José Mujica ve Daniel Ortega, Latin Amerika’nın gerilla kökenli iki ikonik lideri olmalarına rağmen, bugün siyasal ve ahlaki açıdan birbirlerinin neredeyse tam zıttı iki figür olarak karşımızda duruyorlar. Mujica, ölümüyle dahi tüm dünya anti-kapitalistlerinin gönül rahatlığıyla sahiplendiği bir pratik sunarken, Ortega ise adım adım devletin kendisi haline gelmiş, otoriterleşmenin bir sembolüne dönüşmüş durumda.
Latin Amerika, coğrafi olarak bize uzak gibi görünse de gerek mücadele süreçleri, gerekse ilham verici hikâyeleriyle aslında bize son derece yakın bir örnek teşkil ediyor. Tarihsel kırılma anlarında yaşanan benzer tecrübeler, direnişin ve solun parçalı yapısının zaman zaman birleşme çabalarına evrilmesi gibi olgular, iki farklı coğrafya arasında ciddi benzerliklerin sadece birkaçı olarak ortaya çıkıyor.
Her ne kadar bu yazının başlığında José Mujica’nın adı Ortega ile yan yana anılsa da, Mujica’nın yaşamı ve mücadelesi, adını çoktan Allende’nin ve Castro’nun yanına yazdırmış durumda. Yaşamı ve hatta ölümüyle bile kapitalizmin ürettiği yaşama karşı duruşun somut örneği olarak mirası sahiplenebilir durumda. Bugün ikisini yan yana yazılma sebebi geçmişlerinde ortak taşıdıkları gerilla kimliği ve yine kendi coğrafyamızda gerilla mücadelesinden “devletle ve toplumla bütünleşmeye” uzanan bir tartışmaya ışık tutabilme ihtimali olmasıdır.
1963 yılında Nikaragua’nın başkenti Managua’daki Orta Amerika Üniversitesi’nden, Sandinista Ulusal Kurtuluş Cephesi’ne (FSLN) katılması ve bu hareketin liderlerinden biri olma süreci ve kent gerillasının sorumlusu olarak önemli işler yapması Ortega’nın isminin nefretle anılmamasına yetmemiştir.
José Mujica’nın yaşamı ise Tupamaros Ulusal Kurtuluş Hareketinden cezaevlerine, işkence tezgahlarından Geniş Cephe’ye (Frente Amplio) oradan da milletvekilliği, senatörlük, Tarım Bakalığı ve Başkanlığa uzanan kendi içerisinde tutarlı bir yolda ilerlemiş ve ne adına ne de mücadelesine leke değdirtmemiştir. Elbette Mujica’nın kendi içerisindeki hattı eleştirilere konu olabilir, ne de olsa eski gerilla ve yeni devlet “politikacısıdır”, ancak bu yol onun mücadelesinde somutlaşan “içererek aşmanın” yarattığı bir sentezdir.
Sentezin iki hali
Kuşkusuz ikisi de eski gerilladır ve insanın eskisi olmaz der şair ikisi de başka bir şeyin yenisidir ve biri dünya mücadele tarihine ihanet safında yazılırken diğeri ise ölümüyle bile kimliğine sahip çıkan iradeye sahiptir ve “savaşçının dinlenme hakkını[1]” talep ederek ayrılmıştır aramızdan.
Ortega bir gerilla olarak hem zafer kazanmış bir devrimin parçası olmuş hem de yarattığı otoriter iktidarın parçası olarak ihanetle ve devrimi öldüren bir “eski” devrimci olarak hayatına devam etmektedir. Nikaragua deneyimi kuşkusuz Ortega’nın şahsında barındırdığından çok daha büyük dersler içeriyor ve zaman zaman dönüp baktığımız bir deneyim olarak yerini koruyacak.
