Kürt Sorununun çözümü yönünde tarafların farklı tanımlar yaptığı, farklı beklentiler içerisinde olduğu yeni bir müzakere süreci yaşanıyor. Her ne kadar tarafların nasıl bir yol haritasına sahip olduğu net olarak bilinmese de PKK Lideri Öcalan’ın 27 Şubat’ta ilan ettiği Barış ve Demokratik Toplum manifestosunun ardından PKK kongresini topladı ve Öcalan’ın önerdiği yönde kararlar aldı. 11 Temmuz’daki temsili silah yakma seremonisinin ardından TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un çağrısıyla TBMM çatısı altında “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu” kuruldu ve çalışmalarına başladı.
Emek, kadın, LGBTİ+, ekoloji, insan hakları, halk ve inanç hareketlerinin, gençlik örgütlerinin, sosyalist parti ve siyasal çevrelerin sözcülerine bu gelişmelere ve atılması gereken adımlara ilişkin görüşlerini sorduk.
Siyasi Haber: Mevcut iktidar ve devlet aklı ile Kürt sorununda bir barış mümkün olabilir mi?
Adı sürekli değişiklikler gösteren bu “süreç”in ortaya çıkış nedenleri nelerdir? TC devleti, ABD-İsrail komplosuyla Kürtler aracılığıyla bir bölünme “tehlikesi” ile karşı karşıya olduğu propagandası yapmakta. Cumhur İttifakı’nın iddia ettiği dış tehdit karşısında oluşan “TC’nin beka sorununa” karşılık gelmek üzere oluşturulmaya çalışılan “iç cephe”nin Cumhur İttifakı’nın kendi “beka sorunu” ile ilişkisi var mıdır?
Hâlâ binlerce kişinin hapiste tutulması ve bunlara her gün yenilerinin eklenmesi, DEM Parti belediyelerine atanan kayyımların yanında, iktidarın en güçlü alternatifi olarak görünen CHP’nin belediyelerine olan saldırılar, cumhurbaşkanı adayının tutuklanması ve aday olamaması için 35 yıl geriye giderek diplomasının iptal edilmesi, Cumhur İttifakı’nın “terörsüz Türkiye” diyerek hayata geçirdiği “süreç”le demokrasi ve Kürt halkının kolektif haklarının gerçekleştirilmesinden ziyade başka hangi amacı esas aldığına işaret etmektedir?
Şenol Karakaş: İlk üç soru iç içe olduğu için topluca bir yanıt vermeye çalışmakta fayda görüyorum.
Sadece 100 yıllık bir sorunun çözüm sürecinin akamete uğraması değil egemen sınıflar ve devletlerin alışık olmadığı türden ve karşısında paniğe kapıldığı, rutinlerinin bozulduğu büyük kitlesel isyanlar da eğer başarıya ulaşmazlarsa, bunun hesabı egemen sınıf tarafından çok ağır bir baskıyla ödetiliyor. Türkiye’de 7 Haziran 2015 seçimlerinin ardından, belki de 10 Ekim Gar Katliamı’nın ardından yaşanan gelişmelerle beraber askıya alınan, sonlandırılan çözüm sürecinin hesabı, geride bıraktığımız 10 yıl boyunca her bir günün her bir saniyesi muhalefetten soruldu.
Ulusal sorunun çözümü konusunda atılan adımların yarım bırakılmasıyla Kürt sorununun gündeme gelmesinden, Kürt siyasi figürlerin başat siyasetçiler olarak öne çıkmasından, HDP’nin o dönemde yaptığı gibi üçüncü en büyük parti, hatta neredeyse etkin ana muhalefet partisi haline gelmesinden ve Kürt meselesinin her düzeyiyle konuşulmaya başlamasından rahatsız olan çevreler, o dönem elde edilen kazanımların kökünü kazımak için tam çaplı bir baskı politikası izlemeye başladı. Bu açıdan, son 10 yılda yaşadığımız bir dizi gelişmenin kökenini, 2013-15 çözüm sürecinde elde edilen tüm tartışma özgürlüğü ve demokratik sınırların esnetilmesi yönündeki adımların teker teker gasp edilmesi süreci olarak okumak mümkündür. Yarım kalan devrimlerin intikamının çok ağır bir şekilde alınması gibi yarım kalan çözüm sürecinin diyetini hala ödüyoruz.
Bu açıdan kritik önemdeki mücadeleleri sonuna kadar götürmek, başarı kazanmasını sağlamak ve hedeflerine ulaşması için mücadele etmek yaşamsal bir öneme sahiptir.
2013-15 çözüm süreci, özellikle hem muhalefetin hem de devletin bir bütün olarak bu sürecin nihayete ermesi, yani tamamlanması konusunda anlaşma içerisinde olmamasından dolayı da akamete uğradı. Yeni çözüm sürecinde oldukça belirleyici bir rol oynayan Devlet Bahçeli ve MHP, 2013-15 döneminde çözüm sürecine çok sert bir şekilde muhalefet ediyordu. MHP’nin aldığı oyların ötesinde devlet bürokrasisi içerisindeki etkisini hatırlarsak, onun muhalefetinin, sokakta yüz binleri çözüm sürecine karşı harekete geçirmesinden daha farklı olarak, sürekli gündeme gelen milliyetçi taşkınlıklarla devlet bürokrasisi içerisinde çözüm sürecine dair aksamaların temel nedenlerinden birisi olduğunu görebiliriz. Bu, devletin çözüm süreci konusundaki bölünmüşlüğünü de ifade eden bir durumdu. Çözüm süreçleri arasındaki dönemsel farklılıklardan birisini böyle tanımlayabiliriz.
Sadece MHP değil, yeni çözüm sürecine bugün Özgür Özel nezdinde tamamen destek veren CHP de 2013-15’te bütünüyle sürecin karşısındaydı. Süreci bir ihanet ve bölücülük süreci olarak kodluyorlardı. Dolayısıyla devletin ve egemen sınıfın bir kanadının karşı olduğunu gösteren öğelerden birisiydi bu.
Bölgesel ve küresel koşullar 2015’tekinden tamamen farklı
Şimdi içinden geçtiğimiz süreçte özellikle Meclis’te temsil edilen muhalefet partilerinden, çok aşırı sağcı özelliklere sahip olan bir iki güç dışında, karşı çıkan hemen hemen hiçbir politik, derin ya da örgütsel odağın olmaması tayin edici oluyor. Yine de bu son bir ayda ırkçıların artan çözüm karşıtı propagandalarını görmezden geleceğimiz anlamını taşımamalı. 2013-15’te sendikaların, sol muhalefetin, sayısal gücü değil ama muhalefet içerisindeki etki gücü yüksek olan sosyalist yapılanmaların da çözüm sürecinden çok büyük bir beklentisi yoktu. Bu çevreler içerisinde de çözüm sürecini laik cumhuriyete yönelik bölücü bir girişim olarak kodlayanlar vardı. Dolayısıyla o dönem HDP, İmralı, AKP ve onun etrafındaki devlet bürokrasisinin bir kesimi ve bizimki gibi sosyalist çevreler dışında çözüm sürecine destek veren hemen hemen hiç kimse yoktu. Buna rağmen iki yıl boyunca sürmesi bile çok büyük bir başarıdır.
