Close Menu
Siyasi HaberSiyasi Haber

    Subscribe to Updates

    Get the latest creative news from FooBar about art, design and business.

    What's Hot

    Gazetecilik “ayarı” verilmez, etik hatırlatılır

    27 Aralık 2025

    Humus’ta Alevi camisine bombalı saldırı: En az 8 ölü, DEM Parti’den kınama

    27 Aralık 2025

    Muş Alparslan Üniversitesi’nde öğrencilere saldırı: Fail serbest, mağdurlar kentten ayrıldı

    27 Aralık 2025
    Facebook X (Twitter) Instagram
    Facebook X (Twitter) Instagram
    Siyasi HaberSiyasi Haber
    • Güncel
      • Ekonomi
      • Politika
      • Dış Haberler
        • Dünya
      • Emek
      • Kadın
      • LGBTİ+
      • Gençlik
      • Ekoloji ve Kent
      • Haklar ve özgürlükler
        • Halklar ve İnançlar
        • Göçmen
        • Çocuk
        • Engelli Hakları
      • Yaşam
        • Eğitim
        • Sağlık
        • Kültür Sanat
        • Bilim Teknoloji
    • Yazılar

      Gazetecilik “ayarı” verilmez, etik hatırlatılır

      27 Aralık 2025

      Devletten kadınlara 11. Yargı Paketi mesajı: “Sizi korumak önceliğim değil”

      26 Aralık 2025

      Şam ile Rojava arasında “anlaşma” krizi

      26 Aralık 2025

      Dekolonizasyon şart abiler*

      24 Aralık 2025

      Hafıza ve pozitif barış; Barış Anneleri

      23 Aralık 2025
    • Seçtiklerimiz

      Piyangocu Meryem hepimiz için ilham kaynağı

      26 Aralık 2025

      Manisa’da işçiyi savuran o şiddetli fırtına!

      23 Aralık 2025

      İklim krizi gökte mi, yerde mi?

      22 Aralık 2025

      Neoliberal güvencesizlikten geç faşizmin belirsizlik rejimine: Emekçilerin askıda kalan hayatları

      19 Aralık 2025

      Misafir işçi programları işgücü sömürüsünün aracıdır

      17 Aralık 2025
    • Röportaj/Söyleşiler

      Piyangocu Meryem hepimiz için ilham kaynağı

      26 Aralık 2025

      Avrupa Süryaniler Birliği: “Noel Bayramı eşit yurttaşlığın bir gereğidir”

      24 Aralık 2025

      Duygusal Olan Politiktir – KESK’li Kadınların Mücadele Deneyimleri

      24 Aralık 2025

      Özlem Tolu: 2026 bütçesi eğitimin daha fazla piyasalaşacağı bir dönemin habercisi.

      15 Aralık 2025

      Onur Hamzaoğlu: “Sağlık Bakanlığı’nın bütçedeki payı yüzde 15’in altında olmamalı”

      13 Aralık 2025
    • Dosyalar
      • “Süreç” ve Sol
      • 30 Mart Kızıldere Direnişi
      • 8 Mart Dünya Kadınlar Günü 2022
      • AKP-MHP iktidar blokunun Kürt politikası
      • Cumhurbaşkanlığı Seçimleri
      • Ekim Devrimi 103 yaşında!
      • Endüstri 4.0 üzerine yazılar
      • HDK-HDP Tartışmaları
      • Kaypakkaya’nın tarihsel mirası
      • Ölümünün 69. yılında Josef Stalin
      • Mustafa Kahya’nın anısına
    • Çeviriler
    • Arşiv
    Siyasi HaberSiyasi Haber
    Anasayfa » Taziyenin İflası

    Taziyenin İflası

    Siyasi Haber27 Ekim 2015
    Facebook Twitter Pinterest LinkedIn WhatsApp Reddit Tumblr Email
    Share
    Facebook Twitter LinkedIn Pinterest Email

