararası kapitalist merkezler piyasanın sihirli elinin faziletlerinden söz etmeyi bırakıp, devleti batmakta olan kapitalist şirketleri kurtarması için yardıma çağırır oldular, işte o an emeğin değeri de yeniden itibar kazanmaya başladı.
Yeni birikim modelinin ilk uygulama laboratuvarı Latin Amerika’daydı. Orada kırların kentleri istilası ‘60’lı yıllarda başladı ve 1980’lerin ortalarına kadar otoriter yönetimler iktidarda oldular. Neo-liberalizme muhalefetin önce Latin Amerika’da filizlenmesi rastlantı değildi. Yerleşik kent emekçileri haline gelen ve emekçi olarak sorunlarının kaynağında neo-liberal politikaların etkisini gören kır göçerleri toplumsal/siyasal hayatı dönüşüme uğrattılar. ‘90’larla birlikte Latin Amerika’da halkçı iktidarlara tanık olduk.
Geç ‘90’lı yıllar ile erken 2000’li yıllarda yaygın, kitlesel neo-liberalizme karşı mücadeleler görüldü.
Bütün bu gelişmeler, neo-liberalizmin krizinin habercisiydiler.
2010’ların ortalarından itibaren tanık olduğumuz, sosyal demokrat partilerin yeniden yapılanma çabası içine girmesi ya da solcu/halkçı/sosyal demokrat siyaset biçiminde yeni parti ve formlar altında tarih sahnesine çıkıyor oluşudur. Neo-liberalizmin yıkıcı tahribatı, neo-faşist ya da farklı gerici radikal yönelimlerin de gübreliği olarak işlev görüyor.
Bugün dünya siyasetinde kaotik bir tablo egemen ve yığınlar henüz kalıcı, istikrarlı siyasal çizgiler etrafında mobilize olmuş değiller. Birçok ülkede geleneksel burjuva siyasal partileri eriyor, neo-faşist partiler ciddi bir kuvvet olarak ortaya çıkıyor, Yunanistan, Portekiz, İspanya’da gördüğümüz gibi halkçı seçenekler yükseliyor, Britanya’da İşçi Partisi kamuoyu yoklamalarında Muhafazakar Parti’nin 15 puan gerisindeyken üç ay sonra seçimden başa baş çıkıyor.
Bu panorama bize, neo-liberalizmin krizinin, burjuva siyasetini de kriz içine sürüklediğini gösteriyor.
Burjuva siyasetinin krizi sosyalist mücadeleye geniş olanaklar sunuyor. Lakin sosyalist siyaset de kriz içinde, olanakları değerlendirme yeteneğinden yoksun.
Sosyalist siyaset mi, burjuva siyaseti mi krizden önce çıkma becerisini gösterecek? Bu sorunun cevabı önümüzdeki birkaç on yılı da belirleyecektir.
Sosyalist hareketin krizden çıkışının “yeterli” olmayan “gerekli” şartı
Hangi dolayımla izah edilirse edilsin, hangi sofistike biçime bürünürse bürünsün, bütün büyük felsefelerin tartıştığı temel sorun zenginliğin kaynağının ne olduğu sorusudur. Değerler bu soruya verilen cevaba göre anlam kazanır. Kaynağı “emek” olarak görenin “eşitliğe”, “özgürlüğe”, “kardeşliğe”, “adalet”e ve giderek onura, erdeme, dürüstlüğü verdiği anlamla kaynağı başka yerde görenin verdiği anlam aynı olamaz. “Sol” ve “sağ” kavram çifti kaynağını Fransız İhtilali’nin ardından teşkil edilen Kurucu Meclis’in oturma düzeninden alır ama, retrospektif bir analoji yapacak olursak, yazılı tarih bir bakıma “sol” ile “sağ”ın mücadele tarihidir.
Neo-liberal ideolojinin göndere çektiği değerler demokrasi, özgürlük, insan hakları olduğu halde Picasso’ya rahmet okutan bir 21. Yüzyıl Guernica’sı ile yüz yüze gelmemizin nedeni nedir? Bu anakronizm, zenginliğin kaynağının emek olduğu fikrinin reddinin geniş yığınlar tarafından kabul görmesinden doğar.
Neo-liberal ideoloji bu kavram çifti ile dünyayı anlama çabasına son verme girişimidir aynı zamanda. İdeolojilerin sonu denirken anlatılmak istenen budur. Bu kavram çiftiyle dünya anlaşılamıyorsa, bu kavram çiftinin türemesini olanaklı kılan soru da anlamını yitirir: Zenginliğin kaynağı ne?