Ayrıca bugün Kürt siyasal hareketinin içinde mücadele ettiği bölgesel ve uluslararası koşullar 2013-15’tekinden daha farklı. Bugün özellikle İsrail’in Gazze saldırısıyla başlayan bölgesel tufan, bütün örgütlü güçleri, bölgedeki bütün devletleri çeşitli tutumlar almaya zorluyor. 2013-15’te Suriye’deki Arap Baharı’nın Suriye iç savaşına evrilmesi, Esad’ın ağırlaşan şiddet dalgası, IŞİD meselesi, IŞİD’e karşı mücadelede ABD’nin de desteğini alan YPG’nin uluslararası prestije sahip olması; Türkiye’nin, Suriye’deki gelişmelerin iç politikaya yönelik olumsuz yansımaları olacağı konusundaki devlet görüşünün şekillenmesinde çok belirleyici oldu. Dolayısıyla bölgesel ve küresel koşullar 2015’tekinden tamamen farklı bugün. Sadece Esad açısından baksak bile, on sene önce Esad ve IŞİD’in denklemin başat faktörleri olduğu bir Suriye’den bahsederken, şimdi Esad’ın devrildiği, IŞİD’in bütün gücünün etkisiz hale getirildiği bambaşka bir siyasi iklimden söz edebiliyoruz.
Üstelik iç politikada bunun bir başka gerekçesi daha var: Hangi koşulların değiştiğini göstermesi açısından, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa Kürt aktivistlerin, Kürt özgürlük mücadelesini veren siyasetçilerin omurgasını oluşturduğu bir parti, 80’den fazla milletvekiliyle üçüncü büyük parti olarak Meclis’e girdi. Bu durum, hem devlet nezdinde hem AKP açısından, sürecin kendilerine (devlete) değil, bir yandan da Suriye’deki gelişmelerle beraber tamamen Kürtlerin özgürlük duygusunun gelişmesine yönelik bir şekilde ilerlediğini düşünerek, yerli-milli bir panik ideolojisiyle çözüm hamlelerinin akamete uğraması için kritik bir hamlede bulunmalarına neden oldu.
Çözüm, çözümsüzlüğün parçası olan merkezler arasında aranır
İktidarın otoriterleşme dozundaki artış ve iktidar mantığının bir barışı mümkün kılıp kılmadığı sorusu ise önemli. Barışın sadece mağdurların rahatça müzakere edebileceği egemen sınıf iktidarlarıyla mümkün olabileceği fikrine kanımca prim vermemeliyiz. Rahatça müzakere edilebilecek egemen sınıf partileri var mıdır, hiç olmuş mudur, bir iktidar devletin ve sermaye gruplarının jeopolitik çıkarlarını savunmanın dışında hangi adımları atabilir gibi sorularla bu tartışma dengelenebilir. Çatışma çözümleri için devlet tarafının demokratik bir güç tarafından temsil edilmesi beklenseydi ne apartheid rejiminden Güney Afrika’da kurtulmak mümkün olabilirdi ne de Kolombiya’da gitgelli bir şekilde ilerleyen barış sürecinin inşa edilmesi mümkün olabilirdi.
Süreç ne zaman gündeme geldiyse, o zamanki iktidar ve o anki devlet aklının inşacılarıyla -somut olarak Kürt meselesinden bahsettiğimiz için Kürt siyasi aktörler, Kürt aktivistler arasında- bir müzakere süreci kaçınılmaz olarak gündeme gelebilir; gelmek zorundadır. Dolayısıyla her zaman söylendiği gibi: Çözüm, kavga edenler arasında aranır. Çözüm, çözümsüzlüğün parçası olan merkezler arasında aranır. Barış, küs olanlar arasında inşa edilmeye çalışılır.
Bu açıdan, süreci bir gün Kürtlerin tüm haklarını tanıyacak, örgütlenmesinin gelenekleri ve doğası gereği doğrudan işçi sınıfının öncülerine dayanan sosyalist bir örgütlenmenin iktidarda olmasına havale etmeyeceksek, bugünkü iktidarla da bugünkü devlet aklıyla da Kürt sorununda bir barış, çözüm girişimi mümkündür.
Çünkü barış, diğer bir deyişle bu yeni çözüm süreci, yeni bir müzakere silsilesi anlamına gelir. Bu müzakere silsilesi, mücadelenin başka bir şekilde inşa edildiği bir zemin olarak görülmelidir. Barış sanki sadece bir kâğıda atılan bir imzaymış gibi düşünülüyor. Halbuki barış, öncelikle çatışmanın sona ermesiyle inşa edilmeye başlanan bir süreç. Ama somut olarak mevcut Kürt meselesinden bahsettiğimizde; örneğin Kürtçenin konuşulması, ana dilde eğitim, düşünce, gösteri, örgütlenme özgürlüğünün önündeki engeller, ‘terörle mücadele yasası’ gibi yasalarla ilgili değişikliklerin sürekli tartışılması, bunun etrafında mücadele verilmesi anlamına da gelir. Dolayısıyla barış, müzakere halini almış mücadeleden ve müzakereyi güçlendiren sivil mücadelelerin inşa edilmesinden farklı olmadığı, buna bağlı olarak gelişebileceği için, elbette şimdiki iktidarla ve şimdiki devlet aklıyla Kürt sorununda bir barışın mümkün olması için çabalamak, bunu şimdi, hemen kazanmak için sürekli ve yaratıcı öneriler geliştirmek ve tutumlar almak bir zorunluluktur.
CHP nasıl değiştiyse mevcut iktidarda da değişimler yaşanabilir
Şöyle de bakabiliriz: Özgür Özel’i bugünlerde hepimiz çok beğeniyoruz. Gerçekten de çözüm sürecinde çözüm masasından kalkmayarak, CHP’ye ve CHP’li belediye başkanlarına yönelik baskıyı ağır bir şekilde yaşamış olmasına rağmen, bunu çözüm masasından (Meclis’te kurulan komisyondan) ayrılmanın bir bahanesi yapmayarak çok önemli bir adım atıyor. Tıpkı İmamoğlu’nun Dem Parti hakkındaki olumlu açıklamasında olduğu gibi. Ama aynı CHP, daha 10 sene önce Demirtaş gibi, Yüksekdağ gibi milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasında rol oynamıştı. Kemal Kılıçdaroğlu’nun ağzından “Anayasaya aykırı ama evet” oyu vereceğini açıklamıştı. Şimdi CHP’nin Özgür Özel nezdinde bambaşka bir akılla inşa edilen politikalar var. Bu değişim nasıl yaşanıyorsa, mevcut iktidarla da böyle değişimlerin yaşanabileceği ve Kürt sorununun çözümü yönünde somut adımların atılabileceği bir zeminin inşa edilebileceğini düşünmenin önünde bir engel yok.
Yoksa ‘bir yandan otoriterleşme artarken, bir yandan barış görüşmeleri yapılamaz. İstersek ‘demokrasi olmadan barış olmaz’ diyerek kesip atabiliriz. Herkes küser, evine döner. ‘Otoriterleşme bitmeden, bu iktidar değişmeden, demokrasinin sınırları gelişmeden çözümden bahsetmek mümkün değildir’ der, rahat ederiz.
