Her alanın bir savaş alanına dönüştüğü, Başbakan ve Cumhurbaşkanı’ndan gelen her sözcüğün bir taarruz arzusuyla ortaya salındığı bir dönemden geçiyoruz. Türkiye artık 21. yüzyıla özgü (soğuk savaşı üçüncü dünya savaşı olarak kabul edersek), dördüncü dünya savaşının bir cephesi. Bir yanda devletin Kürdistan’da ablukayla, keskin nişancılarla, operasyonlar, tutuklamalarla, akrepler, panzerle şehir alanlarında ve sivilleri hedef alarak sürdürdüğü hukuk tanımaz savaş var. Amerika’nın Irak direnişine, İsrail’in Filistin direnişine karşı yürüttüğü liberal savaşın bir kopyası. Bir kaç senedir gene tutuklamalar, kalekol ve baraj inşaatı, TMK ve yanı sıra halkı ve bilhassa kadınları sosyal politikalarla "adam etme" savaşının bir başka yüzü.
Öbür tarafta IŞİD eliyle yürütülen ve ülkeyi ölüm alanına çevirip kan, yara, ölü ve sakat bedenler yaratan soykırımcı savaş.
Bu iki savaşın kesiştiği bölgeler Afrika’dan, Yakındoğu’ya, Güney Asya’ya oradan Türkiye’ye geldi. Elbette her biri kendi büyük göçmen dalgasını yaratarak. Yani dünya cephesi ilerliyor. Bu savaşlar sözü çok geçen Amerika-Suudi Arabistan, Rusya-İran blokları arasındaki rekabetle anlaşılamazlar. Çünkü bir yönetim biçimi olarak belli yerde yoğunlaşıp, başka yerlere bulaşarak, kendi yerel aktörlerini oluşturarak ilerliyorlar. Her hangi bir barış anlaşması ya da denge bunları bitiremiyor çünkü yönetime, güvenlik politikalarına, üretime, gündelik ve küresel sermaye üretimine içkin hale gelmişler.
Tek çare kendimizi, kurumlarımızı, toplumumuzu bu savaşlara karşı savunmak, güçlendirmek. Bu savaşlara alternatifler yaratmak.
Şu anda Türkiye’de sözde seçim sürecine bakın. Tarihe geçecek bir seçim. Bir partinin mitinglerinin bombalandığı, ona oy veren kentlerin ablukaya, karantinaya alındığı, seçilmiş belediye başkanlarının tutuklandığı, televizyon programlarına çıkarılmadığı, hakkında taammüden yalan üretildiği, eş başkanlarının yaşamlarının tehlike altında olduğu, seçim bildirgelerinin toplatıldığı bir seçim. Esad’ın, Ben Ali’nin, Mübarek’in yaptığı seçimlerin tıpatıp aynısı. Savaş seçimi.
HDP yine de büyük bir olgun Türkiye’yi daha da büyük felaketlere sürüklememek adına, 6 milyon seçmeninin hatırına elinden geleni yapmaya devam ediyor.
Akademisyenlerin geçen hafta Merkel’e yazdıkları mektup eleştirildi. Az bile yazdılar. İç hukuk mekanizmalarının tamamı tükenmiş bir ülkede, 100 küsur kişinin ölümünden oy devşirme derdinde, beyaz toroslardan bahseden bir Başbakanla, muhalefete hakaretten başka pek az şey söyleyen bir Cumhurbaşkanı’yla, yalanlarla dolu berbat ötesi bir medya gözleminde, savaş cephesine dönüştürülmüş bir coğrafyada, sanki hiç bir şey yokmuş gibi göçmen pazarlığına girişmek tam da ve en çok da Troyka’nın temsilcisi Merkel’e yaraşırdı. Barış İçin Kadın Girişimi de bu konuda bir bildiri aldı kaleme: "Ülkenize göçmenlerin kullandığı yolla gitmek istemez misiniz sayın Merkel?"
1 Kasım’a çok az kaldı. Hiç kimsenin seçim havasında olmadığını, parlamenter sisteme inancın yerlerde süründüğünü, katliamlar arasında ve böylesi gayrımeşrulaştırılmış bir seçimde sandığa gitmenin ne derece zor olacağını biliyorum. Kendi adıma seçimi savaşı geriletmek için kullanılacak savunma alanlarından biri olarak görüyorum. Her kurumu, her alanı, her anı bir savuna alanı, savaşa karşı bir barış cephesi, alternatif ilişkilerin kurulabileceği bir mücadele sathı olarak görmek dışında, dünya literatüründe dördüncü dünya savaşı denilen bu dönemden, haysiyetle çıkmanın bir yolunu göremiyorum.
*Bu yazı Yeni Özgür Politika Gazetesi'nden alınmıştır.