Artık hiçbir değere hakiki bir anlam kazandıramazsınız. Bütün değerler uçucu, vıcık vıcık, elle tutulamaz, insanların hayatında hakiki sonuçlara neden olmayacak soyutlamalar haline dönüşürler. İnsan hakları, özgürlük, demokrasi laflarını temcit pilavı gibi tekrarlayıp 21. Yüzyıl Guernicası ile yüz yüze gelmemizin nedeni bu.
Post-modern zevzeklik bu armudu sapı ve çöpüyle yuttu. Retrospektif bir analoji yaparak iddia ettiğimiz gibi bu kavram çifti geçmişi de izah etmiyorsa eğer, tarih bir bütün olarak sanaldır, anlaşılamaz, izah edilemez, ondan kanunlar çıkarılamaz ve hangi yöne doğru ilerleyeceği kestirilemez. Tarihin böyle algılandığı bir dünyada bugünün insanı kayıptır/yoktur. Bunun için neo-liberal ideoloji dünyayı yaşayan ölüler diyarına çevirmiştir diyoruz.
Post-modernizm zenginliğin kaynağı ne sorusunun tanım kaynağını değiştirme girişimidir. Hala sosyalist hareketin saflarında etkili olan, geçtiğimiz iki on yıl içinde nerede ise mutlak bir doğruluk taşıdığından kuşku duyulmayan akıl yürütme biçimlerinden biri, artık “sol” ve “sağ” kavramlarıyla analiz yürütmenin işlevsiz olduğu doğmasıydı. Tabi bu saptama tanım kaynağını değiştirmeyi gerektirir. Yeni toplumsal hareketleri oluşturan bileşenlerin her biri yeni bir tanım kaynağı olarak görülür. “Çokluk”un içindeki her bir özne için ayrı “eşitlik”, “özgürlük”, “kardeşlik”, “adalet” ve giderek onur, erdem, dürüstlük kavramlarına ulaşılır. Her bir özne için kendi içinde kapalı ayrı bir değerler sistemi tesis edilir. Rölatif hale gelen değerler sistemi sağlam bir dayanışma ilişkisinin kurulmasını da olanaksız kılar. Dayanışma arızi, geçici ve her bir öznenin anlık/konjonktürel çıkarına bağlı hale gelir. İstikrarlı bir ortak mücadele hattı tesis etmek de mümkün olmaz artık. Gelip geçici, amacına ulaştığı an dağılan, lose bir dayanışma ilişkisidir tarif edilen. Bu türden bir dayanışma ilişkisi ile dünya ezilenler için daha katlanılır bir yer haline getirilebilir ama radikal bir biçimde dönüştürülemez. Tanım kaynağını emek olmaktan çıkardınız mı, her adımda bir yeni özne keşfetmeye de sürüklenir, ona ait yeni bir değerler sistemi de tanımlamaya girişirsiniz. Bu düşünüş biçimi, bütün ezme ve sömürülme biçimlerini algılama yeteneğine sahiptir ama, tanım kaynağıyla değerler sistemi arasındaki bağlantıyı her bir özne için yeni baştan tesis etme zaafı nedeniyle, amaçlarından uzaklaşarak ezilenleri kristalize, pluralize eder, birleştirici değil, dağıtıcı bir işlev görür.
Bu nedenle sosyalist hareketin krizden çıkışı için “gerekli” şart tanım kaynağına dönülmesi ve işçi sınıfının dönüştürücü devrimci enerjisinin itibarının iade edilmesidir. Bu “gerekli” olsa da “yeterli” şart değildir kuşkusuz.
“Yeterli” şartın ne olduğu, yaşanmış sosyalizm deneyimlerinin derslerinin ışığında 21. Yüzyıl sosyalizminin basit, anlaşılır bir programatik çerçeveye kavuşturulmasını gerektirir. Konuyu bağlamından koparma riski taşıdığı için bu başka bir yazının konusu olmak durumundadır.
Devrimci siyaset, burjuva siyasetinin “sağ”ı ile “sol”una aynı mı yaklaşır?