Sol muhalefet içerisinde de bu türden siyasi eğilimlere sahip geniş bir kesimin olduğunu elbette biliyoruz. 2013-15’te özellikle çözüm sürecine batıdan Kürt halkına destek olmak üzere, örgütlü işçi sınıfının, onun sendikaları içerisinde ve tüm inisiyatifler, dernekler, platformlar, politik mücadelenin özneleri arasında bir büyük kampanyayla destek verilmemesinin nedenlerinden birisi, ‘demokrasi olmadan barış olmaz’ sloganında özetlenen, aşırı sol gibi görünen bu sağcı yaklaşımdır.
Çünkü bu, öncelikle iktidarda demokratik bir parti olmadan Kürt sorununun çözümünü sonsuzluğa erteleyen bir yaklaşımdır. İkincisi, sadece kendisini Kürt halkının siyasi aktivistlerinden daha akıllı gören, ona akıl vermeyi görev edinen, demokrasi ve barış arasındaki dinamikleri Kürt siyasilerin kavramadığını ima eden bir yaklaşımdır.
Üçüncüsü de ne barış süreci demokrasinin gelişmesine ertelenebilir ne de demokratik adımlar barış sürecinin nihayete ulaşmasına ertelenebilir. Bu ikisi arasında, somut olarak özellikle 2025 Türkiye’sinde çok doğrudan bir bağlantı var. Şimdi hem otoriter politikalar şekilleniyor, derinleşiyor ama bir yandan da eşi benzeri olmayan, dünyadaki başka hiçbir örneğe benzemeyen bir çözüm süreciyle karşı karşıyayız. Bu sürecin, yeni çözüm sürecinin olumluluğu şu: Müzakere masasında Kürtler, Kürt siyasiler tarafından dile getirilen talepler hayata geçtikçe, otoriterleşmenin önüne set çekecek olan öğelerden birisinin de bu adımlar tarafından kapsandığını göreceğimiz çok açık.
Dolayısıyla barış sürecindeki her olumlu gelişme, her olumlu adım, düşünce, gösteri ve örgütlenme özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılması için atılan her hamle, barış konusunda her milimetrik ilerleme, demokrasi konusundaki milimetrik ilerlemelere de kapı aralayacaktır. Doğrudan demokratik alanın genişlemesini talep ederek inşa edilen, müzakerenin omurgasını bunun oluşturduğu bir çözüm süreciyle karşı karşıya olduğumuz unutulmamalıdır.
Bu açıdan, sadece ‘Mevcut devlet ve iktidar aklı ile Kürt sorununda barış olabilir mi?’ sorusunun değil; demokrasiyi, demokrasinin gelişip gelişmemesini barış, müzakere ve çözüm sürecinin önünde olmazsa olmaz bir şart olarak görüp bu iki dinamiği birbirinden tamamen kopuk şekilde ele alan yaklaşımın da oldukça yanılgılı olduğunu görmemiz gerekiyor.
Şimdiki süreç bölgedeki ve dünyadaki gelişmelerle doğrudan bağlantılı
Şimdiki çözüm sürecinin bölgedeki ve dünyadaki gelişmelerle doğrudan bağlantılı bir süreç olduğu da ortada. Bir kez daha tekrarlamak gerekirse özellikle İsrail’in Gazze’ye ve iki yıl içerisinde İran’dan Lübnan’a yedi ülkeye birden saldırması, Suriye’de bir rejim değişikliğinin gündeme gelmesi, ABD-İsrail eksenli bir Ortadoğu siyasi-askeri mimarisinin bölgedeki bütün dengeleri değiştirme ihtimalinin olması, bu dengeler değişirken tüm ülkelerin iç politik gelişmelerinde bunun yansımalarının olacak olması; Türkiye’de hem iktidarın hem de devlet bürokrasisinin, Kürt meselesini yeniden ele alması konusunda belirleyici oldu.
Biz, çözüm sürecini, iç politikanın ihtiyaçları, Erdoğan’ın sonsuza kadar cumhurbaşkanı olması için gerekli olan yasal düzenlemelere Kürtlerin desteğini kazanma hedefi gibi gören, anayasa değişikliği hedefinde yine Kürtlerin desteğini almak gibi gören yaklaşımların ya da DEM Parti ile CHP arasında kadim bir ittifak varmış gibi bunu ortadan bölmek için atılmış bir adım olarak görmenin oldukça sığ bir bakış açısının ürünleri olduğunu düşünüyoruz.
Gerçekten de bir komplo değil tanık olduğumuz. Gazze’de yaklaşık 70 bin kişinin katledildiği bir soykırım girişimiyle yüzleşiyoruz 24 aydır her gün. Bunun bütün bölgede, aslında Avrupa’da ve bütün dünyada artçı şoklarının yaşanmış olması, Kürtler açısından da bir gündemin şekillenmesine neden oldu. (Bunu sık sık çeşitli Kürt siyasetçilerden duymak mümkün, hatta iki ay önce yurt dışında yapılan bir sempozyumda da bundan bahsedildiğini hatırlayabiliriz). Kürtlerle İsrail’in işbirliği ya da desteğiyle bir özerk yapının ABD-İsrail ekseninde kurulacak olması ihtimali tartışılmaya başlandı. IŞİD’e karşı mücadelede ABD’nin doğrudan desteğini almış olan bir yapıdan bahsettiğimizi hatırladığımızda, Abdullah Öcalan’ın devreye bu kadar net bir şekilde neden girdiği, dolayısıyla yeni çözüm sürecinin neden masada olduğunun yanıtı da ortadadır.
Söz konusu olan sadece Kürtler aracılığıyla Türkiye’nin bölünmesi “tehlikesi/riski” değil. Devlet açısından sorun Suriye’deki gelişmeler, Irak’taki özerk Kürdistan, Türkiye’nin bölge düzeyinde etkisini artırma girişimlerine karşı rol oynama ihtimaline sahip bir zeminin şekillenmesi anlamına geliyor. ‘Bir yandan bütün sınırlarda minik Kürt yapılanmalarının, özerk yapılanmalarının oluşması elbette Türkiye’de Kürt sorununa bambaşka biçimler verecektir’ şeklinde bir asli yorum var. Diğer yandan da Türkiye’nin, gelişmelerin yönünü bu güzergâhtan çıkartıp bölgesel gücünü pekiştirmek için sorunu daha değişik bir tarzda ele almak için yaptığı bir girişim var.
Beka kaygısı uzun zamandan beri devlet tarafından dile getiriliyor. 2013-15 dönemi çözüm sürecinin hemen ardından bir ‘beka kaygısı’ analizi yapıldı. Bu, daha önceki laik – anti-laik bölünmesinin yerine, beka kaygısı etrafında ‘yerli-milli olanlarla olmayanlar’ diye bir devlet saflaşması şeklini aldı.
