Devletin ‘Terörsüz Türkiye’ dediği, Abdullah Öcalan’ın da “Barış ve Demokratik Toplum” adını verdiği sürecin en kritik anı 11 Temmuz’da sahnelendi.
PKK, Dukan bölgesindeki Casene Mağarası’nın önünde silahları ateşe verirken simgesel bir atış yaptı. Öcalan’ın çağrısına uygun olarak silahların yakılması bir teslimiyet değil hukuki zeminde demokratik mücadeleye geçişin ateşi olarak sunuldu. Dirilişi simgeleyen Newroz ateşine gönderme yapıldı.
Esasen hiçbir hukuki güvence, beklentilerine uygun yasal değişim ya da somut bir karşılık olmadan adım atıldı. Haliyle silahların tamamen susması yönünde, karşılık verilmesi gereken tarihi bir fırsat sunuldu. Ağır bedellerin ödendiği bir sayfayı kapatma niyetinin sahnelendiği bir platform ‘mücadelede devamlılık’ vurgusunu içeriyor. Bu devletin kucaklamaya gönüllü olduğu bir mesaj değil.
Casene Mağarası’nın mekan olarak bu mesaj için seçildiğini anlıyoruz. Buranın Irak Kürdistan’ındaki silahlı mücadele açısından özel bir yeri var. Kürtlerin anlatısına göre, 1923’te işgalci İngiliz güçleri Süleymaniye’yi bombaladığında Casene Mağarası direnişin sığınağı oldu. Şeyh Mahmud Berzenci burayı karargâha dönüştürdü. Bir ilk olma özelliği taşıyan Bangi Hak (Hakikat Çağrısı) gazetesi burada kurulan matbaada basıldı. Tarih 28 Mart 1923. Uzun bir aradan sonra Baas döneminde Casene Mağarası Dukan, Surdaş ve Pira Magrun sıradağlarındaki direnişte Peşmerge güçlerine de sığınak oldu.
Bu mağara alanı sadece törenin güvenliği değil bir devamlılık mesajı vermek için seçildi. Mağaraya çıkan merdivenlerden silahlarıyla geldiler, silahsız olarak döndüler. O merdivenlerden geri dönmek yerine beyaz tülbentli analarla birlikte Türkiye’ye gelebilselerdi o zaman buna ‘barış’ derdik.
Belli ki yasal düzenlemeler yapılmadan silsileler halinde silah bırakma seansları olmayacak. Bu süreç adıma karşı adım mantığıyla ilerleyecek ya da tersi olacak.
Bu tarihi fırsatın heba edileceğine dair haklı endişeler var. Bunun demokratik dönüşümle anlamlandırılacağına dair inanç da yok. Buna rağmen ideolojik ya da politik duruşların daralttığı koridordan çıkışa doğru bakmak gerekiyor.
Barışa giden her adım, savaştan uzaklaşan bir adımdır. Savaş pisliktir; sadece yok etmez aynı zamanda kirletir. Barışa edilen küfürlerin, savaşa yapılan övgülerden fazla olması bir trajedidir. Faşizmin demlendiği bu durum demokratik güçlerin zayıflığından ileri geliyor.
Çatışma ortamı zorbalığın inşasında en büyük istismar kaynağı. Ayrıca nerede bir hırsız, arsız, yalancı, talancı ve tetikçi varsa üzerinde yükseldiği bütün melaneti ‘terör şalı’ ile örtüyor. Faşist döngü kırılacaksa, suç şebekesinin milliyetçilik ve devletçilik maskesi düşecekse, silahların yakılması bir fırsat olarak görülmelidir. Kısa vadede bu iktidarın gücünü tahkim edecek olsa bile…
Cumhur İttifakının iç cephe tasavvuru, kendi siyasal bekasına yönelik tedbirleri içerebilir. “İktidara yarıyor” diye çatışma sürecini bitirmeye namzet bir girişimi zemmetmek doğru bir çıkış noktası olmayabilir. Bu durum savaştan beslenen kesimlere hizmet ediyor.
Türkiye’de siyaset genel anlamda silahların rehinesidir. Kürt hareketi açısından meseleye bakarsak; sivil alanlarda sahip olduğu güç, bagajındaki silahlar yüzünden cendereden kurtulamıyor.
