Sovyetler Birliği Komünist Parti Genel Sekreteri Mihail Gorbaçov’un 1991 yılındaki istifası sonrasında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) ve SSCB ile hareket eden Doğu Avrupa’daki sosyalist rejimler çözüldü. Sosyalist blokun yıkılışı, kapitalizmin ‘nihai zaferi’ ve ‘tarihin sonu’ olarak ilan edildi. Ancak aradan geçen yıllar ne zaferin nihai olduğunu ne de tarihin sonlandığını gösterdi. O halde soralım: ‘Reel sosyalizm’ yani Sovyetler Birliği ve Sosyalist blok neden çöktü?
Bu yazıda sosyalizmin çöküşünün nedenlerini, Viyana Uluslararası Ekonomik Araştırmalar Enstitüsünün (WIIW) yakın zamanda yayımladığı COMECON veri seti ve değerlendirme raporuna dayanarak ele alacağım. WIIW araştırmacıları, sosyalist sistemin çöküşünü üç düzeyde inceliyor: Yapısal zayıflıklar, dışsal şoklar ve politika tercihleri.
Bu nedenlere biraz daha yakından bakmadan önce neden bu konuyu ele aldığımı hatırlatayım. Zira önceki yazıları takip etmeyen okur, bayram değil seyran değil, nereden çıktı sosyalizmin çöküşü konusu diyebilir. Konu şu nedenle önemli: Geçtiğimiz haftalarda yine Evrensel sayfalarında ele aldığım gibi, günümüzün çoklu krizler döneminde ekonomik planlama yeniden gündeme geliyor. Bu nedenle geçmişteki (sosyalist ve kapitalist) planlama deneyimlerinin eleştirel bir gözle yeniden ele alınması önemli. Tartışmamızın bağlamı bu.
Bu vurgunun yanında, ek olarak, yukarıda linkini verdiğim ve yeni açıklanan veri setini işaret etmek yazının ikinci amacı. Bu veri setinin incelenmesi ve kullanılması, ilgili araştırmacıların detaylı tarihsel analizler yapabilmesine olanak verebilir.
Bu kısa açıklamadan sonra konuya geri dönelim: ‘Reel sosyalizm’ neden çöktü?
Yapısal zayıflıklar
WIIW araştırmacıları ilk olarak sosyalist ülkelerin 1960’lar ve ‘70’lerde yüzde 5’in üzerinde büyüme gösterdiği vurguluyorlar. Ancak bu büyüme, düşük iç tüketim düzeyine, içe kapalı ticaret yapısına ve ağır sanayi önceliğine dayanan büyüme modelinin bir sonucuydu. Yüksek büyüme oranlarının temel dinamosu olan yatırımlar 1980’lerle birlikte belirgin biçimde yavaşladı. Verilere göre, Macaristan, Polonya ve Çekoslovakya gibi ülkelerde yatırım büyümesi sıfırın altına geriledi. Bir başka ifadeyle sosyalist ‘kalkınma’ süreci ve bunun dayandığı büyüme modeli krizle karşılaştı.
Bu yavaşlamanın nedenlerinden biri, COMECON ülkelerinin rekabet gücü yüksek teknolojik üretim yapısına ulaşamadan, yani kendi kendine yeterli bir sistem kuramadan 1970’lerin kriziyle karşılaşmasıydı. Zira sosyalist bloktaki pek çok ülke, sadece alternatif bir sistem inşasının getirdiği sorunlarla değil, aynı zamanda yoksullukla, altyapı eksiklikleriyle ve Batı’dan gelen rekabetle de boğuşmak zorundaydı. Bu açıdan COMECON ülkelerinin yapısal zayıflıkları, sosyalizmin çöküşündeki nedenlerden biri olarak görülebilir.
Dışsal şoklar
İkinci temel neden küresel konjonktürle ilgili. 1973’teki petrol krizi yalnızca Batı’yı değil, sosyalist blok ülkelerini de sarstı. Sovyetler Birliği önce COMECON ülkelerine ucuz petrol sağlamaya devam etti; ancak 1975’te fiyatlandırma sistemini değiştirdi. Beş yıllık ortalama dünya fiyatlarına endeksli yeni fiyat politikası, ‘yoldaşlıktan’ çok piyasa kurallarını önceleyen bir yaklaşımdı. Bu, geçen haftaki yazıda belirttiğim gibi, Doğu Avrupa ülkelerinin döviz açıklarını artırdı.