2013-15 sürecinin barışçıl iklimi iktidara değil HDP’ye yaramıştı
İç cephe vurgusunun, Cumhur İttifakı’nın bekası sorunuyla bir ilişkisi olduğunu düşünmüyorum. Çünkü bu çözüm sürecine hiç girişmeden de şimdiki otoriterleşme dalgasını inşa etmesinin önünde bir engel yoktu. Aksini düşünmek, CHP’ye yönelik saldırı, baskı politikaları ve tutuklama dalgası için yeni çözüm sürecini sorumlu görmek anlamına gelir. Bunun gerçeklerle uzaktan yakından bir ilgisi yok. ‘Kendi beka sorununu Kürtler sayesinde çözmek için başlatılan bir girişim’ olduğu yönündeki görüş bir tevatür gerçekten de. Ama bu gerçekten de sadece yaygınlaşmış bir dedikodu. Bu da yine Kürt sosyalistleri ve Kürt özgürlük mücadelesini küçük görmekten türeyen bir yaklaşım.
Yaşanmakta olan, milyonlarca Kürdün en temel haklarını kazanıp kazanmayacağını belirleyecek bir süreçtir. Burada karşılıklı güç dengelerinin ne kadar etkin olduğunu görmek gerekiyor. Devletin bu sorunu son on yıldan beri izlediği politikalardan farklı bir şekilde ele almasını sağlayan bir durum, bir gerçeklik olduğu ortadadır. Suriye’deki gelişmelerin içinde Suriye Demokratik Güçleri’nin etkin varlığı ortada. Bütün yıldırma politikalarına rağmen HDP/DEM geleneğinin gücünden esasen bir şey kaybetmediği de ortada.
Durum böyleyken, bu güçle bir müzakere süreci yürütüp İsrail’in Gazze’de estirdiği terör dalgasının ardından oluşabilecek gelişmeleri engellemek, bunun iç siyasette Türkiye’nin politik fay hatlarını, toplumsal fay hatlarını sarsabilecek bir hale gelmesini engellemek; bölgesel düzeyde daha etkin bir güç haline ulaşmak için yapılan planların bağlamında bir çözüm sürecinin geliştiğini görmek gerekir. İktidarın azalan toplumsal desteğini gidermekte de bu sürecin bir faydası olursa, o da onu bir kazanım olarak görür. Ama 2013-15 sürecinin barışçıl iklimi, iktidara değil HDP’ye yaramış, Demirtaş bu sürecin bir ürünü olarak ana akım, sözüne herkes tarafından bakılan, kanaatleri milyonların kanaatinin şekillenmesinde etkili olan bir siyasetçi halini almıştı.
Otoriterleşme dalgasıyla çözüm sürecinin dinamikleri karıştırmamalı
Hâlâ binlerce kişinin hapiste tutulması ve bunlara her gün yenilerinin eklenmesi, DEM Parti belediyelerine atanan kayyımların yanında, iktidarın en güçlü alternatifi olarak görünen CHP’nin belediyelerine olan saldırılar, cumhurbaşkanı adayının tutuklanması ve aday olamaması için 35 yıl geriye giderek diplomasının iptal edilmesi, Cumhur İttifakı’nın “terörsüz Türkiye” diyerek hayata geçirdiği “süreç”le demokrasi ve Kürt halkının kolektif haklarının gerçekleştirilmesinden ziyade başka hangi amacı esas aldığına işaret etmektedir?
Bu soru, Cumhur İttifakı’nın kendi beka sorunu sorusuyla oldukça alakalı sanırım. Evet, yığınla sosyalist, aktivist, demokrat terörist listelerine ekleniyor. DEM Parti belediyelerine atanan kayyumlar var. İktidar alternatifi olarak görünen CHP’li belediyelere, Erdoğan’ın alternatifi olarak görülen İmamoğlu’na yani doğrudan CHP cumhurbaşkanı adayının tutuklanmasına kadar yönelen, onun diplomasının iptal edilmesi hatta daha da işleri giderek casuslukla suçlanması gibi tuhaflıkları da içeren bir baskı döneminin içindeyiz. Özel bir baskı politikasının devrede olduğunu söyleyebiliriz.
Cumhur İttifakı ‘terörsüz Türkiye’ adını verdiği bu yeni inşa edilen süreçle, tabii ki esas olarak ‘Kürtlerin kolektif hakları tanınsın, müthiş demokratik bir Türkiye kurulsun’ diye değil, az önce özetlemeye çalıştığım çerçevede bir adım atıyor. Ama gelişmeleri ‘esas dert Cumhurbaşkanlığı, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığının garanti altına alınması için bir çözüm süreci inşa ediliyor’ diye görmek oldukça dar bir bakış açısı olur. Bunun altını çok yanlış bir yaklaşım olduğunu vurgulayarak çizmeliyiz.
Çünkü bu, Kürt halkının bütün bölgedeki örgütlü mücadelesini görmemek anlamına gelir. Bu, Kürt sorununu tarihsel bir sorun olarak değil, gündelik bir aparat olarak, kullanışlı saf siyasetçiler sorunu olarak ele almak anlamına gelir. Örneğin Kürtlerin Dem Parti’ye oy veren seçmen kitlesi yüzde 1, yüzde 2, yüzde 3’lere inmiş olsaydı, iktidar Suriye’deki meseleyi Suriye Demokratik Güçleri’ni hiç telaffuz etmeden tamamen çözebiliyor olsaydı, bu konuda mevcut Suriye iktidarıyla anlaşmasını yeterli görüyor olsaydı bambaşka bir süreç inşa edileceği, İmralı’nın yeniden bir muhatap olarak -hem de ‘kurucu önder’ olarak adlandırılarak- gündeme gelmeyeceği çok açık değil mi?
O açıdan değişikliğin kökeninde Kürt hareketinin her düzeyde siyasal değişiminin yattığını; Kürtlerin bölgesel bir güç olarak, Türkiye’de muhalefetin kavradığının çok ötesinde bir güce sahip olduğunu devletin gördüğünü kabul etmek zorundayız. Bölgesel gelişmeler içerisinde Kürt gerçekliği sol muhalefetin kavradığının çok ötesinde bir konuma ulaşmış vaziyette. Dolayısıyla ‘terörsüz Türkiye’ süreci adı verilen, ama bizim yeni çözüm süreci olarak adlandırdığımız gelişmeler, Türkiye’nin ya da iktidarın iç ihtiyaçlarından değil bölgedeki gelişmelerden kaynaklandığı için, otoriterleşme dalgasıyla çözüm sürecinin dinamiklerini birbirine karıştırmamak gerekiyor.
Farklı gerekçelerle farklı yönlere gidenlerin bir yerde çakışması
Tersi hemen her görüş ‘Bir çözüm süreci başlamamış olsaydı CHP’ye saldırı olmayacağı’ anlamına gelir. Bu, DEM Parti’nin CHP’ye saldırının koltuk değneği olduğunu ima eden çok riyakâr bir yaklaşımdır. Halbuki böyle değil. Ortada, silahlı mücadeleye dair köklü bir eleştiri yapan bir Kürt hareketi liderliği var. Bununla beraber, belli ki hepimizin bilgisinin dışında çok önceden beri başlayan, İmralı ve çeşitli bileşenlerle devletin bir müzakere-görüşme dinamiği var. Bunun sonucu olarak devlet, ısrarla altını çizmeye çalıştığım çerçevede kendini sağlama almak, aynı zamanda da bölgesel güç olmak için oluşan fırsatı değerlendirmek isterken; İmralı ve Kürt siyasi hareketi de aynı gelişmeleri Kürtlerin kolektif haklarının tanınması için ele almaya karar vermiş durumda. Bu bir kafa kafaya gelme, bu bir çarpışma durumu. Farklı gerekçelerle farklı yönlere gidenlerin bir yerde çakışması gibi. Şimdi o çakışma noktasından bir tartışma ve somut adımlar için uzlaşma girişimi yaşanıyor. O yüzden bu dinamik gelişmeye ‘müzakere’ ve ‘çözüm süreci’ deniyor.
