Sonda söyleyeceğimi baştan söylüyorum; yaşıyoruz ve tırnaklarımız uzuyor!
Bir tanıklık aktarmanın karın ağrısıyla cebelleşiyorum günlerdir. Bir yanım “cümle alem olan biteni bilmeli” derken bir yanım “gördüklerimi nasıl anlatır insan” diyor. Günlerdir her gördüğüme bir şeyler anlatıyorum üstelik. Dehşet dolduruyor sözlerim gözlere, dayanamıyoruz… Ama konuşmaya pek benzemiyor yazmak. Yazmak daha çok, kendinle konuşmak gibi… Oysa günlerdir tek başıma kalmaya, boş asfalta bakmaya, kendimle konuşmaya hiç cesaretim yok; o cehennemi manzaraya şahitlik eden benimle konuşanların gözlerini gördüm zira…
………
O an…
Hani güneşli göğün altında el ele, kol kola halay çekip, “yayla kokuşlu çiçekler” gibi gülümsemelerimizle barışı çağırırken zamanın zembereğini ateşe veren o an… Ruhi Su’nun “Ellerinde Pankartlar” türküsü yankılarken savaşa, kana öfkemizi. Barış istiyorduk; en çok biz istiyorduk. Hatırlıyorduk karanlık ressamların geçmişimizin tuvalinde çizdiği “kanlı meydan”ları.
“Bu meydan kanlı meydan” diyerek barış mı istenir? Yaşımız kaç; biz nereden bilecekmişiz Kanlı Pazar’ı[1] (ki Ruhi Usta’nın türküsü bu olaya atfen yazılmıştı), 77 Taksim 1 Mayıs’ını? Kimler beynimizi yıkamış da “güya” Barış dilemeye geldiğimiz mitingde “Kanlı Meydan” diye bağırıyormuşuz? Bu ve benzeri sorulara maruz kalıyoruz; öldüğümüz, cehennemi gördüğümüz, kokladığımız yetmezmiş gibi! Berikinin kinayesi öbürünün ağzında iddiaya dönüşüyor hemen! Hadsizlik, akıl-izan sapması o zaviyedeki; halay başımızın “bombacıya talimat” verdiği yazılıp-çiziliyor çirkef kuyularında!
Bir kendinize sorun efendiler? Ne biliyoruz, ne hatırlıyoruz, belleğimizin neresine gül diktiniz de fikrimizdeki dikenlerden yakınıyorsunuz?! Biz Barış’ı neden bu kadar çok istiyoruz? Neden daha önce milyon kez öldüğümüz, yaralandığımız, kaybolduğumuz meydanlardan geri gitmiyor ayaklarımız? Söylemek, açıklamak zulüm olsa da bilin: Çok öldüğümüz, çok kan gördüğümüz için! Çok öldüğümüz için! Çok öldüğümüz için! ÇOK ÖLDÜĞÜMÜZ İÇİN! ÇOK ÖLDÜĞÜMÜZ İÇİN!
Yıllardır yüreğimizin orta yerinde bir asit yağmurunda yıkanıyor hissetme kabiliyetimiz. Yüreğimiz; maalesef tüm insanlığı veya tüm ülkeyi kapsamaktan aciz bir çoğul öznenin azınlık yüreği… Küçük kıyametler kopuyor karabasanlı gecelerimizde ve dehşetli mahşerlere tanıklık ediyor sabahlarımız. İyileşemiyoruz! Başımıza gelmeye devam ediyor zaten başımızdan hiç eksik olmayan. Tarif etmeye çalıştıkça karmaşıklaşan bir doğası var acının. Konuştukça, aktardıkça eksilecek sandığımız için içeri çığlıklara gömdüğümüz veya sustukça çoğalacağından kuşkusuz, hançerlerimizi yırtarak bir türlü anlatamadığımız acımız; acılarımız… Gencecik yaşımızda, gencecik bedenleri bizden ayrılan dostlarımızın gülümser, inatçı fotoğraflarına bakıyoruz; hatıra alemimizde devletli bir veba kol geziyor. Hatırladıkça kanıyoruz. Ethem… Canım Ethem… Dostum, yiğit yürekli kardeşim. Daha dün gibi aklımda hastane kapısında “Yok canım, Ethem mi ölecekmiş, hadi oradan” diyerek, senin ölüme aldırmaz gülüşünü anarak kendimizi teskin etme çabamız… Sahi, seni nerede vurmuşlardı iki gözüm, koca elleri nasırlı civanım? Kızılay meydanında… Şimdi elinden tuttuğumuz halaylarda “bu meydan kanlı meydan” demeye kalmadan ayaklarımıza kan bulaşıyor? Ne de çok severdin Ruhi Su’yu değil mi? Kütahya’nın isli havasında, kartopları ellerimizde kömür karası izler bırakırken öksürükler arasında fırsat kollayan gülüşlerimiz vardı Kader’le. Kader Ortakaya… Şimdi anılarımızın önünde duvarlar var, ölümden duvarlar. Şimdi Kader deyince aklıma öldüğü geliyor önce? Reva mıdır? Ne olur cevap vermeyin, korkuyorum!!! Tanıyan herkes “Adı” gibi bilir; Aziz gibi güzel gülen insan azdır dünyada. Aziz Güler… Gülüşü güneşten sıcak Aziz; cenazesine sarılıp ağlayamıyoruz bile; ölü yolu gözlemek reva mıdır bize?!!
