Foti Benlisoy
HDP’li bakanlar meselesi, özellikle Levent Tüzel’in kabinede yer almaması, son olarak da Konca ve Doğan’ın istifaları dolayısıyla bir süredir “sıkı” bir polemik konusu. Yanlış anlaşılmasın, artık bir biçimde nihayete ereceği belli olan bu hararetli tartışmaya durduk yerde dalmak gibi bir niyetim yok. Bu kısa not, uluslararası sosyalist hareketin tarihinden, muhtemelen çoktan unutulmuş bir epizodu hatırlatarak bu tartışmaya oldukça dolaylı bir katkı sunmayı hedefliyor sadece.
Bu dolaylı katkıdan muradım bir tür malumatfuruşluk gösterisi değil elbette. Tam aksine, geçmiş deneyimlere dair aktif bir angajmanın, yani ezilenlerin “birikmiş praksisi” olarak tarihin, her siyasal dönemeçte bize bir projektör vazifesi gördüğünü hatırlatmak. Zira her devrimci hareket kendisinden önceki devrimci hareket ve akımların fikir, tartışma ve deneyimlerinden beslenir, onlara geri döner. Onlara atıfla bugünkü deneyimini anlamlandırmaya çalışır. Bu güzergâh kapalı ya da kısırsa devrimci hareketin de anlamlandırma ve hareket kapasitesi sınırlanır, büzüşür.
Konumuza dönelim: Sosyalist parlamenter E. Alexander Millerand 1899 yılında Cumhuriyetçi siyasetçi Pierre Waldeck-Rousseau’nun önderliğinde kurulan ve cumhuriyet karşıtı sağa karşı enerjik önlemler almayı hedefleyen kabineye katılır. Bu, yani bir sosyalistin bir hükümete katılması, hangi gerekçeyle olursa olsun daha önce görülmemiş bir şeydi.
Millerand, işçi hak ve çıkarlarını savunmakla ün kazanmış bir hukukçuydu. “Ilımlı” görüşleriyle tanınsa da Fransız sosyalizmine bir tür “asgari program” belirlenmesi çabalarına aktif olarak katılmıştı. Neticede sosyalist hareketten gelen birinin bir burjuva hükümetinde bakan olması, Avrupa müesses nizamınca kurumsal siyasetten sistematik olarak dışlanan dönemin sosyalist camiasının tamamı için şaşırtıcı bir yenilikti ve doğal olarak hemen Fransa sınırlarını aşan hararetli bir tartışmanın konusu halini alıverdi.
Kimilerine göre Millerand’ın bakan oluşu, sosyalizmin artan etki ve gücünün bir göstergesiydi. Bazıları içinse bir burjuva hükümetine katılmak, bir oportünistin sosyalist ilkelere ihanetinden başka bir anlam taşımıyordu. Söz konusu hükümette 1871’de Komün’ün kanla bastırılmasında rol almış olan General Gallifet’in de yer alması, Millerand’a yönelik eleştirilerin dozunu daha da artırıyordu.
Millerand’ın bakanlığı uluslararası sosyalist harekette önemli yankılar yaratan ve bir kuşağın sosyalist strateji ve taktiklerini etkileyecek bir simgeye dönüşür. Doğal olarak konu, İkinci Enternasyonal’in gündemine de taşınır. 1900 yılındaki Paris Kongresi’nde, Kautsky tarafından kaleme alınan ve aslında Millerand’ın eylemini açıkça kınamayan esnek bir önerge kabul edilir. 1904’te gerçekleştirilen Amsterdam Kongresi’ndeyse sosyalistlerin burjuva hükümetlerine katılmalarını kesin bir biçimde reddeden bir önerge kabul edilir.
“Millerand hadisesi”, kısa zamanda Fransız ve uluslararası sosyalist hareketin bütün çelişki ve ihtilafların simgesi haline gelir. Aslında bakanlık tartışmasının uluslararası sosyalist hareketin 20. yüzyıldaki seyrini önemli ölçüde belirleyecek “revizyonizm” ve “reformizm” tartışmalarının öncülü, hatta bir yerde başlangıcı olduğu pekâlâ iddia edilebilir. Kapitalist devletin yönetimine katılmak ya da katılmamak meselesi, 20. yüzyıl boyunca sosyalist strateji tartışmalarının değişmez bir başlığı oldu.
Neticede “Millerandizm”, devrimci sosyalist saflarda burjuva hükümetlerine katılma şeklindeki “sınıf işbirlikçi” tutum için kullanılan bir genel terim halini aldı. Lenin daha sonra Millerand’ın bu eylemini, “pratik Bernsteincılık” olarak mahkûm edecektir. Ona göre “Millerandizm revizyonist siyasal taktikleri daha geniş, gerçekten ulusal bir ölçekte uygulamaya dönük en büyük girişimdi.”
Bir sosyalist parlamenter olarak Tüzel’in hükümete katılmaya dönük itirazı, bir tür Millerandizm eleştirisi olarak görülebilir mi gibi bir tartışmaya girmeyeceğim. Dedim ya, şu ya da bu yöndeki tutumun doğru ya da yanlışlığı üzerine kelam etmek bu yazının niyeti değil. Yüz küsür yıl önceki bir hadisenin bugüne dair bir tartışmayı tek başına ve otomatik olarak izah etmesi zaten mümkün değil. Derdim, dahil olduğumuz hemen hemen bütün siyasal polemikleri, güncele sıkışmış bir stratejik boşluk içerisinde gerçekleştirmediğimizi hatırlatmaktan ibaret.
Hemen herkesin “yenilikçilik” fetişinin şu ya da bu ölçüde kurbanı olduğu günümüzde, her şeye sıfırdan başlamanın ehven olduğu sanılıyor. Oysa tarihi kendisiyle, o an yaşananla başlatan, hafızasız, “tarihsiz” bir siyasete ısrar ve inatla karşı çıkmak gerekiyor. Çünkü dogmatik olmamak adına belleksiz kalmayı seçen bir muhalefet, sonsuz bir şimdinin dayattığı gündemlerde debelenirken muhtemelen kök salmayı asla beceremeyecektir.