İkinci darbe 1981’de geldi: ABD Merkez Bankası faiz oranlarını yüzde 19’a kadar çıkardı. Sosyalist ülkeler 1970’lerde Batı’dan düşük faizle aldıkları borçları çeviremeyecek duruma düştüler. Polonya, Yugoslavya ve Macaristan’ın borç servis oranları, toplam döviz gelirlerini aştı. Borçlar nominal olarak düşük görünse de, bu borçların büyük bölümü kısa vadeliydi ve geri ödemeler dolar bazında yapılmak zorundaydı. Sonuç: Borç krizi, ithalat kısıtlamaları, büyüme daralması oldu.
WIIW araştırmacıları, dışsal şoklar başlığı altında, petrol krizi yanında, iklim şartlarındaki değişimin etkilerini de dahil ediyorlar. Buna göre 1972 ve 1975’te yaşanan olağanüstü sıcaklık artışları, Doğu Avrupa’daki tahıl üretiminde yüzde 20’yi aşan düşüşlere neden oldu. Tarım, sadece gıda üretimi değil, aynı zamanda döviz kaynağıydı. Bu anlamda iklim şokları, hem ticaret dengesini hem iç piyasayı sarstı.
Hatalı tercihler
Bu iki neden dışında, daha somut düzeyde düşündüğümüzde, politika yapıcıların hatalı kararlarının da reel sosyalizmin çöküşünde etkili olduğu ileri sürülebilir. Düşük kaliteli ürünler ya da teknolojik geri kalmışlık sosyalizme ait bir özellik değildi, bunlar zaten Küresel Güney’de de kapitalizmi tanımlayan temel özelliklerdi. Esas fark, sosyalist sistemin bu sorunlarla başa çıkacak araçlara sahip olmaması değil, bu araçları seferber edecek siyasal iradenin ve sınıfsal yönelimin 1970’ler sonrası çözülmeye başlamasıydı.
Sovyetler Birliği’nin petrol gelirlerini üretken yatırımlara değil, askeri harcamalara ve statükoyu korumaya yönlendirmesi; Romanya, Macaristan ve Yugoslavya’nın döviz krizine yanıt olarak ulusal paralarını defalarca devalüe etmeleri; ithalatın kısılması için teknoloji transferinin engellenmesi gibi kararlar, stratejik yön kaybının göstergeleriydi.
Devalüasyon politikaları ters tepti. Polonya zlotisi 1982’de 25 kat, Yugoslav dinarı 1985’e kadar 15 kat değer kaybetti. Ancak bu devalüasyonlar ihracatı artırmadı. Aksine, ithalat pahalılaştı, enflasyon yükseldi ve halklın satın alma gücü düştü.
‘Kaçınılmazlık’ mitini aşmak
Bu nedenleri tartışmak, konunun tarihsel ve maddi zeminini ele almak açısından önemli. Zira reel sosyalizmin, çöküşü genellikle doğallaştırılarak, ‘Zaten çökecekti’ kolaycılığıyla tartışılıyor. Oysa tarihsel materyalist bir perspektiften bakıldığında, bu çöküş kaçınılmaz değildi; sonuçları farklı olabilecek bir dizi tercihin ürünüydü. Dışsal şoklar ancak içsel çelişkilerle ve hatalı kararlarla birleştiğinde çöküşü getirebilir. Sosyalist ülkelerdeki teknokratik-bürokratik sınıfların giderek sermaye sınıfına dönüşmesi bu iç çelişkilerin sınıfsal ifadesidir.
1985 sonrası reformlar (Perestroika ve Glasnost), demokratikleşme değil, piyasaya geçişin ön adımlarıydı. Ancak detaylı bir şekilde organize edilmeyen bu reform sürecinde bir süre sonra kontrolün elden kaçtığı görüldü. 1990 sonrası hızla zenginleşen eski nomenklatura, reform hareketinin sınıf karakterini net biçimde gösterdi.
Bugün sosyalizmin çöküşünü tartışmak, yalnızca geçmişi anlamak için değil, geleceği kurmak için de önemlidir. Çünkü 21. yüzyılın başında kapitalizm iklim krizi, gelir eşitsizliği, otoriterleşme ve savaş ekonomilerinin yükselmesi gibi çoklu krizlerle boğuşuyor.
Bu ortamda eğer yeni bir sosyalist proje gündeme gelecekse, bu yalnızca geçmişi nostaljiyle anmakla değil, geçmişin hatalarından öğrenmekle mümkün olacaktır. Bu bağlamda, planlama ile piyasa arasındaki ilişkilerin nasıl kurulacağına ve bunun toplumsal demokrasiyle nasıl şekillendirileceğine dair geliştirilecek yeni perspektifler, kolektif mülkiyeti teknolojik yenilikle harmanlayan bir ufuk sunabilir.