Mecliste oluşturulacak yasal zemin belki demokratik dönüşüm beklentilerini karşılamaz ama silahsızlanmayı temin edebilir. Aşırı iyimser bir tahminle; cerrahi bir açılım sayesinde çatışma dönemi arkada bırakılırsa siyasetin normalleşmesi, Kürt hareketinin ayağındaki zincirlerden kurtulması ve diğer bütün muhalif kesimler için demokratik mücadele alanının genişlemesi mümkün olabilir.Bu, Cumhur İttifakı’nın otoriter rejim inşasından vazgeçeceği anlamına gelmiyor. HDP/DEM’in yerine örsün üzerine CHP yatırılırken zorbalığın sona ereceğine dair bir işaret gelmiyor. İktidar, Öcalan’ın çağrılarında yer alan vurguların aksine, süreci ‘demokratik reform’ ya da ‘hukuk devleti’ bağlamında yürütmüyor.
Sonuçta çatışma sistemin faşizan damarlarına kan pompalıyor. İşçi-emekçi eylemleri, akademisyenlerin barış çağrıları, bağımsız gazetecilik çabaları, öğrenci gösterileri dahil her alanda hak, hukuk, adalet ve özgürlük mücadelesi terör parantezine alınarak sindiriliyor ya da yok ediliyor.
Bu ülke asıldığı ‘terör’ çengelinden inebilirse, otoriter gidişata karşı koymak için daha örgütlü ve kitlesel mücadele zemini oluşabilir. İmralı’da Öcalan, Erdoğan ve Bahçeli arasında şekillenen mutabakat ya da örtülü ittifak aradığımız Türkiye’yi bahşetmeyecek. Demokratik dönüşüm için örgütlü sivil seferberlik şart.
Cumhur’da üçüncü ayak hesabı
Bu sürecin, Erdoğan’ın siyasal tasarımındaki hali umut kırıcı. Süleymaniye’den gelen görüntülerin ardından yaptığı açıklama, önceden pompalandığı gibi ‘tarihi’ değildi.
Yıllardır nefretle beslediği, hatta MHP’lileştirdiği AKP tabanındaki kaygıları gidermeye dönük hamaset yüklü atışlar yaptı. Meclisin sürece sunacağı katkının kritik önemde olacağını söyledi. Herkesi korku ile umut arasında bırakan tarzını tekrarladı.
İç cepheyi tahkimden neyin anlaşılması gerektiğini de ortaya koydu. DEM Parti’yi Cumhur İttifakı’nda üçüncü sac ayağı olarak konumlandırdı. “Altını çizerek söylüyorum, Cumhur İttifakı olarak AK Parti, Milliyetçi Hareket Partisi ve DEM heyetiyle birlikte bu süreci pişirerek geleceğe taşıyacağız” ifadelerini kullandı. Muhalefetin tam ortasına atılmış bir maytap bu. DEM’i köşeye sıkıştıracak ve bunaltacak bir hamle yapıyor. DEM Parti Meclis Başkanvekili Pervin Buldan, “Yanlış bir yere çekilmesin. Bu ittifak süreç ittifakıdır. Başka bir ittifak olarak algılanmamalı. Herkesin çizgisi ve gittiği yol bellidir” yanıtını verdi.
Yani DEM’e göre bu süreçle sınırlı bir ortaklıktır. Fakat Erdoğan çekilen bu sınırda durmayacaktır. Kasıtlı bir strateji güdüyor. DEM Parti’yi şimdilik kaçınmaya çalıştığı bir yere konumlandırıyor.
Bununla muhalefet blokunu parçalamayı da hedefliyor; en başta CHP ile ortak zeminini yok ediyor.
Fakat bu stratejinin cesaret aldığı nokta, Bahçeli, Erdoğan ve Öcalan arasında şekillenen üçlü ittifaktır. Öcalan partinin sahibi olarak konuşuyor; bu süreçte neyin nasıl olacağını tayin ediyor. Öcalan’ın iradesi belirleyici. Esasen devlet de Öcalan-DEM ilişkisine böyle bakıyor. Erdoğan da Öcalan’ın yaptığını yapıyor; DEM Parti’den kimi muhatap alacağına kendisi karar veriyor.
