Günümüzün çoklu kriz ortamında, sanayi politikalarının geri dönüşü ve küreselleşmenin sınırlandığı yeni bir uluslararası düzenin oluştuğu bir eşikteyiz. Bu dönüşüm, farklı nedenlerle ve biçimlerde de olsa ekonomik planlama fikrini yeniden güncel hale getiriyor. Zira iklim krizi, enerji dönüşümü ya da toplumsal eşitsizliklerle başa çıkmak artık piyasa mekanizması dahilinde neredeyse imkansız.
Ancak planlamanın nasıl bir içerikle yeniden gündeme alınacağı, hangi toplumsal sınıfların lehine ve ne tür bir iktidar ilişkisi içinde örgütleneceği soruları, bizi 20. yüzyıldaki planlama deneyimlerine eleştirel bir gözle bakmaya davet ediyor. Bu nedenle geçmişin sosyalist ve kapitalist planlama pratiklerinin başarısızlıkları kadar, potansiyellerini de yeniden değerlendirmek hayati bir öneme sahip.
Bu yazıda, daha önce başladığım bu tartışmanın bir devamı olarak, 1970’lerin sonunda sosyalist dünyanın temel ekonomik örgütlenmesi olan COMECON (Karşılıklı Ekonomik Yardımlaşma Konseyi) deneyimini ele alacağım.
Sosyalist blokta mali kriz
1970’lerin sonlarına doğru COMECON, kapitalist dünya sistemiyle giderek derinleşen ilişkilerinin yol açtığı çelişkilerle sarsılmaya başladı. Bu kriz, yalnızca mali bir darboğaz ya da birkaç başarısız sanayi projesiyle sınırlı değildi; aynı zamanda sosyalizmin bürokratik biçimlerinin içsel sınırlarını ve emperyalist sistemle bütünleşmenin yaratabileceği yapısal bağımlılıkları da açıkça ortaya koydu.
1970’li yıllarda Polonya, Macaristan ve Doğu Almanya gibi ülkeler, Batı teknolojisinin gerisinde kalmamak ve sanayilerini modernleştirmek amacıyla büyük ölçekli dış borçlanmalara yöneldiler. Bu strateji, kısa vadede kalkınma ve teknoloji transferi gibi bir amaç taşısa da, uzun vadede tam tersi bir etki yarattı.
Alınan krediler Batı teknolojilerinin doğrudan ithalatına yönlendirilmişti. Ancak bu ithalat, sosyalist ülkelerin kendi teknolojik kapasitelerini geliştirmesine katkı sunmadı. Aksine, bu ülkeler için yapısal bir dışa bağımlılık ilişkisini kurumsallaştırdı. Sanayi projeleri, yerli bilgi üretimi ve üretim araçları üzerindeki toplumsal kontrol temelinde değil, dış teknolojiye adaptasyon üzerinden şekillendi.
Bu borçlanma süreci, aynı zamanda ciddi bir döviz ihtiyacını da beraberinde getirdi. Ancak COMECON ülkeleri, Batı pazarlarında mallarını satmakta büyük güçlük çekiyordu. Ürünleri kalite ve rekabet gücü açısından Batılı tüketicinin taleplerine hitap etmiyordu. Dahası, uluslararası piyasalarda rekabetçilik açısından da sorunlar yaşanıyordu. Örneğin, Doğu Almanya’nın otomotiv sektörü ya da Polonya’nın kimya ve makine sanayisi, Batılı eş değerleriyle rekabet edemeyecek durumdaydı.
Bu durum, dış borçların çevrilmesini giderek zorlaştırdı. Teknolojik atılım için dış borç alındı; fakat bu borcun geri ödemesi için gereken döviz geliri sağlanamayınca mali kriz kaçınılmaz hale geldi. Kısacası bu borç tuzağı, kapitalist dünya ile ekonomik ilişkilerin gelişmesinin bir sonucu olarak ortaya çıktı.