Sandinist devrimi ile halkına umut olmuş bir lider, zamanla iktidarını koruma uğruna devleti tekeline almış, devletin tüm kurumlarını kendi ailesinin ve yakın çevresinin çıkarlarına göre dizayn etmiştir. Dahası, Ortega yönetimi, özellikle son on yılda emperyalizmin ve kilisenin çeşitli fraksiyonlarıyla pragmatik ittifaklar kurmaktan geri durmamış, uluslararası sermayenin ülkeye girişi için neoliberal reformları desteklemiştir.
Bir dönem ABD’nin ölüm mangalarına, “kontra”lara karşı mücadele etmiş olan Ortega, bugün muhaliflerini sindirmek, medyayı susturmak ve toplumsal muhalefeti yok etmek için devlet aygıtını kendisine ait bir baskı makinesine çevirmiştir. Böylece, Ortega’nın geçmişiyle yüzleşmeyi ve onu aşmayı reddederek, devlet gücüne sıkı sıkıya sarılması, aslında tarihsel olarak karşısında savaştığı çıkar güçleriyle uzlaşmaya giden bir çizgiye savrulmasına yol açmıştır. Bu nedenle, bugün Nikaragua’da yaşananlar yalnızca bir devrimcinin yozlaşması değil, aynı zamanda devrimci iradenin karşıdevrimci bir güce evrilmesinin dramatik bir örneğidir.
José Mujica ise, hiçbir zaman tam anlamıyla kapitalizmin sınırlarına sığmadı, klasik anlamda bir sosyalist olarak da tanımlanamayacak bir çizgide durdu. Fakat onun hayatı ve mücadelesi, kapitalizmi aşmaya çalışan herkesin kendini bulabileceği kadar sahici, samimi ve kapsayıcıydı. Mütevazı yaşam tarzı, başkanlığı döneminde lüksü reddedişi, maaşını yoksullarla paylaşması ve son anlarında dahi kapitalizmin dayattığı tüketimci tedavi süreçlerine yüz çevirmesi, onun bu sisteme karşı net ve ilkesel bir duruş sergilemesinin, gerilla kimliğinin hâlâ canlı olduğunun kanıtıdır. Mujica’nın samimiyeti, ona sadece Uruguay’da değil, dünyanın dört bir yanında emekçilerin ve özgürlük arayışındaki kitlelerin gönlünde yer açtı; yaşamı evrensel bir ilham kaynağına dönüştü. Mücadele yolunda, “Bu, dayanışma kültürüyle bencillik kültürü arasındaki bir mücadeledir” diyerek, sosyalizmin gerçek başarısının yeni bir toplumsal kültür yaratmakta yattığını da her fırsatta vurguladı. Belki kapitalizmi yenemedi, fakat mücadeleden de asla vazgeçmeyerek tutarlı bir yolun yolcusu oldu. Bu yüzden onun mirası, sınırları aşan bir enternasyonalist umut olarak bugün de yaşamaktadır
Bugünkü konumuz eski gerilla olarak devletle bir ilişkiye girme halinin iki farklı örneğinin neden birbirinden bu kadar zıt kanatlara savrulduğu ile sınırlıdır. Bunun en kısa cevabı ise Ortega’nın geçmişi aşarken red üzerinden dönüştüğü “yeni” ile Mujica’nın onu sahiplenip içererek oluşturduğu “yeni” arasındaki farktadır.
70’lerdeki anti-emperyalist ve ulusal kurtuluşçu mücadeleler, emperyalizmin içsel olgusundan ziyade dışsal baskılarına odaklanmış, kendi ülkelerindeki otoriter rejimlere karşı çoğunlukla silahlı mücadele yolunu seçmişlerdi. Sandinistler de Nikaragua’da iktidarı devirmeyi başarmış olsalar da, tam anlamıyla mutlak bir zafere ulaşamadılar. Bir tür cephe örgütlenmesi içerisinde, içinde burjuvalar da bulunan geniş bir koalisyonla demokratik bir devrim gerçekleştirdiler. Ancak içerideki ihanetler ABD’nin doğrudan müdahalesiyle birleşince, bu devrim Şubat 1990’da ağır bir yenilgiyle sonuçlandı.