    Göksel Ilgın yazdı: Taziyenin İflası

    GÖKSEL ILGIN-Diğer Yazıları 


    Not: Bu metnin yazımı Suruç Katliamı’nın hemen akabinde başlamıştı. Ancak, yaşanmış olaylar üzerine tespitler geliştirme çabası taşıyan bir metin için somut veri elde edecek kadar zaman geçmemişti ve acımızın tazeliği nedeniyle duygusal tezahürlere yine böyle bir metin için lüzumundan fazla yer açma riski taşıyordu. Ankara’daki patlamanın ardından bir dizi manidar tekerrürün su yüzüne çıkmasıyla daha da netleşen manzaralar ve Türkiye’de duygusal serzenişlerden sakınabileceğimiz bir zaman aralığı beklemenin nafileliğini bir kez daha idrak etmemiz nedeniyle ertelemekten vazgeçip başlangıçtaki riskler sürse de yazmaya karar verdim.


    Kendinden menkul bir sevme pratiği var mıdır? Bu pratiğin nesnesi nedir ve seven özne nasıl seçer sevgi nesnesini? Başka bir ifadeyle; insanı, en dar ihtimalle sadece ve sadece yaşama hakkına asgari bir saygı hissedecek ölçüde sevmek insan olmanın en temel niteliği midir? Özümüz, fıtratımız mıdır ki bu tanımlı nitelik iptal olduğunda insan türüne aykırılıkla malul görülür sevgisini yitiren? Sahi, var mıydı sabit bir özümüz? İdeolojilerden münezzeh, her tür politik vakadan izole, tarihsiz ve popülerleşen tabiriyle “ama”sız, “fakat”sız bir sevme pratiği mevcut mudur gerçekten; yoksa idealini aşerdiğimiz bir varoluş biçiminin bugündeki imkansızlığı mı gıdıklıyor aklımızı? Ne yazık ki vaziyet bir akıl gıdıklanmasından hallice vahim!


    Cumhuriyet tarihinin başından beri defalarca tanık olduğumuz ve konjönktürel nedenlerle (maalesef) etkileri bugün daha da ayyuka çıkan, Suruç’tan Ankara Barış Mitingine varan kısa aralıkta yenileri gerçekleşen katliamlar, toplumsal kesimler arasında yarılmaların farklı yüzlerini açığa çıkarıyor. Daha cenazeler defnedilmeden, acılar kor ateş gibi sıcakken geleneksel bir taziye terbiyesine dahi meyletmeyenler, ölü sayısını kafi bulmayanlar, katillere rahmet dileyenlerle baş başa kaldık. Anlaklarımız “insan ve sevgi”nin mutlaka kesiştiği bir şemaya oturtmaya çabalıyor trajediyi. İdrak kuvvetimizi zorluyoruz öldürme övgüsünün rastgele ağızlarda tecessümünü usa vurabilmek için. Öfke geziniyor ruhumuzun kıvrımlarında! Hayli karışık duygular içindeyiz; zira öldürme övgüsüne hiç de yabancı değiliz.


    Sessiz kalma ya da övme/sevinme biçiminde gelişen, katliamlar karşısında net bir olumsuzlamadan uzak veya olumlayıcı tutumlara yönelik eleştirilerin çoğunun ortak mottosu; “kim olursa olsun, kimden olursa olsun, bir insanın ölümüne üzülmemek insanlığa sığar mı, bu nasıl bir sevgi/insanlık yoksunluğu?” sorgularıyla özetlenebilir. Sırtını mutlak ve özsel bir insan sevgisine dayayan bu serzenişlerde nişan alırken kapanan tek gözün zaafı sırıtıyor yine. Sözgelimi, terörist oldukları iddiasıyla ölmelerinde mahsur görmeyenlere, Suruç’ta ölen gençlerin Kobane’ye oyuncak götürdüklerini vurgulayarak bir “yazık oldu çocuklara” psikolojisi muştulamakta sorunlu bir yan yok mu? Kobane’ye elinde oyuncak değil, IŞİD mezalimine karşı silahla giden gencecik çocuklar için ne diyeceğiz o halde?! Sonsuz ve sabit bir değer olarak “sevgi”yi, üstelik de tepeden tırnağa “birey edimi” olarak sevgiyi baz alarak ölüm/katil övgülerini “insanlık dışı” ilan edişimizde bir ideoloji körlüğü sezilmiyor mu hakikaten? Üstelik sevme pratiği ideolojik eklemleyicilerin olağanca kudreti altında sürekli yön değiştirebilirken sevgiden medet ummak! Mülke malik icat olduğundan beridir, hele ki kapitalizmin sınıflı toplumunda, bireyliğin “kahredici kölelik dayatması” altında bugün gördüğümüz, tüm gafletleriyle insan olma hallerinin tam da kendisi değil midir?


