Hale Tenger, SALT Galata’da gençlik yıllarının geçtiği evi canlandırdı. ‘Sandık Odası’ adlı, 80’lerin baskıcı ortamını anlatan işi hakkında Tenger, şu sıralar yeni eserler üretmekte zorlandığını söyledi.
Hale Tenger Türkiye güncel sanatının en önemli isimlerinden biri. Hiç görmediğimiz, 1997 tarihli ‘Sandık Odası’ adlı işi nihayet Türkiye’de yeniden kurulup sergilenmeye başladı. Sandık Odası, SALT’ın uzun soluklu bir araştırmayla ortaya çıkarttığı, 80’lere odaklanan Nereden Geldik Buraya adlı serginin bir parçası. Galata ve Beyoğlu’ndaki iki SALT’a yayılan serginin en önemli parçası bana öyle geliyor ki Hale Tenger’in işi. 80’lerin baskıcı boğucu atmosferini yeniden hisetmemizi sağlayan güçlü bir mekan düzenlemesi. Bir yandan o baskının evin dışı kadar içinde de nasıl hissedildiğini, zaten sadece 80’lerle sınırlanamayacak bize dair bir mesele olduğunu gösteriyor. Tenger’le, SALT Galata’da buluştuk, Sandık Odası’nı ve 80’leri ve Türkiye’nin dününü, bugününü konuştuk.
HALE TENGER FOTOĞRAFLARI: MUHSİN AKGÜN
Sandık Odası 1997 tarihli bir iş ve Türkiye’de hiç görme fırsatımız olmamıştı. Bu iş nasıl ortaya çıkmıştı, onu anlatır mısın?
1996’da yanılmıyorsam, Dan Cameron bir sergiye davet etti beni ‘Enclosures’ diye. Enclosures etrafı çevrili yer, kuşatılmış, engellenmiş alan, ilişikte olma gibi anlamlara geliyor. Dördüncü Bienal’deki kulübe ve etrafı dikenli tel çevrili işimi, ‘Dışarı çıkmadık çünkü hep dışardaydık / İçeri girmedik çünkü hep içerdeydik’i çok etkileyici bulmuştu. Hatta bana ‘biraz da o iş bana bu Enclosures sergi adını çağrıştırdı’ demişti.
Bana da bu iş, Sandık Odası onu çok hatırlattı hakikaten…
Evet, içeri dışarı mevzularıyla çok uğraşıyor her ikisi de… Ben bu işi New Museum’daki o sergi için düşünmüştüm. Fakat o, 10-12 sanatçının olduğu bir projeydi ve sonra New Museum restorasyona girince daraldı. Üç sanatçıya düştü. Mekan da küçüldü. Dolayısıyla oraya ben Kefen diye başka bir proje yaptım. Hemen arkasında da San Antonio’ya, Artpace sanatçı programına katılmaya gidiyordum. Sandık Odası projemi oraya taşıdım. 1997’de orada sergilendi ve bir daha başka yerde görülmedi. Buradaki mekana göre kurguladım ve yeniden üretildi.
Sandık odası nasıl oluştu biraz daha onun detaylarına girer misin. Neden kendi çocukluğuna gitmek, neden böyle kişisel bir hikaye?
Aslında hiç kişisel bir hikaye olarak görmüyorum. Ama anlatırken bir parantez açarak ‘otobiyografik tarafı var’ı söylüyorum. Çünkü yaşadığımız aile evindeki planlara biraz sadık kalarak uyguladığım bir iş. Müzelerde dönem odaları olur ya, ancak girip arasına dolaşmana izin vermezler. Burada da o mantık var, bir dönemi yansıtmak üzere bir kurgu var. Ama içinde dolaşarak, gezerek… Mekan, eşyalar, ışık ve ses haricinde orada yaşayanların varlığı yokluğu üzerinden de bir gerilim kurguluyor, her an biri bir yerden çıkabilir gibi sanki… Bir an bir şey olmuş yok olmuşlar, ne olmuş da yok olmuşlar?
