Arka kapak yazısında “Delilik ile naiflik arasında yaşayan, bilinçli olarak sisteme dahil olmayan ötekilerin öyküleri…” nitelemesi ilgimi çekti. Kendi ağzını diken bir kadın çizimi süslüyor kapağı; hem sisteme dahil değil hem de kendini -belki de itiraz etmekten- sakınıyor. Size de ilginç gelmedi mi?
Yalnızlık mı, çaresizlik mi?
Bir yayınevi editörünün yaşamın içinde -yolda, işte, gezerken, içerken hatta sevişirken bile- daldan dala atlayan, ama çoğunlukla da yalnızlık ve çaresizlikle yoğurulmuş anları Köpek Yarası’nda yer alan 16 öykü. Biri, italik başlıklı, ilginç; diğerleri yerinde ve dozunda betimlemeleriyle okuru bambaşka bir yaklaşımla bambaşka bir dünyaya sürüklüyor. Kuşkusuz akla, ilk Kafka geliyor, “Dönüşüm” geliyor, bir şekilde istemediği halde yaşamının didik didik edildiği sıradan insanlar geliyor.
Sıradan insanın beklentisi ancak yaşamıyla sınırlıdır, yaşayabilmek içindir. Hasan Uygun, herkesin ama herkesin aslında biraz da sıradan olduğunu söylüyor öykülerinde. Uygun, öykülerinde -kuşkusuz içlerinde ayrılıkları ve aykırılıklarıyla, yalnızlıkları ve çaresizlikleriyle- herkesi anlatıyor. Anlatılan yayınevi editörü olsa da… Laf aramızda, editör olmak sıradan bir iş olmadığı gibi sıradan bir insanın yapabileceği bir iş de değil.
Anlatılan bizim de hikayemiz
“Bakışlarından, yüzünün çizgilerinden, hüzünlü ya da kederli duruşundan; belki de içinden taşan sevincin”den tanıdığımız “yüzler” (s.21) ve yazar tarafından betimlenmesi, okuru da çekiyor içine. Öyküleri okurken beni mi anlatıyor kaygısı beraberinde yazarı tanıyorum da unutmuş muyum düşüncesi hiç bitmiyor. Yoksa hepimiz mi aynıyız? Yalnız, umarsız ve bir o kadar çözümsüz, sıkıntılı, yabancılaşmış, hatta yaşamına müdahale edilmiş insanlar olmuyor muyuz kendi düşlerimizde?
Hasan Uygun’un alabildiğine akıcı diliyle anlattığı öykülerde kendinizi göreceksiniz, ayna tutulmuşçasına hiç eksiksiz. Bir de beynin kıvrımları arasında dolanan düş(ünce)ler… çakışmalar ve çatışmalar… bağlı olarak çelişmeler. Şairin şiirce kavganın en yoğun anında bile göğe çevirmek gerek dizesiyle dile getirdiği gibi yazar yazarken, okur da okurken kendi dünyalarına, kendi hülyalarına dalıyor. İpin ucu kaçtığı oluyor mu size de? Zaten kendisi de söylüyor: “Anlatmak istediği hikâyeyi tasarlamaya çalışırken neden bu kadar gereksiz detay giriyordu araya? Şimdi elleri düşünmenin sırası değildi… Hikâyesine yoğunlaşmalıydı.” (s. 159) Tabii, kendisi tamamlıyor: “… içimde hep eksik, yarım, dolmayan bir boşluk var.” (s. 67)
Bereketli Topraklar Üzerinde
Orhan Kemal’in ünü kendisini de aşmış romanındaki tanımlamalar, karakter özellikleri bir kez da Hasan Uygun’un öyküsünde (s. 54) çıkıyor karşımıza aynı çarpıcılıkla.
Başlığı italik -taktım galiba, neden acaba, bir anlamı vardır muhakkak- dizilmiş öyküde yazarın gerçekten güç ve önemli bir sorumluluk yüklendiğini, yaptığı işin yoğun bir çalışma gerektirdiğini anlatıyordu; haklıydı. Zordu yazmak, hem “Güneşin altında yeni bir şey yoktu” hem de şu geçen binlerce yılda o kadar çok şey yazılmış, çizilmiş, anlatılmıştı ki muhakkak bir benzeşiklik bulunabilirdi, titiz bile olmayan araştırmayla. Hemen ardından, “Şöyle birkaç yüz sayfalık, ele avuca gelir bir şey. Bol aksiyon, bol diyalog, sıfır duygu! Bir iki felsefi söylem, beylik birkaç alıntı, biraz bilgi kırıntısı, biraz da kelime oyunu…” (s. 55) ile yine bir duvara çarpıyor okuru yazar. Hem kolay hem zor, yaşamak da yazmak gibi, meşakkatli bir iş.
Tutunamayanlar
Hasan Uygun, gerçekten de “tutunamayanlar”ı anlatıyor bize… biraz kendisi, biraz ben, biraz siz, biraz arkadaşınız, şu sokaktan geçen biraz da… Hepimizin beklentisi aynı sanki. Hepimiz o beklentiler dolayımıyla eksik, yalnız, çaresiz, çözüm yollarında kaybolmuş değil miyiz? Şöyle bir bakın, yaşamın her anında, her alanında karşınıza çıkacaktır…
İntihal
Yukarıda “Güneşin altında yeni bir şey yok” dedik ya, hemen her yazar için geçerlidir bu; Okuduklarınız, duyduklarınız, gördükleriniz hatta dokunduklarınız bile kalıverir bir yerinizde -kimi zaman bile isteye kullanırsınız o cümleleri. Doğaldır. Bu doğallık yazarımıza o denli doğal gelmiyor. Sahi, bütün aşklar Romeo ile Jüliet ise bütün trükler biliniyorsa hayatta, anlatılan da bizim hikayemizse… Birbirine benzemesi mümkündür.
Hasan Uygun, satır arasında bir büyük yazarı itham ediyor, okuduğunuzda siz de yakalayacaksınız… Birçok yazar için söylenegelir, ama asıl olan öykünün/romanın kendisidir. Tam da bu nedenle öykünün içinden bir cümleyi değil, genel yapısını gözetmeliyiz. Bu çerçevede öykülerin tümüne bakarsak Uygun, kendi hayatından genel olarak topluma bakıyor; bakarken de galiba tüm toplumu kucaklıyor.
Son cümleyi yine Köpek Yarası’ndan ekleyeyim: “”Geriye nasıl sorusu kalmıştı. Bunun yüzlerce cevabı olabilirdi. Nerede olduğu önemli değildi. Hangi zamanda geçtiği. Nasıl anlatmalıydı?” (s. 160)
Köpek Yarası, Hasan Uygun, öykü, Liber Kitap, Temmuz 2015