Bir kez daha söylemek isterim ki bunun dışındaki her yorum, ‘çözüm süreci olmasaydı devletin otoriterleşme dalgasının içerisinde olmayacağı’ imasını yapıyor ki bu, son 10 yıllık yakın tarihimizi tamamen tersine okumak anlamına gelir. Tam tersine, otoriterleşmenin şimdi ana muhalefet partisini hedef alan bir büyük dalga haline gelmesinin nedeni, bu otoriterleşmenin Kürt demokratik siyasi hareketine yönelik adım adım inşa edilen baskı politikaları üzerinden şekillenmiş olmasıdır.
Şu gerçekler çok çabuk unutuluyor: İlk defa kayyum CHP’ye atanmadı. ‘Kayyum’ ve Diyarbakır Belediyesi yan yana kullanıldı uzun süre. İmamoğlu İstanbul’da belediye başkanıydı ama Gülten Kışanak da Diyarbakır’da belediye başkanıydı. On binlerce Kürt tutuklandı. Dolayısıyla Kürtlerin hakları, Kürtçe konuşmanın zaman zaman yeniden yasaklanması, Kürtçe tabelaların kaldırılması, 2013-15 çözüm sürecinde toplumsal ve siyasal alanda elde edilen kazanımlardan geri adımlar atılması; bunlar devletin kol kaslarını güçlendiren adımlar oldu. CHP bu baskıcı adımların ortağı ve bir parçası oldu. DEM Parti’nin yanında sosyalist muhalefet dışında duran kimse kalmadı. O yüzden Demirtaş on yıldır hapiste. O yüzden Yüksekdağ on yıldır hapiste. O yüzden Kürt halkının temel kazanımları açısından 2013-15 dönemine göre daha geriye gidilmiş durumda.
Bunun üzerinden, Kürtlere yönelik baskı artırılırken bunu yapabileceğini görenler, İmamoğlu üzerinde de aynı pratiği deneyebildiler. Diyarbakır Belediyesi’ne kayyum atanırsa, başka belediyelere de kayyum atama cesareti, gücü toplanabilir.
Bu açıdan, Kürt halkının kolektif haklarının gerçekleşmesini Türkiye’de demokrasi güçleri ve Kürt halkının siyasi aktivistleri isteyeceklerdir. Böyle ‘çözüm süreci’ adı verilen bir dönemde, mevcut iktidardan ve devletin aklından bir çırpıda Kürt halkının kolektif haklarını tanımasını beklemek çok çocuksu bir yaklaşım olur. Bu, müzakere sürecinin, kitlesel mücadelelerle, batıda diğer demokrasi güçlerinin Kürtlerin yanında koşulsuz bir şekilde yer almasıyla kazanılabilecek olan bir şeydir. Müzakere, yani yeni çözüm sürecinin içerisinde, bu sürece omuz veren güçlerin sayısının artması, toplumsal desteğinin artması, devletin kendi planlarının yerine ezilenlerin, emekçilerin planlarının hâkim hale gelmesiyle ya da en azından masada ciddi bir şekilde müzakere edilebilecek kadar güçlü bir talep haline ulaşmasıyla mümkün olabilir.
Devlet Bahçeli’nin başlattığı bu süreçte esas aktör olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? AKP ve MHP arasında sürece ilişkin görüş ayrılığı olduğu iddiası hakkında ne düşünüyorsunuz?
Cumhur İttifakı’nın inşasının kökenleri, 7 Haziran 2015 seçimlerinin akşamında MHP’nin (HDP/DEM Parti’yi kastederek) “flu gördüklerini” söylediği konuşmadır. O konuşmanın üzerinden, devletin içerisindeki net bir kesimin AKP’nin, özellikle Erdoğan’ın, çözüm sürecinden artık vazgeçmesi, bu sürecin HDP’ye yaradığının kavranması gerektiğini, bunun bir uzantısının da Suriye’deki gelişmeler olduğunu savunduğu açığa çıktı. Ve bu, ‘yerli-milli beka kaygısı’ anlatısı etrafındaki bir devlet koalisyonu olarak şekillendi.
On senenin sonunda, özellikle devlet bürokrasisi içerisinde etkili olan MHP’nin -hiç beklenmedik, MHP’nin tarihi hakkında net fikirleri olan bizim gibi sosyalistleri şaşırtan bir şekilde- ve Devlet Bahçeli’nin Meclis’te DEM Partililerle el sıkışmasıyla beraber bir süreci başlatması, çok ilginç bir döneme girdiğimizi de gösteriyor. Ama asıl olarak şunu gösteriyor ki, devletin daha köklü kesimleri beka kaygısı etrafındaki perspektifle bu sorunu giderip daha etkin bölgesel güç olmak hedefi arasındaki bağlantıyı kurmuş ve bunu bir ölüm kalım meselesi haline getirmiş durumda.
Birleşik bir AKP-MHP-devlet politikası
Dolayısıyla Devlet Bahçeli’nin bu sürecin sözcüsü olması, hem milliyetçi çevrelerde bu sürece ikna olmayanları ikna etmesi açısından bir devlet politikası olarak görülmeli. Hem devlet bürokrasisi ya da “derin güçler” içerisinde bu sürece çomak sokmak isteyenlere karşı bir güvence olarak değerlendirilmeli. Hem de yeni bir çözüm sürecinin öncekinden farkı Devlet Bahçeli’nin farklı bir tutum almasıyla mümkün olabilirdi. Bahçeli dışında kim Öcalan için ‘kurucu önder’ dese başı belaya girebilirdi!
Ancak Devlet Bahçeli’nin çok ısrarlı, çok kararlı, neredeyse Ekim ayından beri bir yıldır tüm konuları sürecin selametle tamamlanmasına bağlayan yaklaşımı, bu konunun dışındaki bütün konuları daha tali görmesi, devletin bakış açısını da gösteriyor. Ve Bahçeli bu yaklaşımı sergilediği oranda da milliyetçilerin bir önceki çözüm sürecinde estirdiği, çözüme karşı o tantanalı, ırkçı fırtınanın esmesi de çok net bir şekilde engelleniyor.