DEM Parti bu üçlü iradeye göre sürecin taşıyıcı kolonlarından biri ama pozisyon dayatabilecek konumda değil. Bu sürecin dinamikleri ve aktörleri buna izin vermiyor. Erdoğan her adımıyla ilgili siyasi maliyet hesabı yapan bir lider. Birilerini düşman bellemeden de yapamıyor. Düşmanlıkta yer değiştirme oyunu DEM Parti’yi ciddi bir sınava sokuyor.
Yeni Osmanlı çuf çufluyor lakin…
Erdoğan konuşmasında sürecin dış cephesine dair de stratejik bir çerçeve çizdi. Sözü Musul ve Kerkük’ten alıp Halep ve Şam’da dolaştırıp Kudüs’ten çıkardı. Kader ortakları olarak gördüğü Türkler, Kürtler ve Arapların atlarıyla Çin denizinden Adriyatik’e rüzgar estirdiğinden söz etti. Döndük 2011’lerin başına; yeni Osmanlı çuf çuf. Türk kimliğine dayalı ulus devlet inşasının ötesine geçiyor; sözde Osmanlı milletler sistemine gidiyor. Üç milletin ortaklığına atfen ‘Kudüs İttifakı’nı bir metafor olarak kullanıyor.
Kürtler ve Araplarla birlikte yeni bir fetih coğrafyası bu sürecin düşler aynasına yansıyor. “Türk, Kürt, Arap eğer bir aradaysa, Türk vardır, Kürt vardır, Arap vardır. Ne zaman ayrıldık, kaybettik, yenildik. Bugün Gazze’de soykırım icra ediliyor. Neden? Çünkü Türk, Kürt, Arap ittifak kuramıyor” diyor.
Kürt sorununun çözümü için Öcalan’ın birlikte coğrafyayı büyütme önermesine hem ümmetçilik hem ittihatçılık sosu katıyor. Bu süreci başlatanlar meseleyi, İsrail’in artan saldırganlığının haritaları değiştireceği, bunun Türkiye’yi bir beka sorunuyla karşı karşıya bırakacağı korkusuna sarmalanmıştı. İç cepheyi tahkimden, sınırları Musul, Kerkük ve Halep’e doğru itme hevesleri peydahlıyor. İflah olmaz bir tekrar; Adnan Menderes’ten Turgut Özal’a, oradan Tayyip Erdoğan’a…
İktidarın tahkiminde tepe tepe kullanılan hamaset maden buldukça dalıyor. Ama idealize edilen şey Türk, Kürt, Arapların kader birliği ya da eşitler arası ilişki de değil. Bunun test alanı Suriye’dir. Erdoğan’ın kardeşlik hukukunda Suriyeli Kürtlerin yeri yok. Kürtlerin özerklik taleplerini bölücü ve emperyalist proje olarak lanetledi. Bunu çökertmek için üç büyük askeri harekât geliştirdi. Her türden örgütü bu yapıya karşı kullandı. Ama sorarsanız bu süreçte Suriyeli Kürtlerin de huzur ve emniyetini hesaba katıyor. Çok ilginç, eğer doğruysa Öcalan da İmralı’daki görüşmelerde “Kandil İran’ın, SDG ise İsrail’in etkisindedir. Bunu ancak ben engelleyebilirim” diyor. Sanırım Bahçeli’nin hürmetkâr dilinin altında yatanı burada görebiliriz.
Kudüs ittifakı ya da İsrail için çevre temizliği
Hamaset ile hakikat birbirini tepiyor. Erdoğan başından itibaren Suriye’de ‘bölücü projenin mimarı’ diye çattığı Amerikalıların kurduğu oyunun içinde kaldı. Şimdi Amerikan emperyalizminin Suriye Özel Temsilcisi Thomas Barrack’ı göklere çıkartıyor. Neden? Çünkü Barrack SDG’yi darlıyor. 9 Temmuz’da ABD ve Fransa’nın uhdesinde yapılan toplantıda HTŞ yönetimi, SDG heyetinin özerkliğin askeri ve sivil organlarının muhtariyetini koruyacak şekilde sisteme entegre edilmesine yönelik bütün önerilerini reddetti. Barrack da net bir şekilde Şam’dan yana durdu. Suriye’de federalizme yer olmadığını vurguladı; “Tek Suriye, tek hükümet ve tek ordu” nakaratını tekrarladı, buna göre entegre olmaktan başka yol olmadığını vurguladı. Aksi halde Suriye ve Türkiye ile karşı kalacağı uyarısında da bulundu.
