Türkiye’de artık çiftçilerin de bir örgütü var. 44 bin üyeli Çiftçi-Sen, çiftçilerin sorunlarını çözmeyi, ekonomik politikaya yön vermeyi amaçlıyor. Müttefikleri tüketiciler, yoksullar, işçiler, işsizler… Türkiye’nin ilk Çiftçi Sendikası Konfederasyonu Kurucu Üyesi ve Başkanı Abdullah Aysu’yla; tarımın, kapitalist sistemle birlikte endüstrinin ve sanayinin egemenliğine girme sürecini ve bunun sonucunda hızla yok olan topraklarımız, suyumuz ve gittikçe derinleşen ekolojik kriz hakkında söyleştik.
Tarım, endüstriyle birlikte nasıl dönüştü ve Türkiye’de bu dönüşüm nasıl yaşandı?
Abdullah Aysu: Tarım, tohumla başlamıştır; uygarlık da tarımla. Tarımın ortaya çıkışı esasında ekolojiye bir müdahaledir. Toplayıcılıktan yerleşik düzene geçiş sonrasında ise hayvanların evcilleştirilmesi süreci yaşandı. Hayvanlar evcilleştirilerek toplumsal bir varlık haline dönüştüler. Evcilleştirilmeleriyle birlikte yakın zamana kadar hayvanların bir taraftan ekolojiyle bir taraftan da insanlarla bağları devam etti. Özgürce meralarda otlayan hayvanlarla insanlar arasında bir alışveriş gelişti. O dönemlerde bu alışverişe dışarıdan herhangi bir kimyasalla müdahale edilmediği için, doğayla uyumlu halde doğanın iç dengesi korunarak ekolojik zincir zarar görmeden devam etti. Bu durum hep öyle sür gitmedi, sanayi devrimiyle birlikte makineleşme başladı, bu ise beraberinde yoğun enerji ihtiyacını –petrol kullanımını- ortaya çıkardı. Halbuki enerji ihtiyacı doğadaki güneş ile sağlanabiliyordu. Ama şimdi tarımda da yoğun enerji kullanılmak zorunda. Bu esasen küresel ısınmanın başlangıç noktasıdır. Makineleşmeden sonra hayvanların beslenme ve yaşam alanı olan ve biyoçeşitliliğe ev sahipliği yapan meralar sürülmeye başlandı. Hayvanların meralardan kopuşu ile tarım yapılacak olan toprağı hazırlamak için, topraktaki yabani otlar ve böcekler yok edilmeliydi. Bunun için kimyasal ilaçlar kullanıldı. Oysa tarımda kimyasal kullanımına ihtiyaç yoktur.
Tarımda sanayileşmeyle tohum da şirketler için bir “kâr” konusu oldu yani.
Çünkü tarım esasen, bitkisel üretimle hayvan yetiştiriciliğinin bir arada yapıldığı işin adıdır. Bu iki üretici güç, çıktılarını bir arada kullanarak kimyasal kullanımına ihtiyaç duymaz. Ekolojiyi yaşatır, tahrip etmez. Zaten çiftçilik; ottan süt, sütten ot elde etme mesleğidir. Makineleşmenin ardından tohum üreten şirketler devreye girdi. Tohumun kadınlardan koparılıp ilk özelleştirilmesi yaşandı. Önce tohumu hibritleştirerek başladılar işe.
Bu tohum nazlı bir çocuğa benzer. Bir anda çok verim elde edebilmek için bütün isteklerini yerine getirmen gerekir. Bir sonraki sene kullanılmaya uygun olmayan bu tohumlar, bol su vermezsen, kimyasal gübrelerle desteklemezsen sana bol ürün vermez. Gübre aynı zamanda tarlalardaki yabani otu ve ona bağlı olarak böcekleri çoğaltır. Bu kez onları öldürmek içinde kimyasal ilaç kullanmalısın. Böyle böyle tarımda kimyasal gübre ve ilaç dönemi başladı.
Eskiden bilgiye, bilgi paylaşımına, deneyim aktarımına dayalı olan “bilge köylü tarımcılığı”, endüstriyel tarıma dönüşerek kısır bir döngü içine alındı. Bilindiği üzere endüstriyel tarım cahil tarımıdır. En cahil insan bile endüstriyel tarım yapabilir.
Hastalandığında sabah-öğlen -akşam hap içmesini bilen bir insan günümüz koşullarındaki endüstriyel tarımı da yapabilir. Çünkü aynı ilaçlardaki gibi tohum kutularının üzerinde de, gübre çuvallarında da ne yapılacağı ayrıntılarıyla yazılmıştır. Bu bilgi gerektiren bir şey değildir. Bilge köylü tarımcılığının farkı, arazi içerisinde gözleme dayalı olmasıdır. Bu gözlemler tohumun yetişme sürecini ve bu süreçte ona engel olacak yabani ot veya böceklere karşı -doğadaki varlığına son vermeden-nasıl önlem alınacağını öğretir. Bunun için bilgi ve deneyim paylaşımı önemlidir ve bilmeyen bunu yapamaz.