    Kabul etmeye gönlümüz el vermese de sevme pratiği, tüm diğerleri gibi ideolojik ibrelerle vuku bulur. Tüm insanlığı kucaklama fikri ne kadar ideolojikse, vatan-millet-sakarya, mümin kardeşliği gibi söylemlerin işaret ettiği, dünya halklarının belli bölüklerini kutsiyetle sevme pratiği de bir o kadar ideolojik değil mi? Tüm ideolojik aygıtlardan münezzeh, kendi başına var olan bir üst değer olarak sevgiden bahsetmek, üstelik sınıflı toplumlarda, imkanlı mı? Bu noktada işaret etmeye çalıştığım, kendi duyarlığını dışa vururken, diğerini eleştirirken “yaşama hakkına koşulsuz saygı ve insan sevgisi”ni öne çıkaran kişilerin veya politik taktiklerinin uzantılarında benzeri argümanları işlevlendiren siyasi toplulukların eleştirisi değil. Güncel-pratik taktikler düzeyinde birtakım popülist öğelerin barınması elbette anlaşılır bir durum. Ancak, Kıvılcımlı’nın taktik-stratej [1] ayrımı/ilişkisini hatırlayarak, sokakta (ve artık sosyal medyada) yankılanan seslerin içerildiği politik taktiklerin, yeni bir toplum kurma iddiası taşıyan stratejiler içinde konumlanışı ve hatta bu stratejilerin varlık/yoklukları, bilimsel bakiye ve güncellikleri sorgulanmalıdır. Aksi takdirde “taktiğin, stratejinin (belki de çoktur olmayan) yerini alması” şeklinde de ifade edilebilecek, bilimsel üretimle mesafesi ciddi oranda açılmış politikanın günlük kailelere sıkışma hali mutlaklaşacak ve iddiaları geleceksiz kalacaktır.


    Katliama Övgü veya “Susuş Kumkuması”nın Nedenlerini Düşünmek


    Kapitalizmin en kalın çizgili izleri elbette, sömürünün vahşetinde, emek gücü gaspının felaket dolu neticelerinde, sınıflar ve sınıfsal konumlar arasındaki kanlı kavgalarda gözlenebilir. Ancak, öyle bir zamana erdik ki gerçekliğin deneyimi açısından gerçek kanın, bir metafor olarak kan kadar gerçek görün(e)mediği bir toplum pratiği tahlil gücümüzü sınıyor. İdeolojik çarpışmanın sertlik raddesi, toplumların, dünyayı kurtaracak sihirli gerçeği arayışındaki çaresizlikte gözlemlenebiliyor ve gerçek belki de tarihte hiç bu kadar çok tanımlanmamıştır(!) İnternet ortamında cenaze fotoğraflarının altında “ağlayan yüz ifadesi” paylaşmakla, belli-başlı sanal mecralarda bulun(a)mayanların “dünyada yok” hükmünde görülmeleri arasında salınan bir gerilim taşıyor bugün gerçeklik hissimiz. “Dolaysızca yaşanmış olan her şey, yerini bir temsile bıraktı”[2] diyen Debord’u destekler biçimde; canlı tanıklık ile dolayımlanmış tanıklık arasındaki sınır günbegün eriyor ve hatta gerçeklik algısı, adımlarını ikincisi lehine sıklaştırıyor. Üstelik bugün toplu ölümlerle sonuçlanan katliamlarla kör göze parmak halini alan bu durum pek de yeni değil. Evrensel sandığımız ya da öyle olması gerektiğini savladığımız “insani değerler silsilesi” oldukça uzun bir süredir birbiriyle kesişen anlam haritalarında ölçek bulmuyor. Yani, olası sohbetlerde herkesin söylevi hala en yüce insani değerlerden dem vururken gerçekleşen; bir iletişim halinden ziyade toplu monologları andırıyor!