Devlet Bahçeli’nin bu süreçte bu kadar öne çıkması, Erdoğan’la Bahçeli arasındaki bir uyumsuzluğun değil, devletin bu yaklaşımının bir ürünüdür. AKP ile MHP’nin sürece yönelik tempolarındaki farklılığın ana nedeni; AKP her adımı atarken ‘Bir sonraki seçimlerde a) Erdoğan yeniden cumhurbaşkanı olabilecek mi? b) AKP birinci parti olabilecek mi? İktidarda kalabilecek mi?’ diye tartışırken; MHP’nin böyle bir sorununun olmaması, Cumhur İttifakı’nın yapısı nedeniyle iktidar olmadan iktidar nimetlerinden faydalanıyor olmasıdır. Dolayısıyla anketlerde görülen bir oy oranı var; biraz yukarı, biraz aşağı oynayan. MHP bu aralıkta gidip geliyor. Fakat CHP ile AKP arasında, Erdoğan’la İmamoğlu arasında anketlere göre kıran kırana bir mücadele var. Bu açıdan da AKP ve Erdoğan, bütün bu süreçlerdeki politikalara yönelik yaklaşımlarını ifade ederlerken bu dengeleri düşünüyorlar.
Bunun dışında herhangi bir farklılıkları olmadığı, Erdoğan’a rağmen Devlet Bahçeli’nin böyle bir süreci inşa etmesinin mümkün olmayacağını, MHP olmadan da mevcut iktidarın böyle bir süreci sürdürmesinin mümkün olmadığını görmek gerekiyor. Tonda, hızda, beklentilerde farklılıklar var ama bu politika birleşik bir AKP-MHP-devlet politikası olarak görülmek zorundadır.
Susuz çölde bir vaha gibi
TBMM Komisyonunun kuruluşunu, ismini, bileşimini ve ilan edilen çalışma perspektifini ve bugüne kadarki çalışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Komisyon’un çalışmalarına ilişkin eleştiri ve önerileriniz nelerdir?
Komisyon ve Dolmabahçe Mutabakatı soru bloklarını da iç içe ele alabiliriz. Meclis’te bir komisyonun kurulmuş olması önemlidir. Bütün muhalefetin, çözüm sürecinin ilerlemesinden yana olan bütün bileşenlerin ortak talebiydi Meclis’te bir komisyonun olması. Bu komisyonun kuruluş ve bileşiminin Meclis’teki dengeleri yansıtması da iyidir. Komisyonun ismi hiç önemli değil. Önemli olan pratik olarak somut adımları atıp atmasıdır. Biz DEM Parti’nin bu komisyonun adını, faaliyetini nasıl değerlendirdiğini kriter olarak alıyoruz. Meclis’te bütün muhalefetin ya da muhalefetin bir kısmının temsilcilerinin yer alıyor olması, çeşitli sivil toplum örgütlerinin, çözüm sürecine kafa yoran inisiyatiflerin, akademisyenlerin, bireylerin dinlenmesi de onların görüşlerinin alınması da çok önemli. Susuz çölde bir vaha gibi, Türkiye’de demokratik alan kısıtlanırken mecliste komisyon bir “demokrasi cenneti” gibi işliyor. Bugüne kadar komisyona davetli olan kurumlar ve bireyler bir dizi çok olumlu görüşü dile getirdi. Örneğin komisyonda Barış Vakfı’nın yaptığı sunum oldukça etkin bir sunumdu.
Dolayısıyla mecliste böyle bir komisyonun kurulup başına bir kaza gelmeden, tıkanmadan bugüne kadar gelmiş olması, çözüm sürecinin muhataplarının sürecin istikameti konusunda kararlı olduğunun bir işareti ve sürece çomak sokmak isteyenlerin de gücünün buna yetmediğinin bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.
Ama komisyon çalışmalarına ilişkin bir eleştiri, en başta yapılan bir kapalı toplantı olabilir. Çözüm sürecini ilk elden sürdüren devletin çeşitli yetkililerinin (MİT ve bakanlar gibi) görüşmelerini, ilişkilerini, sürecin bugüne kadar hangi ayrıntılı yollardan geçtiğini aktardıkları görüşmenin kapalı yapılmış olması komisyonun mecliste kurulmuş olmasının mantığına aykırıydı. Tamamen şeffaf olması gereken bir sürecin böyle kapalı kapılar ardında, Meclis çatısı altında bir toplantıyla ifade edilmesi, sürece toplumun geniş kesimleri tarafından desteğinin sağlanması açısından çok isabetsiz bir adımdı.
Bu açıdan, en baştan beri elbette sadece birkaç kişinin ağzından çıkan kararlara bağlı olan bir süreç yerine, muhalefetin çeşitli kesimlerini kapsayan bir süreç olması, nispeten bir önceki çözüm sürecine göre daha geniş tabana yayılan bir yapıya sahip olması oldukça önemli. Ama başarılması gereken sadece meclisteki görüşmelere, kurulan komisyonun atacağı adımlara endekslenmeyen; geniş halk kitlelerinin bu sürecin bir parçası olmasını sağlayan bir pratik tutumun hâkim hale gelmesidir.
Meclis, evet ama yetmez
Komisyonun yeni çözüm sürecinde önemli olmakla beraber yeterli görülmesi ve toplumsal kesimlerin, kitlelerin bu sürecin başarıya ulaşması için harekete geçmesi ve ikna edilmesine dair bir adım atılmamasına yönelik bir eleştiriyi hep birlikte yükseltmeliyiz. Meclis, evet ama yetmez. Özellikle işçi sınıfının örgütlü kesimleri ve çeşitli politik başlıklarda mücadele eden inisiyatiflerin sürecin parçası haline -sadece komisyona katılıp görüşlerini söylemeleri anlamında değil, sürecin inşacısı haline- gelmesini sağlamak çok önemlidir.
Bu açıdan bir önceki sürecin deneyimleri önemli. 2015’te Dolmabahçe Mutabakatı ilan edilmiş, gerçekten de bir süre sonra çözüm süreci buzdolabına kaldırılmıştı. Bu komisyonun çalışmalarının aynı kaderi paylaşmasını engelleyecek olan, toplumun en geniş kesimlerinin, ezilenlerin, emekçilerin; çözüm sürecinin, yani Kürtlerin en temel haklarını garanti altına alabilecek olan bir barış gelişmesinin, ezilenlerin bütününün lehine, bütününün çıkarına olduğunu görmesini sağlayacak adımların atılmasıdır. 2013-15’te çözüm süreci için batıda Kürt halkının mücadelesinin Türkiye işçi sınıfının en önemli ittifakı olduğunu gören, bu ittifakın güçlenmesi, perçinlenmesi için çabalayan yığınsal bir irade şekillenmediği için de masaların devrilmesi çok kolay oldu.
Şimdi masaların devrilmesini engelleyecek olan; müzakerenin arkasında daha geniş bir halk iradesinin olması, süreci en geniş kesimlerin sahiplenmesi ve başarıya ulaşmasının önünde çeşitli kişisel, siyasi hesaplarla engel olanların da halkın geniş kesimlerinin nezdinde teşhir edilmesidir. Hem bu komisyonun aynı kaderi yaşamasını engelleyecek olan hem de yeni çözüm sürecinin kalıcı bir barış sürecine evrilmesini sağlayacak olan aşağıdan yukarıya doğru destek mekanizmalarının, kitlesel inisiyatiflerin bir barış ağı kurmak üzere bir araya gelmesini sağlamaktır.