Türkiye’de tarımın gelişimini nasıl özetlersiniz?
Bilge köylü tarımcılık, Türkiye’nin kırsallarının yüzde 20-25’inde jeopolitik konuma bağlı olarak halen yapılmaktadır. Buralarda ise halen devam etmesinin nedeni; 1950’ler Menderes döneminde Marshall yardımlarıyla hayatımıza giren “traktörün” yüksek ve engebeli arazilere girememesidir. Menderes döneminde başlayan Marshall yardımıyla tarımda makineleşme başlamış, ofisler(silolar) kurulmuş, köylüleri ve ürünleri pazarla buluşturmak için köy yolları yapılmıştır. Türkiye’de çiftçilerin traktör sahibi olabilmesi için Türkiye Ziraat Donatım Kurumu ile Tarım Kredi Kooperatifi kurulmuş, eğitimde endüstriyel tarımla ilgili dersler bile verilmeye başlanmıştır. ABD’nin II. Dünya Savaşı sonrası dünyayı şekillendirme politikası olan ve yardımlar içeren bu program; Türkiye’yi tarımda dışa bağımlı hale getirerek, az gelişmişliği temellendirmiştir.
Oysa AB’de süreç şöyle bir yol izlemiştir: 1963’te AB Ortak Tarım Politikasını (OTP) kurdu. O dönemde AB temel gıda ihtiyacının yüzde 80’nini kendisinden karşılıyor, yüzde 20’sini ithal ediyordu. 1975’lerde üretimi (ihtiyacının) yüzde 120-130’una ulaştığında fazla ürünleri dünya pazarına açmak için ABD ile arasında bir pazar savaşına girişti. Bu savaş Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) turlarına çokça konu oldu. Bizim de içinde yer aldığımız GATT, IMF ve Dünya Bankası (DB) ile birlikte 1944‘te kuruldu. GATT, birçok tur düzenledi. Bu turlardan biri, Tokyoda yapılan tur 6 yıl sürdü. Tokyo turunun esas amacı ise; tarımı serbest piyasanın içine almaktı. Daha sonra 1979’da Anlaşma; tarım serbest piyasanın içine alınamaz kararı ile karar almadan dağıldı. O tarihlerde bu kararı destekleyen Türkiye, Demirel döneminde 24 Ocak Kararları ile IMF ve DB marifetiyle, tarımı serbest piyasaya açtı. Toplumsal muhalefetin güçlü olduğu o dönemlerde bu ve diğer politikaları uygulamaya sokmak için 1980 darbesi yapıldı. Dünyanın diğer yerlerinde de aynı yöntem kullanıldı: Kararlara karşı gelişen toplumsal muhalefeti baskı ve şiddet kullanarak bastırma yöntemi. Darbeyle birlikte süt liman bir ortam yaratılarak hayata geçirilen kararlar, çiftçiliğin ortadan kaldırılması ve tarımın şirketlere devredilmesi sürecinin ilk adımlarıdır.
Daha sonra 1983 Özal döneminde ise devletle çiftçinin bağını koparacak politikalar uygulandı. Birçok genel müdürlük kapatıldı. Bunlar; Tarım Bakanlığı Kurmay Genel Müdürlükleriydi. Su Ürünleri Genel Müdürlüğü, Veteriner İşleri Genel Müdürlüğü, Gıda Kalite Genel Müdürlüğü. Kapatılan en önemli müdürlüklerden bir diğeri ise, Toprak Su Genel Müdürlüğü’dür. Çünkü bu müdürlüğün elinde toprak kalitelerinin belirlendiği haritalar vardı. 1, 2, 3, 4. kalitedeki topraklara cumhurbaşkanı gelse bile çivi çakılamazdı. Toprak-Su kapatıldıktan sonra, toprak ve su sahipsiz kaldı. Muktedirler bunlar üzerinde istediklerini yapmaya başladılar. Türkiye’de hayvancılığın çöküşü ise Süt Endüstrisi Kurumu (SEK), Et ve Balık Kurumu (EBK) ve Yem Sanayi Genel Müdürlüğü’nün kapatılmasıyla olmuştur. Bu kurumlar kapatılmasaydı şu an 37 milyon hayvana sahip olan ülkedeki hayvan sayısı 130-140 milyona çıkmış olacaktı. Şimdiki durumdan farklı olarak, canlı hayvan ve hayvansal ürün ithal eden değil ihraç eden ülke konumunda olurduk.