    Marx’ın, kapitalizmin çekirdeği olarak gördüğü meta mübadelesi üzerine tahlilleri söz konusu gerçeklik-temsil (ve dolayısıyla ortak değerler) krizinin köklerini ele verir nitelikte. İnsanlar arasında canlı, maddi ilişkilerin “şeyler arasında düşsel bir ilişki biçimine bürünüyor”[3] olmasının ifadesi olarak “Meta Fetişizmi”, kapitalizm koşullarında insan öznenin, kendisiyle ve tüm Şey’lerle arasında kurduğu anlamlandırma etkinliğinin ideolojik döngülere tabiyetini açıklar. Maddi ilişkilerin, şeyler arasında düşsel (imaginative) ilişkilere tahvil olmasıyla; bugün belirli bir imgeyle eşleşen herhangi bir varlık/oluş yarın bambaşka anlamlarla donanabilir ki yüzlerce örneğe sosyal medyada yer alan “viral” paylaşımlarda rastlamak mümkün. Keza, Marx’ın yine fetişizm bahsinde arz ettiği “…insan beyninin ürünleri, bağımsız canlı varlıklar gibi görünür ve hem birbirleriyle, hem de insanoğlu ile ilişki içine girerler” tespiti de (zorunlu biçimde iki yönlü olarak) ekonomik-ideolojik[4] bir döngü içinde vuku bulan meta mübadelesine dayandırılmaktadır. Burada, bugün devlet erkanının popüler tabiriyle algıların yönetilmesi kavramı üzerinden veya meta fetişizmi bağlamında bir “edilgen kitlelerin aklı yönetiliyor” narası atmakla ilgilenmiyorum elbette. Aksine, Gramsci ve Hall çizgisini izlemeye çalışarak; madde (ve tinsel uzantıları) ile onun imgelemi arasındaki gerilimleri farklı sınıfsal konumların hegemonik dengeler içinde ekonomik-ideolojik çarpışmalarının sonuçları olarak değerlendirmek tam da metaların fetişizmi tahlilinden yola çıkabilir. Bunca sözün ardından bir ara-özetle denebilir ki; düşünceyle maddi dünyanın ilişkisi fetişizmden nasibini aldıktan beri birinin ak gördüğü başkasının nazarına kara düşer ki bu basit bir görelilik durumu gibi görünen mesele[5] sınıfsal çelişkilerin, kapitalizme özgü, görünmez kılıklı, sert yüzüdür.


    Sözgelimi; evvela andığımız üzere, bulunduğumuz coğrafyada ölüm haberlerinin her halükarda can yakıcı tezahürler doğurmasını beklemek pek olası değil. Bunu tek tek bireylerin sevgisizlikleri, insani niteliklerden yoksunluklarıyla açıklamanın kör yanları aşikar. Toplumun büyük çoğunluğunun bir ortak değerler silsilesinde mutabık olmasının önünde çok sayıda engel mevcut ki bu engellerin tamamı sınıfsal konumların çarpışmalarını işaret ediyor. Çarpışmalar, sıradan veya olağandışı tüm vakalarda farklı toplumsal kesimlerce farklı ideolojik eleklerden/ölçeklerden geçen kültürel kodlarla işliyor. Terörist ilan edilenlerin ve siyasi temsilcilerinin öldürülmelerinde beis görmeyen fikir teatisi rahatlıkla vatana ihanet, lanetlenmiş kabahatler, toprak-töre-namus gibi motiflerin bezendiği çeşitli söylemlerden beslenebilir. Böyle bir söylem bir kez pratik karşılık bulduğunda dahi herhangi bir meselenin “lanetlenmiş kabahatler” parantezinde görülmesi olası hale gelir. Dolayısıyla, “öldürülmesi müstehak olanlar” listesinde yer alan lanetlilere, kadim taziye geleneklerinin incelikleri reva görülmeyebilir.[6] Ölü bedene işkence sahnelerini hınç hezeyanlarıyla olumlayanları da gördük değil mi? Ne var ki bu katil övgülerine tanıklık eden kimselerin; “içinde insan sevgisi olmayan, dolayısıyla da insan sayılmaması gereken” bu cenaha karşı ilan ettiği savaşkan dil de öldürme övgüsünü barındırabilir/barındırıyor. Oysa ölüm hukukuna dair böylesi sert sözlerin sahipleri aynı zamanda alelade bir sohbette insanın en kutsal hakkının yaşamak olduğunu savunuyor ve hatta hiç tanımadığı birtakım insanların ölümleri için gözyaşları döküyor olabilir. Zira ölüm ile ölüme ilişkin imgeler arasında eklemlenen ideolojik göstergeler ölüme tanıklık pratiği açısından farklı deneyimleri mümkün kılıyor ki imgeyle maddesi arasındaki çarpık mesafe Marx’ın “Fetişizm” şeklinde addettiği örüntüden besleniyor.