Bu dönem 1980’li yıllar…
Kullandığım radyo yayını, 1980 darbesinden sonraki ilk üç ay içinde yapılmış TRT radyo yayınlarından bir tanesi. Sadece darbe haberleri değil, futbol maçı da var. Onunla da kadın-erkek mevzusuna geliyoruz aslında. Babamdan başka hiç kimse dinlemiyordu ama o ses bangır bangır ortalıktaydı. Veya haberler işte, dibine kadar radyo açılırdı… çünkü devlet radyosu tek kaynaktı.
Bütün bunların, oluşturduğu politikaların evin içine girişi, devletin evin içine girişi, bu sınırların ne kadar aslında geçirgen olduğu gibi bir mesele var bu işte. Kendimizi ne kadar korunmalı bir alanda zannetsek bile, ev dediğimiz yerde aslında böyle bir şeyin mümkün olmadığı, o dış dünyanın bir şekilde bize sızdığı…
O dışarıdaki baskı, ağırlık evin içine de mutlaka sızıyor…
Mutlaka. Şu anda da olduğumuz gibi. Şu yaşadığımız günleri de aynen o şekilde yaşıyoruz.
Bu dışarıdan bizim evlerimize sızan bir ağırlık mı, yoksa dışarıdaki ağırlığı aslında evlerin içindeki ağırlık mı oluşturuyor?
Birbirleriyle iç içe, birbirinden ayrılamaz şeyler. Mesela o radyo yayınını evin içinde son derece yüksek sesle, herkese empoze edercesine dinlemek bir seçim. Empoze ediyorsan, empoze eden kişi oluyorsun. Şu günlerde de kim bilir ne aileler, ne despotluklar, ne baskıcı atmosferler var. Yani genelde topluma dayatılan şeyler evet var ama toplumun, bireylerin kendi kafasının içinde oluşmuş ve etrafına doğru dayattığı şeyler de var.
Mekan kurgusu nasıl hazırlandı, mesela o tuhaf orantısızlık, eşyalar arası mesafenin tedirgin ediciliği çok ilginç…
Bu işte mekan kurgusu her anlamda çok önemli. Odaların planı, ışığı ve ses hepsi birden. İlk giriş, bir duvarı yamuk ve yemek odası olarak kullanılan tuhaf bir koridor. İkinci mekana geçtiğimizde birinci mekana nazaran oldukça genişlediğini görüyoruz. Fakat oldukça karanlık, kasvetli bir atmosfer ve meknadki tek ışık kaynağı okuma yazma öğrenen çocuğun çalışma masasındaki lamba … İlk iki mekanda da floresan yani soğuk bir ışık var, renksiz denebilecek mekanlar, dolayısıyla hem ilk mekanın tam düz olmaması hafif yamuk olması, ikinci odanın gereğinden biraz büyükçe bir oda olarak tasarlanmış olması ışıklarla birlikte bir takım etkiler yaratmaya başlıyor. İkinci mekanda yani yatak odasında radyo sesi hala geliyor ama yemek odasında olduğu gibi bangır bangır gelmiyor. Derken üçüncü son mekan sandık odasına giriliyor. Sandık odası aslında diğer iki mekana göre en dar, dolayısıyla en huzursuz hissedilebilecek bir mekan. Halbuki sıcak ışığı ve insanı karşılayan renk ve doku bombardımanı ile çok davetkar. Ki buradan hemen gene “Dışarı çıkmadık çünkü hep dışarıdaydık…” adlı iş geliyor akla. Oradaki de insana daral getirebilecek küçücük bir kulübedir ama içeride manzaralı takvim yaprakları, şelaleler, çiçekler, neşeli şarkılarla dolu hoş bir hayat vardır. Bu sandık odası da çok benziyor ona, yani o kulübenin dışarısını saran dikenli telli ortama göre sunduğu sahte huzur gibi diyeyim…
Sandık odası geçmiş, çocukluk, hafıza onlarla barışmak gibi bir şey mi?
Değil, benim için orası bir sığınma alanıydı. Evin genelinin tedirgin ediciliğinden kaçılabilecek, saklanılabilecek göreceli olarak korunmalı bir alan. Yaratıcılık korunaklılık gerektirir. Kendi kendine kalman gerekir. Fikirlerin projelerin çıkması için kendi kendine ait alanlar ve anlar yaratman gerekir.