Dünyada ise 1986’da Uruguay’da başlayıp 1993’de sona eren GATT Uruguay Raundu yapıldı. Bu round’da (tur) tarım serbest piyasanın içine alındı. Bunun ardından da Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) kuruldu. GATT’ın yerini DTÖ aldı. DTÖ’ye üye olan ülkeler aynı zamanda zorunlu olarak bir dizi anlaşmayı da kabul etmiş sayıldı. Dönemin DTÖ Genel Müdürü Pascal Lemy dünya basınına şöyle seslendi; “Bu ülkeler acaba neyin altına imza attıklarını biliyor mu?” Bütün bu antlaşmaların ortak noktası ise devletin devre dışı bırakılarak şirketlerin devletin üstünde bir konuma yerleştirilmesi. DTÖ sonrasında devletlere 2 yetki bırakıldı:
1.Siyaset yapma yetkisi (fakat bu yetki, laiklik ve din üzerinden yapılacak siyasetle sınırlandırıldı),
2. Halktan istedikleri kadar vergi toplayabilme yetkisi. Fakat toplanan vergiler şirketlerin önüne çıkacak bütün engellerin kaldırılması için olacaktı.
Peki bu değişim tarımı nasıl etkiledi?
Kemal Derviş döneminde neredeyse 10 günde 15 yasa çıkarıldı. Şeker, Tekel, Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri Kanunu. Tarımın serbest piyasa içine alınması, desteklerin azaltılması, tarımsal kredi faizlerinin yükseltilmesi vb ile Özal döneminde tarımsal destek azaltıldı, tarımsal kredi faizleri piyasa faizleri düzeyine çekildi, sübvansiyonlar kaldırıldı. Bu süreç böyle devam ederken 2007 yılında yılda 640 bin kişi kırdan kente göç etti. Bu her 50 saniyede bir ailenin göç etmesi demektir. Şu anki hükümete gelene kadar tarımda tahribatta varılacak noktaya varılmıştı. Tayyip döneminde ise yapılan şey, şirketlerin hükümet tarafından yasal güvenceye alınması ve bu şirketlerin tarım ve gıdada egemen olmalarıdır. Mesela; organik tarım sertifikası verme yetkisinin kamudan alınıp şirketlere verilmesi gibi. Şimdiye kadar çıkan bütün kanunlar şirketlerin elini güçlendiren, çiftçi ve tarıma egemen kılan bir durum sağladı.
Biyogüvenlik Yasası için neler söylemek istersiniz?
Çıkarılan kanunlardan biri de Biyogüvenlik Yasası’dır. Her yönden karşı çıktığımız bu kanunla GDO tarım kesimine girmiş, hayvan yemi olarak kullanılmaya başlanmış, gıda maddesi imalatıyla birlikte direkt insana ulaşmıştır.
Şirketlerin tarım ve gıdaya egemen olmasının ötesinde, küresel krizle birlikte şirketler artık doğrudan üretimle sermaye birikimine yöneldiler. Bunun için toprağa saldırdılar. Şimdilerde birçok ülkenin toprağı satılıyor. Şu an dünyada üç ülkenin kendine ait toprağı bulunmamaktadır. Birçok ülkede topraklar büyük şirketlere, petrol şeyhlerine ve Çinlilere satılmıştır. Özellikle su kaynaklarının yanındaki topraklar alınarak suya da sahip oluyorlar. Ülkemizde ise bu saldırı tersten yapılıyor, önce sular satın alınıyor sonra çevresindeki topraklar. Daha sonra ise bu topraklar devlet tarafından istimlâk edilip şirketlere veriliyor. Toprakla suya birlikte sahip olanlar aslında gıdaya sahip oluyorlar. ABD’nin meşhur Dışişleri Bakanı Henry Kissinger diyor ki; “Enerjiye sahip olmak ülkelere sahip olmaktır. Ama gıdalara sahip olursanız insanlığa sahip olursunuz. Bu nedenle gıdanın egemenliğini ele geçirmek gerekir.”
Bizler de bu egemenlere karşı; gıda egemenliğini, üretici ve tüketicilerin birlikte karar verecekleri bir duruma dönüştürme mücadelesi veren Çiftçi-Sen örgütünü kurduk. 2008 yılında 7 tane sendikanın birleşiminden Çiftçi-Sen Konfederasyonu kuruldu. İlkeleri; tarımda hibrit ve GDO tohumuna karşıdır. Bu tohumlarla sağlıklı gıdanın üretilmeyeceği inancındadır. Yerel tohum, yerel üretim, yerel pazarı savunur. Dünya Ticaret Örgütü, IMF ve Dünya Bankası’na cepheden karşıdır. Endüstriyel üretim ve gıda imalatında kimyasal ve katkı maddelerinin bulunmasını ahlaki bulmaz. Küçük aile çiftçiliğini savunur. Endüstriyel tarıma ve toprak ağalığına karşıdır. Bilge köylü tarımının tahrip olmuş ekolojiyi yeniden onaracağına toprağın, suyun ve kaybolan insan sağlığının sağlıklı ürünler ile yeniden elde edileceğine inanır. Son söz olarak ise; ne yiyorsan osundur!
Röportaj: Özlem Bayat