Can Dündar, Almanya’da Gorki Tiyatrosu’nun websitesinde yazmaya başladı. Can Dündar’ın köşesine ‘Can Dündar’ın Tiyatro Sütunu (Can Dündars Theater Kolumne) adı verilirken, ilk yazısında, Almanya’da ikamet alma hikayesini anlattı
Günlerdir masamın üzerindeki kâğıt parçasına bakıp gülüyorum.
Kâğıdın üzerinde “13.18” yazıyor.
13.18…
Beni Almanya’yla tanıştıran rakamlar…
İkamet belgesi almak için gideceğim belediye, 2 hafta öncesinden bu saate randevu verdi.
13.00 değil…
13.30 ya da 13.15 de değil…
13.18…
Alman saati bu…
Kâğıdın üzerindeki dört rakam, sabırsız bir kum saatinden doludizgin dökülen kumları hatırlatıyor bana…
Zamanın bu coğrafyadaki kıymetini simgeliyor.
Alman saati bu…
“Ben, o sonu ille (0)’la ya da (5)le biten saat dilimlerinden değilim” mesajı veriyor. Sağıyor zamanı; daha küçük parçalara bölüp gün içinde yeni yerler açıyor. Giderek kısalan, daralan, ufalanan zaman dilimlerine sıkıştırıyor bizi…
13.00’e verilmiş bir randevuya 5 dakika gecikmeyi göze alabilirsiniz; 13.18’e aynı muameleyi yapabilir misiniz?
13.18, hassas tartan bir terazi gibi, randevuya tam bir sadakati hak ediyor.
***
Rakamı ilk gördüğüm günden itibaren, yetişmeme endişesi bastı beni; ne olur ne olmaz diye yarım saat erken gittim.
Zamanın kıymetini bilmemi emreden 4 rakam, yarattığı telaşla tersine yarım saatimi yedi.
“Acaba onlar da benim kadar randevuya sadık mı” diye meraklanırken Türklerle Almanların zaman anlayışlarının ne kadar farklı olduğunu düşündüm.
Türklerde zamanın kıymete binişi, modernleşmeden sonradır.
“Eski zaman”, müezzinin namaz çağrılarına göre ayarlanan, telaşsız bir devre aitti.
Vakit bol, zaman aralıkları genişti.
Hayatın acelesi yoktu; günler ağır akardı.
“Gün doğumu”yle erken başlayan gün, “gün batımı”yla biterdi. Akşam, uykuya ait bir zaman dilimiydi.
“Ne kadar uzaklıkta” sorusunun cevabı, “Bir sigara içimi”ydi.
“Düğün ne zaman” diye sorana, “Hasat kalkınca” cevabı verilirdi.
Gelinlik ısmarladığınız terzi, “Düğüne yetişir mi” sorusunu, “Kısmet bakalım” diye yanıtlardı.
Randevular, “öğleden sonra”ya veya “akşamüstü”ne verilirdi.
Kaçta?
Cevap verecek saat yoktu ki daha?
Olsa da bakan yoktu.
Köyün bazı ileri gelenlerinin yelek cebinden, bir köstekli saatin parıltılı zinciri sarkardı. Bu ayrıcalıklı insanlar, bir ritüeli yerine getirir gibi ara sıra ellerini yelek ceplerine atar, bir cakayla köstekli saati çıkarır, kapağını özenle açar, içinde telaşsız dolanan akreple yelkovanın yerlerini kolaçan ederlerdi.
Ama söyledikleri saatin kaç olduğunun önemi yoktu ki daha
***
Ahmet Hâşim, “Müslüman Saati”ni anlattığı denemesinde bir “rehavet güzellemesi” yapar adeta…
İstanbul’a ecnebilerle gelen “istilaların en tesirlisi”nin yabancı saati olduğunu söyler.
“’Ecnebi saati’ gelmeden önce, ziyada başlayıp ziyada biten, 12 saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı” der.
Sonra da kızar, yeni gelenlerin yanlarında getirdikleri “zaman”a:
“Gelen yabancılar, hayatımızı, sonu meçhul bir düstura göre yeniden tanzim ettiler ve ruhlarımız için onu tanınmaz bir hale getirdiler. Yeni ‘ölçü’, bir zelzele gibi, zaman manzaralarını etrafımızda darmadağın ederek, eski ‘gün’ün bütün setlerini harap etti ve geceyi gündüze katarak saadeti az, meşakkati çok, uzun, bulanık renkte bir yeni ‘gün’ vücuda getirdi.”
***
Çoğu Akdeniz ülkesi gibi, Türkiye de hala hayatın rahvan aktığı o koşturmasız eski zamanlarla, sabırsız yeni saatlerin bilek güreşini yaşıyor.
Yıllar önce bir tren rezervasyonu için Demiryolları idaresini aramıştım. Otomatik sekreter beni beklemeye aldı. Bekletirken de bir türkü çaldı.
“Kara tren gecikir,
belki hiç gelmez” diyordu ünlü türkü…
Başka hangi ülkede demiryolları rezervasyon hattı, yer ayırtmaya çalıştığınız trenin gecikeceğini, hatta belki de hiç gelmeyeceğini bildiren bir türküyü dinletir ki müşterilerine..?
Eski zamanın, yeni saate böyle küçük oyunlarla ayak direyişini bazen hayret, bazen sinirle, ama genellikle sempatiyle izliyorum.
Hemen her büyük meydanında bir saat kulesi olan ülkemde, zamanın böyle özensiz, vurdumduymaz kullanılmasına hem şaşıyor, hem anlıyorum.
Geleneksel toplumun sabırla örülmüş acelesiz hayat gailesi, yeni gelen sabırsız zamanın hırslı mücadelesine ayak uydurmakta zorlanıyor.
Yeni hayatın hızlanan tiktakları, dünün aheste akan zamanının iki ayağını bir pabuca sokuyor adeta…
Berlin trafik ışıklarındaki kocaman şapkalı kırmızı adamın, yürüyen uzun kollu yeşile dönüvermesiyle başlayan baston sesi, eski bir zamandan gelenleri, “Hadi yürü; vaktin az” diye arkadan ittiriyor sanki…
Eskiden, insan ömrü daha kısayken, vakit daha çoktu hâlbuki…
Ne zaman azaldı böyle?..
Neden hızlandıkça artıp birikeceğine daha da hızla tükenir oldu?
Daha uzun yaşama hırsı, yaşanan her güne daha fazla şey sığdırma ihtirasını beraberinde mi getirdi?
Peki, daha hızlı demek, daha mutlu demek mi?
***
Bunları düşünürken belediyenin duvarındaki saat 13.18’i gösterdi.
Evraklarımla birlikte ayağa kalktım.
Duvarda asılı ekrana baktım.
Hayır; henüz sıram gelmemişti.
“Alman saati”, sözünü tutmamış, gecikmişti.
Gecikme tam 5 dakika sürdü.
13.23’te girdim içeri…
Benim için de yeni bir hayatın kronometresi işlemeye başladı.
“Saadeti çok, meşakkati az” eski zaman, geride kalmıştı.
Merhaba Berlin!
Almanca versiyonu ve yazının orijinali için tıklayın