    Türkiye toplumunun netameli hususlarda, ortak değerler etrafında çekim kuvveti yaratmaktan aciz “ortak duyu”suna dair güncel tespitlerinde Necmi Erdoğan, finans-kapitalin neo-liberal kasırgası altında yaşama tutunmaya çalışanlarla, güvenceli ve görece konforlu yaşam standartlarından ödün vermeme kaygısının motive ettiği kesimlerin gündelik çıkar çarpışmalarından söz ediyor. Farklı sınıfsal konumların, çıkarları uğruna “mübah” gördüklerinin uzun mu uzun listesiyle birlikte… Toplumun kurucu bağlarını sorgularken olağanüstü vakalara, katliamlara rağmen “gündelik hayatın hiçbir şey olmuyormuş gibi devam ettirilebildiği bir yerde negatif de olsa asli bağ”ın[7] “suç ortaklığı” olduğunu öne süren Erdoğan görmeme ya da görmezden gelmeyi besleyen pratik ideolojiye yöneltiyor dikkatini:


    “Türkiye toplumuna” damgasını vuran bir “suni dengeden” veya “ortak duyudan” söz edeceksek, bunun önemli bir bileşenini kendini gerçekten aktif ve sorumlu bir özne olarak görmeme üzerine kurulu pratik ideoloji oluşturuyor. Ezilenlerin ayakta kalabilmek için kaçınılmaz olarak başvurdukları taktik ve hileleri bir tarafa bırakırsak, yasanın etrafından dolaşma, yasayla asalakça bir ilişki kurma veya yasanın dayattıklarını dert etmeden kendi hayatını sürdürmeyi doğallaştıran bu pratik ideoloji yasayı aşmak veya değiştirmek için ortak bir irade geliştirmenin önüne ciddi bir engel olarak çıkıyor.”


    Muhtemelen, Erdoğan’ın tespit ettiği üzere, gündelik hayatın önemli ölçüde sarsılmaksızın kendini sürdürdüğüne Ankara’daki katliamın hemen ertesi gün bile hepimiz gözerimizle şahit olduk. Manzarada fetişistik biçimlerde oynak-muğlak-kaygan hale gelen anlam haritalarında maddi ilişkilere damgasını vuran; sınıfsal konumların (belli sınırlarda zorunlu diyebileceğimiz) çıkar-fayda-benlik kaygıları somutlaşıyordu. Ankara’da ilk cenaze törenlerinden geri dönen kalabalığın kenarındaki parkta, kış bastırmadan belki son güneşli hafta sonundan istifade mangal yakanlar, internet ortamında paylaştığı patlama haberlerinin hemen akabinde fiyakalı bir profil resmi paylaşarak “kendini çok havalı hissediyor” seçeneğini tıklayanlar, başta salon kirası olmak üzere muhtelif masrafları peşin ödendiği için tarihi değiştiril(e)meyen düğünlerde dans edenler,[8] velhasılıkelam gündelik yaşamın güvenli sıradanlığına sığınarak tüm olağanüstülerden ari kalmayı garantileyenler…