Sosyalist hareket burjuva siyasetinin “sol”u ile “sağ”ı karşısında aynı tutum içinde olmamıştır. Bu ayrım hangi gereklilikten doğar? Emperyalizm çağında faşizm tekelci kapitalizmin eğilimidir. Bu hakikat burjuva solunu anti-faşist cephenin potansiyel ittifakı yapar. Lakin faşizm, burjuva iktidarının olağanüstü bir devlet biçimidir, bir anomalidir. Olağanüstü’lükten kalkılarak genel bir prensip saptanamaz. Sosyalist siyasetin burjuva siyasetinin “sol”u ile “sağ”ı karşısında farklı tutum takınmasının nedeni belli ki faşist iktidar tehdidi olamaz…
Kapitalizmin eşitsiz ve birleşik gelişme yasası bütün toplumsal sınıfların içinde iktisaden eşitsiz sonuçlar ortaya çıkarmakla kalmaz, düşman sınıfların saflarında olduğu kadar, halk sınıflarının, işçi sınıfının saflarında da eşitsiz kültürel, entelektüel sonuçlar ortaya çıkarır. Bu hakikat işçi sınıfının küçük bir azınlığının kendi sınıfının çıkarlarının bilincine ulaşması sonucunu doğurur. Bu nedenle öncü parti fikri, öznel bir tercih değil, kapitalizmin eşitsiz ve birleşik gelişme yasasının tanınmasından doğan mantıki bir sonuçtur.
Tabi yine aynı yere varırız. Zenginliğin kaynağını emek ekseninde tanımlamıyorsanız, dünyayı değiştirme işlevine esas olarak işçi sınıfının sahip olduğu sonucuna ulaşamayacağınız gibi, öncü parti fikrini de anlamlı bulmaz, öznel bir tercih, Lenin’in ( Marx da farklı bir şey söylemez) ihtirasının ürünü sanırsınız.
Burjuva solu, klasik biçimi olarak sosyal demokrasi, sınıf savaşımının varlığını kabul etse de, bu kabulü proletarya diktatörlüğü hedefine bağlamadığı için işçi sınıfının yaşamını iyileştirme mücadelesiyle kendini sınırlandırarak, işçi sınıfını reformlar yoluyla tekrar düzene bağlar. Böyle olsa bile sosyal demokrat partiler ya sınıf savaşının varlığını kabul eden işçileri örgütlerler ya da sosyal demokrat partiler içinde işçiler sınıf savaşının varlığını kabul ederler. Peki ya burjuva sağı? Onlar işçinin sefaletinin kaynağının tanrısal ya da başka milliyetten işçilerin varlığında olduğunu vaaz ederler. Saflarında da bu düşünceyi benimsemiş işçiler bulunur. Bu başlı başına bir fark oluşturur. Bir analoji yapacak olursak, burjuva solunun saflarında bulunan işçiler “yanlış sınıf bilincine” sahip işçilerdir
Sosyalist siyasetin burjuva solunun içinde cereyan eden gelişmeleri titizlikle ele almasının, bu partiler içinde cereyan eden gelişmelere müdahale etmek için her fırsatı değerlendirmesinin nedeni budur. Bu nedenle, burjuva solunun, sosyal demokrat partilerin iç sorunlarına kayıtsızlık, öncü parti fikrinden hiçbir şey anlamamak demektir.
CHP ne türden bir partidir?
Neo-liberalizm yaklaşık iki on yıl boyunca bütün partileri sağa doğru yatırdı. Sosyal demokrasiyi neredeyse bitirdi. Bu dönemden henüz yeni çıkmaya başladığımız koşullar altında CHP’nin analizini yapıyoruz.
CHP’nin sosyal demokrat bir parti olmadığı aşikar.
Bütün partiler tutumlarını, başka şeyler yanında diğer partilerin konumlarını da faktör olarak görüp belirlerler. CHP İsmet İnönü zamanından beri solun gelişmesine karşı sola bariyer olmak üzere sola geçmiş TC’nin aslında en köklü sağ partisidir. Bu sola geçişi İnönü kendi ifadesiyle “TİP’in gelişiminin önünü kesmek” diye ifade etmişti. Ve bu işin miladı da TİP’in % 3 oyla milli bakiye sisteminin sağladığı avantajla 15 milletvekilini parlamentoya soktuğu tarihe tekabül eder. İşte bu CHP o zamandan beri pusulasını sosyalist hareketin engellenmesi amacına yönelik olarak sosyalist harekete göre ayarlamaktadır. Sınıf hareketinin yükseldiği zamanlarda daha sol politikalara yer vermekte, düştüğü zamanlarda neo-liberalizme kadar kapılarını en geniş biçimde sağa açmaktadır. CHP İnönü ile birlikte “ortanın solu” siyasetini benimsediğinde sosyal demokrat olmasa bile aslında bir reform partisi çizgisini benimsemiş oldu. Bu bir süre böyle devam etti.