Barack’ın Osmanlı millet sisteminin en iyi çözüm olduğuna dair sözleri de Erdoğan’ı mest etmiş olmalı. Burada temel çelişki şu: Kudüs İttifakı vurgusunu İsrail’in bölgesel hesaplarına bir yanıt olarak sunuyorlar. Fakat Erdoğan’ı baştan çıkaran Barack’ın bütün misyonu İsrail için çevre temizliğinden ibaret. Barack’ın Osmanlı millet sisteminden kastettiği Selahaddin ordularının kılıçlarını parlatması değil. Türk, Arap ve Kürtlerin birlikte at koşturduğu bölgesel bir tahakküm modeli kurmaları hiç değil.
‘Kudüs İttifakı’, ‘Kudüs İhaneti’ni örten basit bir aldatmacayı andırıyor. Trump yönetimi adına Barrack’ın görevi Suriye ve Lübnan’ı İsrail’le barışa zorlamak. İki ülke de işgal edilmiş topraklarını unutup Abraham Anlaşmalarına girecekler. İstedikleri bu. İsrail’e direnen ya da sorun teşkil eden bütün güçlere karşı bir tasfiye operasyonu devam ediyor. Bu projenin önünde engel olarak gördükleri Hizbullah’ı Lübnan içinde iç savaşla karşı karşıya kalmakla tehdit ettiler. Şimdi de ABD ve İsrail’in desteğiyle yeni Suriye’nin, Lübnan’ı ele geçireceği tehdidini devreye soktular. Barrack diyor ki, “Lübnan, Hizbullah’ı silahsızlandırmazsa bölgesel güçlerin eline geçebilir. Lübnan harekete geçmezse, yine Bilad’uş Şam olacak. Suriyeliler Lübnan için ‘Bizim sahil beldemiz’ diyor; bu yüzden harekete geçmeliyiz” diyor. ‘Bilad’uş Şam’, Kudüs İttifakı söylemini kullanan Erdoğan’ın da çok sevdiği bir coğrafi tanımlama. Ama Amerikalıların şimdi araçsallaştırdıkları ‘Büyük Suriye’ tasarımında, Yeni Osmanlılara ekmek düşmüyor. Tek dertleri İsrail’e düşman olan bütün hatları çökertmek. Erdoğan da bölge politikasıyla buna çok hizmet etti. ‘Kudüs İttifakı’ basit bir satış stratejisini andırıyor.
Erdoğan’ın her şeyiyle desteklediği HTŞ yönetimi, İsrail-Amerikan eksenine konuşlanıyor. Bu eğilim sürdükçe SDG konusundaki Amerikan güvenceleri de eriyor. Burada Erdoğan’ın asıl temennisi devreye giriyor: ABD’nin baskısıyla SDG’nin eriyerek yeni düzene kaynaması. Öyle sanıldığı gibi emperyalizme karşı Türk-Kürt-Arap kardeşliği örülmüyor. Hamaset ne kendi inananlarını bahtiyar edecek bir içeriğe sahip ne de karşıtlarının korkularını haklı çıkaracak bir güce. Ne Irak’ta ne de Suriye’de Türk, Kürt ve Arap kardeşliği söylemiyle parlatılmış yeni Osmanlı düşünü kuran da yok.
Türkiye’nin eşitlik, özgürlük, adalet gibi çok temel sorunları var. Bu sorunlardan kaçmaya çalışanlar hamaset trenine atlıyor. Türkiye’yi büyütecek olan, bu sorunların çözümüdür; hayal trenini Kerkük ve Musul’dan yola çıkarıp diyar diyar dolaştırmak değildir.