Anlıyorum ki Hale Tenger için çocukluk, gençlik biraz gerilimli ve tedirgin. Sandık odası ise saklanılan bir yer.
Saklanılan değil de sandık odası bana dünyalar sunan bir yerdi. Evin daha gergin atmosferi içinde bana konfor sunan bir yerdi. Evin gerginliği tabii Türkiye’nin gerginliği ile de alakalıydı. İşte darbeler olur, Kıbrıs’a çıkartma olur, her dakika bir şey olur… Okullardaki baskıcı atmosfer de bunun bir parçası. Çocukların okuma yazma öğrenmesi, ‘er ölür adı kalır’ gibi laflar, bağımsız olmadığını bildiğimiz mahkemelerin “mahkemelerin bağımsızlığı” olarak öğretilmesi. Yani eğitim dediğimiz şeyle nasıl yapılandırıldığımız, nasıl şekillendirildiğimiz konularına da pencere açıyor bu iş.
Nereden Geldik Buraya? Sergisinin adından da anlaşılan şöyle bir yaklaşımı var: Bugünkü hayatımızın temelleri hep 80’li yıllarda atıldı… Sen bu önermeye katılıyor musun?
80’ler diye sırf ayırmak mümkün mü emin değilim. Çünkü zincirleme, mesela ‘darbeler’ dediğimizde zincirleme darbeler yaşanan bir ülkedeyiz. Ben bugünü de ayrı düşünemiyorum. Serginin adı “Nereden Geldik Buraya”. Öyle bir döneme denk geldi ki ‘bir yere geldik mi?’. Nereden geldik buraya mı yoksa bir yere gittiğimiz var mı? Bir yere varabildik mi? diye sordurtan bir dönem. Ben 80 darbesi sırasında 20 yaşında falandım ve o tabii ki hala çok canlı benim için.
Ne yapıyordun 80’li yıllar boyunca, sanat öğrencisi miydin?
Hayır. Önce Boğaziçi Üniversitesinde Bilgisayar programcılığı okudum ben, iki sene. Tam 79 da girdim, 1979-1980 ilk senemdi.
İhtilal olduğunda sen bilgisayar programcılığı okuyordun… Türkiye’nin ilk bilgisayarcılarından biri olmaya aday bir genç kadındın yani…
Evet, ama yapamayacağımı da anlamıştım. Güzel Sanatlar’a gitmek istemiştim ama nasıl olur hiç fikrim yoktu. Birinci tercihe BÜ Bilgisayar Programcılığı yazdım, hiçbir fikrim olmadan. Yapamayacağımı anladım ama ailem de ‘Nasıl olsa iki senelik program, oku sonra ne yapmak istersen biz seni destekleyeceğiz’ dediler.
Peki şimdi sormadan edemeyeceğim, bilgisayarlarla aran iyi midir?
Hiç iyi değildir. Boğaziçinde’ki ilk senemde part time bir bilgisayar işinde çalışmış ve böyle masa başında oturamayacağımı anlamıştım.
Peki nasıl hatırlıyorsun 80’li yılları, yaşadığın hayatı, İstanbul’u?
İzmir’de geçen 80’nin öncesinin de karanlık yönlerini hatırlıyorum. Yani biz tabi çok gençtik, gülüyorduk, geziyorduk meziyoduk vesaire… Ama o karanlık atmosferi hatırlıyorum. Karşıyaka’da oturduğumuz evin önünden yürüyüşler başlardı. Bütün yürüyüşler oradan başlardı. O gerginliği hissediyordum ama yaşantıma çok yansımıyordu açıkçası. Boğaziçi nispeten korunaklı bir alandı. Baskınlar, kitap toplamalar filan oluyordu tabii ama gündelik hayat da devam ediyordu. Akademiye geçince çok daha şaşırmıştım, çünkü ortam olarak çok daha baskıcıydı. Boğaziçi ortamıyla beni çok açmıştı, kulüpleri, öğrenci faaliyetleri vesaire… Akademi’den ise hiç memnun kalmamıştım, ortamı sıkıcı bulmuştum. Ben politik bir öğrenci değildim. Bir kere Barış Derneğinin bir toplantısına katılmıştım falan ama yani yürüyüşlere gideyim, pankart açayım falan öyle bir tip değildim.