    Serbest zaman ve çalışma zamanı arasındaki (kapitalist) gerilim (Kıvılcımlı lisanıyla kapitalizmin zamanı fethi) çalışmak zorunda olanları; berbat hayatlarını (ki neyin berbat olduğu meselesi değişkenlik gösterse de söz konusu kapitalist koşullarda çalışmaksa, bir ortak payda bulmakta pek güçlük çekmeyiz) bir miktar daha katlanılabilir kılmak adına, serbest zamanı bir izolasyon alanı olarak kurgulamaya itekler. Hayatın boğucu yüzlerinden “Kopma” etkisi sağlayarak çeşitli mutluluk kurgularını gerçek mutsuzlukların yerine ikame eden gündelik hayat tüm olağanüstüleri ya öteler ya da içine emerek sıradanlaştırır.[9] “Neden bizim başımıza gelmiyor böyle şeyler?” şeklinde işitilen kuşkucu-temkin dolu soruyla olağanüstü vakaları değil de vakaya muhatap olanı sorgulayan ses gündelik hayatın bağrından yükselerek sıradan-güvenliyi kutsar, kendini güvenceye alır. Söz konusu özne, sıradanlık kurgusunun karşısında olağanüstü gerçek’i kendi dünyasına dahil etmeye rıza göstermez ve kurguyla gerçeği birbirine ikame eder. Ankara’da “terör yandaşları”nın, şükretmek bilmeyen huzur bozucu eylemcilerin (ne olmuş, ben de yoksulum ama sokağa çıkıp cam çerçeve kırıyor muyum?), en iyi ihtimalle birtakım “tekinsiz insan”ların ortasında bir bomba patlamış? Bir televizyon haberi; 100’den fazla ölü var. Televizyon başında “lanetleyecek” odak da belirlendiyse, gündelik yaşamda birkaç gün “yahu, nasıl bir memlekete dönüştü buralar” biçiminde sohbetlere bol komplo teorisi malzemesi tedarik edilmiş olur. Aman düşman başına! Bizden ırak, cehenneme direk!


    Mutluluk arayışının sefalet dolu pratiklerle olsa da güvenli biçimde sürdürülebildiği gündelik hayatın, sıradan olanı parlatma prensibinin bugün önemli payandalarından biri elbette medya. Aygıtları toplumun belli kesimlerince aktif biçimde kullanılmıyorsa da sosyal medyanın (facebook, twitter, instagram vs.) televizyon ve gazeteler üzerindeki ağırlığı ciddi ölçülere ulaştı. Benjamin’in 20. Yüzyılın ilk yarısında, hikaye anlatıcılığının sonu, enformasyon çağının başını işaretlediği modern zamanlarda, iletişim akıl almaz bir hıza erişti. “Zamanın önemsiz olduğu zamanlar”ın[10] geride kaldığını belirterek sınırları silikleştirmeye kabil olacak “hız” nosyonunu imleyen Benjamin, yalnızca ‘yeni’ olduğunda değer taşıyan enformasyonun, zaten “uçucu” olan “geçmişin gerçek imgesi”nde yaratacağı tahribatı öngörüyordu.[11] Her şeyin “hep değiştiği ama hiç değişmediği” bir atmosferde, “yeninin” ışık hızıyla eskidiği çağda bakmakla görmek arasında, gerçekle temsil arasında derin dehlizler mevcut artık. Diyarbakır’da, Suruç’ta ve daha dün Ankara’da gerçekleşen katliamlar nüfusun büyük çoğunluğu için birer enformasyon yığını; ölü-yaralı sayıları, kriminal açıklamalar, patlamanın kurbanlarına dair trajik-dramatik anlatılar… Bir internet ekranından hızlıca geçen bildirimlerin belleğe ancak tortu miktarda yerleşen izleri… Hepsi gerçek kefesine yerleşse de asla canlılaşmayan imge kolajları… “Ölmeden görmemiz gereken 101 tatil mekanı” başlığında ölmek ifadesi ne kadar ciddiyet taşıyor ve hissediliyorsa, “Kanlı katliamda 100’den fazla ölü!” başlığındaki “ölü” de o kadar etki sahibi!