IMF ve ‘sosyalist kemer sıkma’
1980’lere gelindiğinde, COMECON ülkelerinin borçları sürdürülemez boyutlara ulaşmıştı. Polonya’nın dış borcu 20 milyar doları aşmıştı ve bu, ülke GSYİH’sinin yaklaşık yüzde 80’ine denk geliyordu. Batılı kreditörler, borçların ertelenmesi karşılığında IMF aracılığıyla sert kemer sıkma politikaları dayattı. Bu politikalar doğrudan emekçi sınıfları hedef aldı: Gıda sübvansiyonlarının kaldırılması kitlesel protestolara yol açtı, ücretlerin dondurulması ise artan yaşam maliyetleriyle birleşince toplumsal öfkeyi körükledi.
1980’de Gdansk’ta başlayan dayanışma hareketi, kendisini “sosyalist” olarak tanımlayan rejimlerin emekçi halkın değil, bürokratik sınıfın çıkarlarını temsil ettiğini ileri sürerek yaklaşık 10 yıl süren bir mücadeleye başladı. Sadece kemer sıkma değil hayat pahalılığı da sorunları katmerli hale getiriyordu. Enflasyon, Macaristan gibi ülkelerde çift haneli rakamlara ulaşmıştı.
1970’lerin sonundaki mali krize karşı sosyalist hükümetlerin uyguladıkları kemer sıkma programları, o ülkelerdeki işçi sınıflarının sisteme olan güvenini sarstı. Sonunda 1989-91 yılları arasında COMECON’un dağılması ve Sovyetler Birliği’nin çözülüşü, bu sistemin tarihsel sonunu ilan etti. Ancak bu çözülüş, sosyalizmin kendisinin değil, dışa bağımlı ve bürokratikleştirilmiş bir devlet kapitalizminin yenilgisidir.
COMECON dersleri
Bugünden geriye bakıldığında, bu tarihsel deneyimden üç temel ders çıkarılabilir. İlk olarak, sosyalist bir ekonomi kendi bilimsel ve teknolojik altyapısını geliştirmedikçe, dışa bağımlılıktan kurtulamaz. İkincisi, planlama ancak demokratik olduğu ölçüde işlevseldir; üretim ve yatırım kararları, işçi konseyleri ve taban örgütlenmeleri aracılığıyla alınmadıkça planlama bürokratikleşir ve meşruiyetini yitirir. Üçüncü olarak ise, kapitalist finansal yapılarla entegrasyon sosyalist projeyi içten çözer. Bu nedenle, sosyalist ülkelerin kendi aralarında eş güdümlü, karşılıklı ihtiyaçlara dayanan bir blok içi planlama ve dayanışma modeli geliştirmesi bir zorunluluktur.
COMECON deneyimi ve ondan çıkarılacak dersler yanında tartışılması gereken bir başka örnek Çin deneyimidir. Zira teknolojik bağımlılık ve döviz gereksinimi 1970’lerin sonunda Çin planlamasını da zorlamış ve bu sıkışma, COMECON ülkelerinden başka bir şekilde aşılarak günümüzde şahit olduğumuz evrim gerçekleşmiştir.
Çin deneyimi yanında, COMECON deneyimi kapitalist planlama içinde sayılabilecek kalkınma planlaması için de ilginç sonuçlar barındırıyor. Özellikle teknolojik bağımlılık ve rezerv para ihtiyacının sürmekte olması, herhangi bir kapitalist planlama girişimi için de çözülmesi gereken temek sorun alanları olarak görülebilir.
Kısacası, günümüzde artan iklim krizi, jeopolitik gerilimler, küresel tedarik zincirlerinin kırılganlığı ve toplumsal eşitsizliklerin geldiği boyutlar, planlamayı yeniden kamusal bir mesele haline getiriyor. Ancak planlama her derdi çözebilecek bir teknokratik mekanizma ya da bir basit bir koordinasyon meselesi olarak görülmemeli.
Kapitalist planlamaya has sorunlara önümüzdeki haftalarda değineceğim ancak kapitalizm ötesi planlama biçimlerini düşündüğümüzde şunu söyleyebiliriz: Demokratik katılımı dışlayan ve bürokratikleşmiş planlama biçimleri uzun vadede ya sermayeye tabi hale geliyor ya da toplumsal meşruiyetini kaybediyor. Dolayısıyla bugünün ekonomik planlama girişimleri, geçmişin hatalarından kaçınmak istiyorsa, yalnızca hangi üretimin nasıl yeniden organize edileceğine değil, bu kararların kimler tarafından ve hangi toplumsal önceliklerle belirleneceğine de odaklanmak zorundadır.