Takatım tükeniyor sayarken bile… 30’unu görmeden toprak oldu filiz filiz bedenlerimiz! Söylemek, açıklamak zulüm olsa da bilin: tarihten bihaber olsaydık da; 69 Kanlı Pazarını, 77 Taksim’ini bilmeseydik de Ethem’in, Ali İsmail’in, Medeni’nin, Kader’in, Aziz’in başı altında bilecektik meydandaki kanı, belki Ceylan’ın zeytin gözlerinden, belki Uğur’un minik bedeninden ama bilecektik. Kah öldürerek, kah susarak bunları reva gördünüz körpe belleklerimize. Sizler göremiyorsunuz anlıyorum; ama her halayda onların elinden tutuyoruz. Barış isterken en çok onları hatırlıyoruz. O güzel insanlar, tırnaklarıyla kazıdılar adlarını insanlığın vicdanına, kanlı meydanlarda can vermeden evvel.
Yaşıyoruz ve tırnaklarımız uzuyor!
………
O gün Ankara’da, Tren garı önünde Ruhi Usta’nın dilinden tüm gidenlerimizin acı ama elbette mütebessim anılarıyla yarına gülüyorduk. Unutmadan, affetmeden ama inadına Barışa gülümseyerek.
Ama…
Sağır oldu kulaklarımız. Adımlarımız yere basmadı, dillerimiz söze varmadı. Sağımız, solumuz çıldırmış vaziyette oradan oraya çığlıklarla koşturanlar, gözleri dünyayı yutacak kadar açık, görmeyenlerle doldu.
Bakıyorum etrafıma, tanıdığım herkes bir yanda çığlık atıyor. ÖLMEMİŞLER! Nefesim açılır gibi oluyor.
Cansel? Cansel nerede? O bu tarafta değildi ki. Ya geldiyse? O saniye Cansel arıyor. Hemen akabinde annemi arıyorum. “Anne, Ankara’da bomba patladı mitingde. Ben sapasağlamım. Yardıma dönmem gerek beni aramayın!”
Her yanda insan parçaları ve kan. İnsanın içini tıka basa dolduran boğucu bir yanık kokusu.
O koku! AH O KOKU!!!
Yardım için alana döndüğümde asfaltta ayağıma takılanlara bakıp kalıyorum öylece. Oradan sonrası yok bir süre. Ne kadar? Bilmiyorum. Tanımadığım bir kadın, tabipti sanırım, tokatlıyor beni. Eliyle alt çenemi aralamaya çalışıyor. Gözlerine bakabilince “Koş” diyor benimle, “koş ve bağır”. Koşup bağırırken açılıyor bedenim, çıtırtılarını duyuyorum kaskatı kesilmiş yerlerimin.
Daha aklımız başımıza dönmeden, daha 10 yaralıyı belki tahliye edebilmişken polisler geliyor coplarıyla. Aklımız almıyor; öfkemiz hiç almıyor! Ardından havaya sıkılan kurşunlar, tazyikli su ve ölü bedenlerin, yaralıların ortasına ardı ardına gaz bombaları. O koku! AH O KOKU!!!
Dayanamayıp uzaklaşıyorum oradan, karşımdan alana geri dönenleri görüp bir nebze rahatlıyorum. Bir telefon geliyor, “Gülfer yaralanmış, Numuneye götürmüşler. Tuncay’ın daha haberi yok”. Numuneye koşuyoruz… Numune mahşer yeri…
Dakikalar geçtikçe artıyor kaybettiklerimizin sayısı. Kahrolmaya yer kalmadı yüreğimizde. Ölenlerin arkamızda siper olduğu bir ölümden kurtulmaya sevinmeye cevaz vermiyor zihnimiz, vicdanımız. Çok telefon geliyor; “Televizyonda gördük, iyi misin? Videoda patlamadan sonrası yok”. İyiyim diyebiliyorum sadece, devamını anlatmaya varmıyor dilim.
Bir düşünün. Barış bu memlekete uğramadıkça; Ankara’da Barış için ölenlerin, yaralananların, bizlerin çocukları yarınlarda, Barış için doldurdukları alanlarda halay çekerken hangi türküyü okuyacaklar; Ankara’da, tren garı önünde?… Ama yok, çocuklarımıza barışı hediye etmek, bugünden tezi yok barış için tırnaklarımızı savaşın yakasına geçirmek boynumuzun borcu.
Çok öldüğümüz için!
O koku! AH O KOKU!!!
Yaşıyoruz ve tırnaklarımız uzuyor!
[1] http://bianet.org/biamag/siyaset/112604-40-yil-once-kanli-pazar-da-ne-oldu
Göksel Ilgın ve Mertcan Titiz yakın arkadaşları Ethem Sarısülük ile Ankara Metrosunda şarkı söylerkenki görüntüleri
SYKP’li gençlerin Ankara Katliamı sırasında halay çekerken söyledikleri türkünün tamamı