    Katliama övgü ve “susuş kumkuması”, sözünü ettiğimiz toplumsal, sınıfsal, iletişimsel örüntülerin etki alanını gösteriyor; yani kapitalizmin/modernizmin saldırı gücünün ulaştığı raddeyi, bireyliğin eriştiği şatafatlı tahtı… Güncel bir karşı-hegemonya hedefi tüm diğer mücadele unsurlarının yanı sıra gözünü, bugünün ortak duyusuna karşı büyüteceği, çekim kuvveti haline getireceği değerler silsilesine dikmeli. Kültürel-politik eğilimlerden yoksun, dar-ekonomist yaklaşımların toplumun tüm mikro hücrelerini dikey-dizilimlere tabi kılan ayrımlara müdahale olanağı sanıldığından daha da kısıtlı görünüyor. Yalnızca katliamların kendisinin değil, sonuçlarının gözümüze soktuğu toplumsal formasyonun dehşeti, mücadelenin boyut genişlemesinin zorunluluk delillerini taşıyor. Bugün ölümler karşısında tanık olduğumuz sessizlik maalesef, kadim taziye geleneklerinden arta kalan, çocukluğumuzda mahalledeki cenaze nedeniyle yasa ortak olduğumuz saygı biçiminden çok başka. Kapitalist uygarlık karşısında kadim komün geleneklerinin kalıntıları da birer birer iflas ediyor. Toplumsal unsurları dikey dizen ayrımların bazıları elbette doğrudan toplumsal sınıf karşıtlığına indirgenemez. Lakin ayrımlar arasındaki tüm çelişkiler zaruri ve (aslında) çıplak biçimde sınıfsal karakter taşıyor. (Elbette, bugün katliamlar, ölümler karşısındaki tutumlar arasındaki ayrımlar için de geçerli.) Dolayısıyla mücadele stratejisi (taktikler değil) hala ve her halükarda tüm sınıfsal çelişkilerin iptali üzerine kurulmalı. Bir zamanlar Avrupa’nın başında dolaşan hayalet, bir bedene kavuşabilmek için yeterince kan gördü.


     


    [1] Kıvılcımlı’nın; Taktik ve Strateji’nin sıklıkla karıştırılmasına, hatta büyük, geniş çaplı taktiklerin stratejik programlar gibi ele alınmasına yönelik eleştirileri için bkz: KIVILCIMLI Hikmet, Oportünizm Nedir? Halk Savaşının Planları – Devrim Zorlaması Demokratik Zortlama, Derleniş yyn, 2008


    [2] DEBORD Guy, Gösteri Toplumu, Metis yyn, 2012, s. 35


    [3] MARX Karl, Kapital Cilt 1, Sol yyn, 2010, s.  İlgili pasaj: “Fiziksel şeyler arasında, fiziksel bir ilişki vardır. Ama metalarda, bu farklıdır. Şeylerin, quâ (ki bu Ç.N.) metaların varlığı ve bunlara meta damgasını vuran emek ürünleri arasındaki değer-ilişkisi ile bunların fiziksel özellikleri ve bu özelliklerden doğan maddi ilişkiler arasında mutlak olarak bağ yoktur. Burada, insanlar arasındaki belirli toplumsal ilişki, onların gözünde, şeyler arasında düşsel bir ilişki biçimine bürünüyor. Bu nedenle, benzer bir örnek vermek için, din âleminin sislerle kaplı katlarını dolaşmamız gerekir. Bu âlemde, insan beyninin ürünleri, bağımsız canlı varlıklar gibi görünür ve hem birbirleriyle, hem de insanoğlu ile ilişki içine girerler.”


    [4] Ekonomi ve ideoloji fazlarının ilişkisi Gramsci’nin metodolojik ayrım’ı çerçevesinde değerlendirilmelidir. Birbiriyle çarpışan ya da çarpışır görünen farklı hegemonik dengelerin aynı tarihsel blok içerisinde yer almaları ekonomi ve ideolojinin organik ilişkilerini iptal etmez. Bizatihi kapitalizm, ikisinin keskin biçimde ayrıldığı görüngülere muhtaçtır ve bu görüngülerin sorumlusudur.


    [5] Elbette tüm göreli görüşler/bakışlar ideolojik olmayabilir. Vurgulamaya çalıştığım; Pre-kapitalist dönemlerin aksine kapitalist üretim biçimi ve yabancılaşma koşullarında fetişizmin tüm ilişkilere sirayet etmesidir.