Bugün sen çağdaş sanatın, kavramsal işlerin Türkiye’deki önemli sanatçılarından birisin. 80’lerdeki Akademi yıllarında şimdiki işler kendini gösteriyor muydu?
Ben seramik bölümündenim. Beş seneliklerdendik biz. Seramik bölümü içinde de çok tutuculuk vardı, biraz heykele meyil eden işler yapmaya başladığımda tepki alıyordum. Bana “sen ne yaptığını sanıyorsun, heykel mi yaptığını zannediyorsun” diyen hoca bile olmuştu açıkçası! Sarkis bizim bölümdeydi, çok acayip işler yapıyordu ve onu çaktırmışlardı mesela. Halbuki bence kavramsal ve seramiğin dünyasında çığır açan işlerdi. Benim dönüşüm noktam Akademi’den mezun olduktan sonra British Council’in bir bursuyla İngiltere’ye seramik heykel üstüne mastıra gitmemle oldu. Gittiğim seramik bölümü benim önümü çok açtı. Öğrencilerin ihtiyacına göre kapı açan bir bölüm başkanımız vardı. Orada benim malzeme skalam çok genişledi, kaynak yapmayı, bronz dökümü orda öğrendim. Tabii en önemlisi adam yerine konuyorsun. Orada sen bir bireysin.
Senin işindeki o bunaltıcı atmosferi çağrıştıran bir atmosfer var bugünkü Türkiye’nin sokaklarında. Serginin adı ‘Nereden Geldik Buraya’, ‘o geldiğimiz yer bir yer mi ki?’ diye soruyorsun ama işte böyle bir yere geldik. Sence nasıl bir Türkiye’de yaşıyoruz şu sıralar ve neden böyle oldu?
Değişemiyoruz. Türkiye bir türlü değişemiyor. Tam yavaş yavaş değiştiği kanaati oluşmaya başlıyor, buna inanacak gibi oluyorsun, ‘hop! o öyle değilmiş meğerse’ oluyor. Ben 55 yaşındayım ve bugüne kadar gördüğüm bu, başka bir şey göremedim.
Neden değişemiyoruz?
Belki Osmanlı’ya kadar gidiyor işin ucu. Bu kadar dişlilerin dönemediği, bu kadar gacır gucur olan şeyin kökleri Osmanlı’da belki. Her şeyi konuşmak lazım, tarihimizdeki bütün ayıpları konuşmalı, halının altına süpürülen her şeyi. Osmanlı dediğimiz şey şimdilerde çok iyiymiş gibi lanse ediliyor. O döneme dair bir özenti, nostalji pompalanıyor. Ama hiç de nostaljisi yapılacak bir dönem değil halbuki. Çok uzun yılların birikimi var problemlerimizde, en başta bilime ve iyi eğitime verilmeyen önem.
Peki geçmişle yeterince yüzleşilse Türkiye değişmeyi başarır mı?
Hrant Dink öldürülmeden önce, bir takım televizyon programlarına çıktığında konuşmalarını dinlediğimde ‘bazı kapılar açılıyor, iyi bir şeyler olacak galiba’ ümidi doğuyordu içime. Ben saf bir şekilde ‘siyasi cinayetler bitti artık Türkiye’de diye de inanıyordum. Derken Hrant Dink katledildi. Şimdi ise korkunç Ankara katliamı oldu. Öncesi Suruç, Diyabakır. Her an her dakika birileri öldürülüyor. Çarklar gidiyor geliyor aynı yerde kilitlenmiş duruyoruz, bu çok çok acı bir şey. Yüzleşme kolay bir şey değil ama bu kadar direnç gösteriliyor oluşu ümitsizlik yaratıyor. Tek çaremiz yüzleşmek ama sadece geçmişle değil şimdiyle de.