İktidar bir taşla birden çok hedefi vurmayı düşünmüş olsa gerek
Komisyon hem barış hem demokrasi vurgusuyla kurulmuş olsa da iktidar blokunun faşizmi kurumsallaştırma yürüyüşü kesintisiz devam ediyor. Öte yandan kamuoyu araştırmaları iktidar blokunun çoğunluğu kaybettiğini gösteriyor. Hız kesmeyen CHP mitingleri farklı kesimlerin rejimden hoşnutsuzluğunun sokaklarda dile getirildiği kitle gösterilerine dönüşüyor. Bu koşullarda muhalif güçler, özel olarak DEM Parti ve CHP ne türden bir ilişki içinde olmalıdır? Müzakere ve mücadele diyalektiğinin hayata geçirilmesi ve en geniş antifaşist güçlerin birliği açısından erken seçim talebi ön açıcı bir rol oynayabilir mi?
Son dönem otoriterleşme dalgasının arkasında yatan dinamikleri biliyoruz. İmamoğlu’na karşı başlayan operasyondan önce CHP, özellikle İmamoğlu mitingler yapmaya başlamıştı. Bu mitingler kalabalık geçiyordu. Bir yandan anketlerde ‘İmamoğlu, Erdoğan’ı geride bırakıyor’ sonuçları yayınlanıyordu. Öte yandan CHP’nin AKP’nin önünde olduğu yönünde bir dizi veri ortadaydı. Bir yandan çözüm süreci başlamıştı. Çözüm sürecinin başladığı koşullardaki iyimser hava, İmamoğlu’nun mitingleriyle birleşme potansiyeline sahipti. Bir yandan da toplumda, özellikle son 6-7 yılda katlanması giderek zorlaşan yoksullaşma, sindirmesi imkânsız hale gelen adaletsizlik gibi sorunlar etrafında bir tepkinin de ortaya çıktığı çok açıktı. Bu koşullarda iktidar bir taşla birden çok hedefi vurmayı düşünmüş olsa gerek.
Birincisi, çözüm sürecinin getireceği rahatlamanın aşağıda demokratik sınırları geliştirmesini engellemek için otoriterleşme şarttı. İkincisi, İmamoğlu’nun mitingleri, CHP’nin bir ön seçim yapacak olması (mart ayında cumhurbaşkanı adayını belirleyecek olan), daha sonra 15 milyondan fazla insanın İmamoğlu’na oy vererek dayanışma gösterdiği ön seçimlerin bir erken seçim tartışmasını alevlendirmesi ihtimalini iktidar çok kendi lehine görmedi. Özellikle demokrasi koşullarında, çözüm ve barış ikliminde, yoksulluğa ve adaletsizliğe karşı tepkilerin İmamoğlu ve CHP etrafında bir erken seçim talebiyle birleşmesi ve sokakla seçimin yan yana, karşılıklı etkileşim içerisinde gündeme gelebilme potansiyelleri iktidarı hızlı adımlar atmaya zorladı.
Bu üç etken: İmamoğlu’nun rakip olarak öne geçmesi, çözüm sürecinin en baştan yukarıdan ipleri sımsıkı tutulan bir süreç olarak ilerlemesi ve yoksulluğa/adaletsizliğe karşı öfkenin bir erken seçim talebi halini almasının önüne geçilmesi arzusu, bu otoriterleşme dalgasının bir anda üzerimize boca edilmesine neden oldu. Bu öyle bir dalga ki, iktidar açısından diploma iptaliyle başlayıp belediye başkanlarının tutuklanmasına kadar devam eden bu süreç, yarı yolda bırakılabilecek olan bir süreç de değil. Eğer akamete uğrar, iktidarın istediği işlevleri göremezse, doğrudan iktidarın aleyhine işleyen başka bir dinamiğin devreye girmesine, ezilenlerin öfkeli bir şekilde iktidar karşısında daha açıktan tutum almasına yol açabilir. İktidardan uzaklaşmakta olan ama gideceği adres net olmayan milyonlarca insan açısından başka siyasal alternatiflerin çıkmasına neden olabilir.
Bu açıdan, zaten son dönem ana muhalefeti hedefleyen bu otoriterleşme dalgasının, çözüm sürecinin daha devlet merkezli, yukarıdan aşağı ilerlemesini de hedeflediği çok açıktır. CHP’ye yönelik bir otoriterleşme saldırısı var. Ama öbür tarafta mükemmel işleyen bir çözüm süreci varmış gibi bakmamak gerekiyor. Aynı otoriterleşme dalgası, iktidar çevresinin çözüm süreci alanında kullandığı dilin keskinliğini, seviyesini de çok belirliyor. O yüzden de ‘çözüm, barış, özgürlük süreci’ yerine ‘terörsüz Türkiye süreci’ olarak adlandırılıyor dönem. O yüzden ‘geçiş aşaması’, ‘geçiş süreci’, ‘geçiş yasaları’ deniyor; ‘demokratik, sivil bir anayasa’ ya da sınırsız demokrasi denmiyor.
Saraçhane eylemlerinin karakterini veren şey özgürlük talepleri oldu
Bütün bu tartışmalarda ilginç olan bir şey, iktidarın niye böyle düşündüğüne ilişkin bizim bazı spekülasyonlar yapabilmemizi sağlayacak olan bir şey şu olabilir: Kürt sorununda birinci çözüm süreci, yakın tarihin en etkili gelişmesi… Türkiye’deki 2013-15, Dolmabahçe Mutabakatı’ndan bir süre sonra akamete uğrayan süreç düşünülürse, bu sürecin başlamasından kısa bir süre sonra Gezi eylemleri gerçekleşmişti. Şimdi de bu süreç başladı (2024’ün Ekim ayında); 2025’in Şubat ayında, mart ayında ana muhalefete yönelik operasyonlar gerçekleşti ve birdenbire yeniden milyonlar sokağa döküldü. Dolayısıyla yeni çözüm süreci, batıda kitlelerin seferber olduğu bir eylemlilik sürecinin gölgesi altında kalma ihtimaliyle yüzleşti.
İlk çözüm sürecinde, muhataplarının dikkati Gezi direnişi nedeniyle dağılmıştı. Herkesin odağına Gezi oturmuştu. Çözüm meselesi ikincil, üçüncül mesele haline gelmişti. Dolayısıyla buzdolabına kaldırılması daha kuvvetle muhtemeldi.
Şimdi, Türkiye’nin Cumhuriyet tarihinin en yığınsal eylemlerinin gerçekleştiği, sadece İstanbul’da 1,5 milyon kişinin, Türkiye çapında 6-7 milyon insanın sokağa çıktığı 19 Mart-29 Mart döneminde, her şeye rağmen çözüm süreci geri planda kalmadı. Bu 19 Mart’tan sonra başlayan eylemlerin içerisinde ulusalcılar, ırkçılar, neo-faşist odaklar olsa da bu harekete damgasını vuran şey adalet ve demokratikleşme talepleriydi. Bu nedenle de, her ne kadar Özgür Özel tarihi bir hata yaparak kürsüde Ümit Özdağ gibi isimleri konuştursa da, her ne kadar gençler içerisinde aşırı sağcı eğilimlere sahip bir odak şekillenmiş olsa da, hem Saraçhane eylemlerinin hem Türkiye’deki geniş eylemlerin hem de İstanbul’da 2,2 milyon kişinin katıldığı Maltepe mitinginin karakterini veren şey özgürlük talepleri oldu.