    [6] Dini geleneklerin önemli bir kısmında kişiyi, taziye adetleri, cenaze ritüelleri gibi kutsanmış pratiklerden yoksun bırakmayı gerektiren telkinler mevcuttur. Sünni İslam pratiğinde karşılaşılabilen; intihar ederek ölen kişinin cenaze namazının kılınmaması gibi… Bu tür mikro-aforozların, dini pratiklerden beslense de, din söylemi dışında da gerçekleşmesi mümkün. Şiddet eylemlerinin icra ya da savunusu olmaksızın dahi, siyasi fikirler nedeniyle “terörist” ilan edilme ve sonucunda dışlanma, linç edilme halleri başat örnekler arasında sayılabilir.


    [7] http://www.birgun.net/haber-detay/turkiye-bir-toplum-mu-92688.html


    [8] Elbette, azımsanmayacak sayıda insanın hayatı, doğrudan ilişkili olmayanlar da dahil, katliamların sonucunda olumsuz etkilendi. Bu bağlamda metnin kastı; hiç kimsenin duyarlı olamayacağı değil. Vurgulamaya çalışılan; meselenin, bireylerin duyarlıkları/ilgisizlikleri denklemine indiregenemeyeceğidir.


    [9] LEFEBVRE Henri, Gündelik Hayatın Eleştirisi-1, Sel yyn, 2012, s. 40 ve 45-46


    [10] BENJAMIN Walter, “Hikaye Anlatıcısı”, içinde; Son Bakışta Aşk, Metis yyn, 2010, s.85


    [11] A.g.e, s. 80

    Share. Facebook Twitter Pinterest LinkedIn Tumblr Telegram Email

    İlgili İçerikler

    CHP’li Alp’ten CHP’li Dikbayır’a: Kürt varlığının inkârı çoktan tarih olmuştur

    25 Aralık 2025

    DEM Parti’nin “Ekmek ve Barış İçin Bütçe” yürüyüşü Batman’da başladı

    12 Aralık 2025

    Hayata Dönüş davasında zamanaşımı kararına savcıdan itiraz

    11 Aralık 2025
    Destek Ol
    Yazılar
    Elif Gamze Bozo

    Gazetecilik “ayarı” verilmez, etik hatırlatılır

    İrem Kabataş

    Devletten kadınlara 11. Yargı Paketi mesajı: “Sizi korumak önceliğim değil”

    Ömer Bölüm

    Şam ile Rojava arasında “anlaşma” krizi

    Zeki Yaş

    Dekolonizasyon şart abiler*

    Bağlantıda Kalın
    • Facebook
    • Twitter
    Seçtiklerimiz
    Siyasi Haber

    Piyangocu Meryem hepimiz için ilham kaynağı

    Ayla Önder

    Manisa’da işçiyi savuran o şiddetli fırtına!

    Mehmet Horuş

    İklim krizi gökte mi, yerde mi?

    Şebnem Oğuz

    Neoliberal güvencesizlikten geç faşizmin belirsizlik rejimine: Emekçilerin askıda kalan hayatları

    Güncel Kalın

    E Bültene üye olun gündemden ilk siz haberdar olun.

    Siyasi Haber, “tarafsız” değil “nesnel” olmayı esas alır. Siyasi Haber, işçi ve emekçiler, kadınlar, LGBTİ+’lar, gençler, doğa ve yaşam savunucuları, ezilen etnik ve inançsal topluluklardan yanadır.

    Devletten ve sermayeden bağımsızdır.

    Facebook X (Twitter) YouTube
    EMEK

    Piyangocu Meryem hepimiz için ilham kaynağı

    26 Aralık 2025

    Buca Belediyesi’nde maaş krizi yeniden alevlendi: İşçiler iş bıraktı

    26 Aralık 2025

    Asgari Ücret İnisiyatifi:  28 bin 75 TL’lik asgari ücret, sermayenin ve iktidarının emekçiye karşı savaş ilanıdır

    25 Aralık 2025
    KADIN

    Piyangocu Meryem hepimiz için ilham kaynağı

    26 Aralık 2025

    129 kadın ve LGBTİ+ örgütünden Leyla Zana’ya ırkçı saldırı için suç duyurusu

    26 Aralık 2025

    EŞİK’ten 11. Yargı Paketi uyarısı: Binlerce kadına yönelik şiddet faili erken tahliye edilecek

    25 Aralık 2025
    © 2025 Siyasi Haber. Designed by Fikir Meclisi.
    • Home
    • Buy Now

    Type above and press Enter to search. Press Esc to cancel.