Orhan Pamuk’un Nobel’i üstüne, balonlarla dünyanın üstünde uçtuğu sevinçli bir işin vardı. Senin işlerini düşündüğümde böyle umut dolu bir tek o işin geliyor aklıma…
Evet, hep kasvet… Ama keşke olmasa. Mesela Sandık Odası’nı kuralım dediklerinde çok sevindim. Ah ne güzel, olmayan bir iş yirmi sene sonra yeniden kurulacak diye. Ama biz o sırada açılım konuşuyorduk, Kürt açılımı filan, umutlar içindeydik. Derken serginin açılışının denk geldiği tarih başka bir dönem oldu. Kürt Açılımı hızla rafa kalktı. Sanki hızlı çekim gibi seri katliamlar başladı. Aslında hep acayip yaşıyoruz biz. Sürekli travma altındayız. Bir çok kişi gibi ben de çok etkileniyorum. Son zamanlarda inanılmaz bir endişe küpü halindeyim. Oysa kişisel yaşamımda bu derece endişelenmemi gerektirecek hiçbir şey olmamasına rağmen, çok ama çok endişeliyim. Büyük ihtimalle çok kişi böyle. Türkiye’nin son deree gergin ortamı hepimizin gündelik yaşamını etkiliyor. Sırf Türkiye değil tabii, Suriye, başka coğrafyalar, göçmen trajedileri… hiçbir yerden iyi haber alamıyorsun.
Oysa işini yapıyorsun…
Hayır şu sıralar işimi de yapamıyorum. İki eski işimin tekrar ortaya çıkması çok iyi geldi tamam. Şimdi yeni işlere girişmem gereken bir dönemdeyim. Ama içimde bir direnç var. Tuhaf bir şekilde… Bir rüya gördüm. Aylin Vartanyan’a anlattım. Bir sınava girecekmişim. Sınavı da Aylin Vartanyan yapıyormuş. “Bu ne sınavı?” diye soruyorum birilerine “Voort” üzerine diyorlar. Voort ne demek ben bilmiyorum. Sabah uyanınca internete girip baktım ‘voort’ Eski İbranicede ‘kelime’ demekmiş, bir de vaaz vermek filan gibi anlamı var… Ben de bir müddettir ‘kelimesiz kaldığımı’ düşünüyorum. Halimi soranlara ‘kelimesiz kaldım’ diyorum. Kelimesiz kalırsan nasıl iş yaparsın? Kendimi öyle hissediyorum, çok daral geldi. Çünkü bak, demin, iki dakika oturuyoruz bir masada biri diyor ki evimi satıyorum gideceğim, öbürü diyor Yunan Adası’na kapağı atacağım filan… Böyle konuşmalar sardı etrafımızı.
Kelimesiz kalma, etrafını kuşatan bir çıkışsızlık ve umutsuzluk halinden kaynaklanıyor.
Evet öyle. Çok etkileniyorum. Bir de benzer şeyleri kaç defa söyleyebilirsin. “Böyle Tanıdıklarım Var 3” diye bir iş yapmışsın. Bir kere yaparsın aslında. “Sikimden Aşağı Kasımpaşa Ekolü”… bilmem ne? Daha kaç kere bu minvalde iş üretebilirsin.
Peki tekrar neşeli ve umutlu bir iş görme ihtimalimiz hiç mi yok?
Böyle Tanıdıklarım Var 3, Arter’de sergileniyordu. O zaman İzmir’den annem geldi, işimi görmek üzere içeri girdi ve ağlamaklı olup “Ben daha fazla bakamayacağım” diyerek serginin devamını gezemeden çıktı. Sonra bana dedi ki “Söz ver bana, bir sonraki iş biraz eğlenceli bir şey olsun.” Bende onun bu lafı üstüne dans eden maymunları yapmıştım. Ama onu yaptım sonra Gezi oldu! Hemen arkasından gaz yiyen maymunları yaptım. Şimdi bakalım nereye doğru yuvarlanacağız… ama barışı ümit etmek zorundayız.
Bu haber 21.10.2015'te Radikal'de yayınlanmıştır.