Ama ne zamanki Kürt Sorunu’nun kendini dayatmasıyla birlikte milliyetçiliğin yoğunlaşması ve solda ulusalcılık adı altından şoven dalganın yükselişinin şoven milliyetçiliği tetiklemesi CHP’yi de etkisi altına aldı, CHP’nin reformculuğu sahiciliğini yitirdi. Çünkü genelde reform, özelde (Kürt meselesinde) karşı tutum, genelin de gerçekleşmesine olanak vermiyor.
İşte CHP’nin bu iki özelliği yani, sosyalist hareketin önünü kesmek için sol argümanlara yaslanan bir “sol” parti olması ile milliyetçi-devletçi karakterinden dolayı sahip olduğu anti-Kürt tutumu onun iflah olmaz çelişkisini oluşturuyor. Yenikapı ruhundan söz eden CHP ile şu anda Adalet yürüyüşünü gerçekleştiren CHP arasındaki fark bu çelişkiden doğuyor. CHP’nin anti-faşist cephe çağrılarına kayıtsız kalmasının nedeni de bu çelişki. İki partili sistem konusunda yeterli güvenceleri almış bir CHP’yi bambaşka bir kompozisyon içinde görmek mümkün. RTE diktatörlüğü kendisini de vuracak göründüğü için şu anda CHP faşizme karşı bir tutum sergiliyor.
CHP’ye karşı tutum ne olmalıdır?
CHP türü partiler, kendi iç dinamiklerinin etkisiyle tarihin hiçbir döneminde kararlı bir muhalefetin öncüsü ve sözcüsü olamazlar. İkircimli, sallantılı ve basiretsiz politika bu türden partilerin sınıf karakterinin gereğidir. CHP gibi partiler yükselen toplumsal dinamizm kendi kontrollerinden çıktığında, bürokratik parti aygıtları da sarsılır, partinin yeniden yapılanması zorunluluğu doğar. Doğası gereği, yükselen toplumsal dinamizmin dönüştürdüğü partiler genç, kadın ve işçi olmaya doğru evrilirler. İspanya, Portekiz, Yunanistan, Almanya, İngiltere'de tanık olduğumuz gelişmeler, bu söylediğimizi doğrular.
CHP niteliği gereği başlatmış olduğu "adalet" yürüyüşünün kazandığı toplumsal dinamizmin kendi kontrolünden çıkmasından korkacak, Türkiye'nin mevcut şartlarında toplumsal dinamizmin temel aktörü Kürt hareketi olduğu için ondan uzak durmak için bin dereden su getirmeye devam edecektir. Şu ya da bu konakta, bir adım ileri giderse ardından kesinlikle iki adım geri gelecektir. En ufak bir taviz kopardığında "amaç gerçekleşmiştir" deyip işi sulandırmaya meyledebilecektir. CHP gibi bir partiden başka türlüsünü beklemek, onun sınıf karakterinden ve bürokratik aygıtından beklenebilecek bir şey değildir.
CHP bu nitelikte bir parti ise yapılması gereken de ortaya çıkar.
1) CHP dışındaki bütün demokratik toplumsal kuvvetler, aralarındaki ayrılıklar ne olursa olsun ortak bir kuvvet merkezi oluşturmalıdır.
2) Bu ortak kuvvet merkezi, somut, anlaşılır, elde edilebilir kısa vadeli mücadele talepleriyle CHP'nin karşısına çıkmalıdır.
Böyle bir kuvvet merkezi oluşturulmadığı takdirde CHP'den beklenti içinde olmak yanılgılı sonuçlara neden olur. Sallantılı, basiretsiz, ikircimli politikanın girdabında debelenmeye devam eder CHP.
CHP'nin daha kararlı bir hatta çekilmesi görevi sosyalistlerin sorumluluğundadır. Sınıf siyasetiyle/devrimci siyasetle, CHP türü “sol” partilerle ilişki diyalektiğinin doğası bunu gerektirir. Bütün demokratik toplumsal kuvvetlerin yan yana getirilmesi bu nedenle bugünün öncelikli görevidir. Böyle bir kuvvet merkezi eylemli bir biçimde yan yana gelme ve belli bir etki ortaya koyma becerisini gösterebilirse, CHP kendi tabanında uyanmış olan itirazı denetim altında tutabilmek için bu kuvveti dikkate almak ve işbirliği yapmak zorunda kalacaktır.