Bunun içerisinde, ‘İmamoğlu’nun gözaltına alınması ve tutuklanmasının, çözüm süreci için başlatılan girişimi sabote etmesi gerekmiyor’ diyen Özgür Özel’in çizgisi CHP’nin geri kalanını da bağladığı için, Gezi döneminde olduğu gibi batıdaki kitlelerin seferber olduğu bir güncel gelişme, çözüm sürecini akamete uğratmamış oldu.
Bu, otoriterleşme dalgasına karşı mücadele etmekle çözüm süreci için, bu sürecin başarıya ulaşması için, Kürt halkının en temel haklarının garanti altına alınmasını ve bunun her düzeyde politik olarak, yasal olarak garanti altına alınmasını sağlamak için verilecek mücadelenin arasında bir set olmadığını göstermesi açısından önemlidir. Meclis’te kurulan komisyondan CHP’nin ayrılmamış olması -bir dizi belediye başkanına ve belediye meclis üyelerine yönelik, partinin kendisine yönelik, İstanbul İl Kongresi’ne yönelik CHP’de sert bir müdahale olmasına rağmen masadan kalkmamış olması- esasında otoriterleşme dalgasına karşı mücadele edilirken çözüm süreci için de mücadele etmenin mümkün olduğunu, barış ve demokrasinin yan yana sürdürülebilecek, giderek iç içe geçirilebilecek olan ikili bir problem olduğunu göstermesi açısından çok önemlidir.
Ne yapacağımızı da ortaya seren bu: Hem adalet için, eşitlik için mücadele etmek hem de çözüm sürecinin başarılı, içimize sinen bir seviyeye gelmesi için mücadele etmek kritik bir öneme sahiptir.
CHP’cilik eğilimi ve UKKTH konusunda kafa karışıklığı
Fakat ne yazık ki hem sol muhalefetin içerisinde hem sosyalist solda iki eğilim, bu politik hedefe ulaşılması için gerekli olan kararlı adımların kitlesel bir şekilde atılmasının önüne geçiyor.
Bu eğilimlerden birisi bir tür “CHP’cilik” eğilimi. CHP eşi benzeri görülmemiş bir kitlesel mücadele sürecine girdi ve bu, elbette hem sola hem muhalefete büyük kapılar açıyor. Ama sonuçta bütün bu mücadelenin gelip yaslandığı nokta seçimler, seçimlerde hesaplaşma talebi oluyor. Dolayısıyla da bir “CHP’cilik” eğilimi, seçimlerde CHP’ye oy verme eğilimi; sosyalistlerin bağımsız bir inisiyatif geliştirmesini, kitlesel bağımsız antikapitalist bir alternatifin inşa edilmesi zorlu görevini geciktirmesine neden olan, daha kolaycı, CHP mitinglerinde nefes alıp vermeye, kitlelerle bağ kurmak için oluşan fırsatları hızlı bir şekilde değerlendirmeye yönelik bir eğilim oluşuyor. Bu, birinci sorun.
İkinci sorunsa, ulusların kendi kaderini tayin hakkı konusunda yaşanan kafa karışıklığıdır. Bu, mevcut çözüm sürecine dair de büyük şüpheleri beraberinde getiriyor. Bahçeli’nin deyimiyle ‘kurucu önder’ olan Abdullah Öcalan’ın, bu dönemi müzakereye dayalı bir mücadele dönemi olarak tariflediği ve silahsız mücadeleyi bir taktik adımı olarak değil, stratejik bir yönelim olarak ortaya sürdüğü, ulusların kendi kaderini tayin hakkı meselesini böylece ele almayı tercih ettiği bu dönemde; solun bir dizi kesimi, bu ‘kendi kaderinin tayin hakkı’ meselesini yanlış bir şekilde kavradığı için bu süreci daha çok bir izleyici gibi ele alıyor.
İmralı’dan yansıyan teorik ve siyasi görüşleri tartışma hakkını kullanmalıyız
İmralı’dan zaman zaman yansıyan teorik ve siyasi görüşlerin tartışılması ayrı bir şey. Elbette bu görüşler; Marksizm, işçi sınıfının rolü, işçi devleti, ulusal mücadelenin dinamikleri, emperyalizmin bugün ulaştığı boyutlar gibi çok su götürür, çok derin tartışmaların yapılması gereken çeşitli başlıklar… Bu tartışma hakkını kullanmalıyız, bu görüşler arasında hiçbir şekilde kabul edilemeyecek olan -örneğin bizim açımızdan işçi sınıfının oynadığı temel rol gibi- konuların elbette yoğun şekilde tartışılması gerekiyor.
Ama en baştaki soruya dönersek; bugünkü koşulların 2013-15 dönemindeki çözüm süreci koşullarından temel farklılıklarından birisi, İmralı’nın bu sefer çok net bir şekilde silahsız mücadeleyi, silahların bırakılmasını bir strateji düzeyinde ele aldığını ilan etmiş olması ve buna Kandil’in ve geri kalan bütün Kürt bileşenlerin çok hızlı bir şekilde olumlu yanıt vermesidir. Dolayısıyla bütün bileşenleriyle birden silahları bırakma ve siyaseti, müzakere sürecini gündeme alma temel bir öğe haline geliyor. Fakat ulusların kendi kaderini tayin hakkı meselesi burada önemli. Sol içinde Kürtlere şart koşan eğilim, mevcut çözüm süreci gibi tarihi bir fırsata müdahale edilmesini engelleyen sosyal şovenist bir öğe halini alıyor. Kürtlerin, sosyalistlerin istediği türden bir kaderini tayin hakkını tanımak, Kürtler ne yaparsa yapsın beğenmemek, eleştiriyi koşulsuz bir şekilde iletirken örneğin DEM Parti’ye desteği koşullara bağlamak müzakere ve mücadele dinamiğinin hayata geçmesinin, antifaşist tüm güçlerin ittifak kurabilmesinin önünde milliyetçi bir barikat oluşturuyor. Büyük bir özgürlükçü muhalefet olan Kürt dinamiğinin hem çözüm sürecini sonuna kadar ilerletmek hem de otoriterleşmeye karşı güç birlikleri içerisinde etkin bir güç olarak yer almasını sağlamak, bu harekete güven vermekle olur. Güven vermenin ilk yolu, koyu bir milliyetçilik olduğu ve ulusalcı solda yansımaları çok açıkça görülen ezen ulus kibrinden vazgeçmektir.
Erken seçim talebinin kritik bir önemi olup olmadığı sorunuza gelince sokakta verilen mücadele ile çözüm masasında sürdürülen müzakere erken seçim talebiyle birleştiğinde, aşağıdan mücadele-müzakere ve seçim arasında milyonların sorunlarını da kapsayan bir ittifak ifadesi halini alabilirse çok kritik bir viraj alınmış olur. Tüm bu gelişmeler içerisinde milyonlarca Kürt açısından ölüm kalım meselesi olarak görülen yeni çözüm ve müzakere sürecinin başarıyla tamamlanması hedefine omuz vermek bir zorunluluk olarak öne çıkıyor.