Tabi burada Kürt Hareketi hesabını iyi yapmalı, eyleminin iktidar için yıldırıcı bir saldırı noktası olarak kullanılmasına imkan vermeyecek bir tutum içinde olmalıdır. Kürt hareketi tam bu sırada gerilla eylemini yükselterek bu işe müdahale etme yoluna giderse, silahların sesi yığınların sesinin örtülmesinde ve CHP önderliğinin kaçışında aradıkları bahaneyi oluşturuverir ve CHP’nin muhalefet girişimi yeni bir Yenikapı ruhunun yeniden canlanmasına vesile olabilir.
Şu ya da bu gerekçe, şu ya da bu politik farklılık, şu ya da bu ayrılığı bahane ederek kararlı demokratik güçleri bir kuvvet merkezi etrafında toplama gereğini yerine getirmeyenin CHP eleştirisinden pozitif bir sonuç çıkmayacağını bilmek gerekir. CHP eleştirisinin dönüştürücü bir etki yaratmasının birinci şartı kararlı demokratik toplumsal kuvvetlerin bir kuvvet merkezi oluşturmalarından geçer. CHP gibi partiler lafla değil kuvvetle eğitilirler…
Adalet Yürüyüşü karşısında tutum ne olmalıdır?
CHP’nin çelişkileri ne olursa olsun, CHP’nin “sol”dan muhalefetinin ister istemez yol açabileceği toplumsal mücadeleler söz konusu olabilir. Papaz Gapon 1905 Devrimi’ne yol açan olayların tetikleyicisi olmuş, olayların gelişimi karşısında ödü patlayan Kemal Türkler, 15-16 Haziran’da radyoya çıkıp, ilan edilen sıkıyönetimi desteklemek üzere, işçileri provokatör Dev-Gençlilere uymamaya ve evlerine dönmeye davet ederken işçi sınıfının sınıf mücadelemiz tarihindeki en büyük eyleminin gerçekleşmesinin önüne geçememiştir. Yığınları iktidarın eylemine karşı haklı bir temelde sokağa çağıran her çağrıya kulak verilmeli ve bunun sistemin kendisini yenilemesine olanak sağlayan bir harekete dönüşmesini engellemek ve devrimci sonuçlar ortaya çıkarmak üzere harekete geçmek sosyalistlerin en temel görevidir. Burada başka hiç bir mülahazaya bakılmaz. Tek mülahaza devrimci sonuçların çıkmasını sağlayıcı müdahalede bulunma tutumu içinde olmaktır.
Kılıçdaroğlu CHP’nin başına bir projenin uygulayıcısı olarak getirildi ve iktidara gelişinde Fethullah Gülen Cemaati aracılığıyla ABD’nin de bir yeri var gibi görünmektedir. Kemal Kılıçdaroğlu iktidara geldiğinden beri üç şeyi temel alarak yürümektedir.
- Alevilerin sosyalistlerden ve Kürt Hareketi’nden uzak tutulması,
- Mücadeleye yönelen yığınların pasifize edilmesi,
- Devletin bölünmezliği ilkesinin katı savunuculuğuyla Kürt Sorunu’ndaki her türlü reform girişiminin engelleyicisi olma.
Bu misyonu sürdüren Kılıçdaroğlu’nun şimdi parti saflarında yükselen muhalefetin gazını almak üzere kitleyi mümkün olduğu kadar eylemin dışında tutarak gerçekleştirdiği sözde radikal eylem, reddederek değil, bu eylemin sürekliliğin sağlanması ve Edirne’ye kadar uzatılmasını sağlamaya çalışarak Kılıçdaroğlu’nun tutumu boşa düşürülebilir. Dışında kalıp sahteliği üzerine yapılacak eleştiriler, Kılıçdaroğlu’nun yaptığı gazını alma işini başarıyla yürütmesine olanak sağlamak demektir. Bunun için Kılıçdaroğlu’nun istediği gibi oynamasına olanak tanımadan, bütün yerellerde paralel bir hareketin başlatılması ve İzmir yürüyüşü gibi ülkenin dört bir yanından benzer yürüyüşlerin örgütlenmesi Gezi gibi bir patlamanın potansiyelini içinde taşıyabilir.