Öte yandan Sandinistler ve sosyalistler, o döneme kadar devrim tarihinde pek rastlanmayan bir adım da attılar: Çoğulculuğu koruma iradesi gösterdiler ve söz verdikleri gibi, serbest seçimleri düzenleyip, iktidarı gerçekten kazanan Chamorro’ya devrettiler. Chamorro, ABD emperyalizminin ve uluslararası sermayenin adayıydı; ancak Sandinistler halk iradesine saygı göstererek iktidardan barışçıl biçimde çekilmeyi göze aldılar. Bu, devrimler tarihinde bir ilkti ve aynı zamanda o dönemin sol hareketlerinde ciddi bir tartışma ve özeleştiri sürecini de beraberinde getirdi. Ancak görüldü ki, böylesi bir adım kendi içinde başka bir zafiyeti ve hastalığı da barındırıyordu.
Ortega’nın doğrudan yaşadığı bu yenilgiyi dünya sosyalistleri Sovyetlerin çöküşü ile dolaylı olarak yaşamışlardı. Aslında farklı coğrafyalarda olmasına rağmen birbirine benzer “gelişmekte” olan ülkelerde ard arda meydana gelen ve hiç de tesadüfi olmayan darbeler sayesinden gelmekte olan yenilgi ile ilgili olarak sovyetlerin çöküşünden önce bir muhasebe içerisine girmişlerdi. Bu muhasebe hali hepsinde bir “yeni” ortaya çıkaracak sentezler oluşturdu. Ortega bu muhasebeyi doğrudan iktidardan düşerek yaşadığı için mi bir red üzerinden yol aldı bilemiyorum ama artık herkes başka bir şeyin yenisiydi. Bu yeni Mujica’da milyonların sahiplendiği, Ortega’da nefret ettiği iki farklı “şey”di.
Bir İrade Sembolü Olarak Gerilla
Tarihin gidişatında iradenin bir rolü varsa kuşkusuz bir gerilla onun en somut örneğini oluşturur. Gerillacılık; kendisinden katbekat büyük bir güce, neredeyse sıfıra yakın bir başarı ihtimaliyle kafa tutma iradesidir. Böyle bir mücadeleye atılanların ‘yapabilirlik’ kapasitesini ya da eylemle söz arasındaki tutarlılığını ayrıca test etmeye gerek kalmaz. Çünkü onlar zaten hayatlarını, inandıkları dava uğruna ortaya koyarak bu sınavı vermişlerdir. Gerçek gerillanın varlığı, soyut fikirlerle tartışılmayacak kadar maddi ve net bir örnek olarak karşımızda durur. Geriye ancak, onun temsil ettiği değerlerin, yürüdüğü yolun teorik ve pratik anlamını tartışmak, tez ve anti-tez üzerinden yeniyi keşfetmek artık daha çok fikri düzlemdedir.
Latin Amerika’da olduğu gibi, dünyada birçok devrimci hareket, yenilgi sonrası dönemde sosyalizmle, devletle ve mücadele biçimleriyle köklü bir yüzleşmeye zorlandı. Eski gerilla liderlerinin sadece silahlı direnişin değil, aynı zamanda yeni bir toplumsal paradigmanın kurucusu olmaları tesadüf değildir. Onlar, yaşanmış yenilgilerin dersleriyle, sosyalizmin toplumsal karşılığını yeniden üretme ve halkı ikna edebilecek yeni bir mücadele hattı yaratma ihtiyacına öncülük ettiler. Başka türlü bir yüzleşme hali de bu kadar hızlı kitleselleşemezdi. Geçmiş ile bağ kuran ve yeniyi inşa eden bir çizgi bu dönüşümü iktidara taşıdı.
Bugün elimizde kalan ise anti-emperyalist kurtuluş çizgisinden, “toplumcu” paradigma ile devleti azınlık egemenliğinin aracından çoğunluğun iradesinin ifade bulduğu iktidar olmaktır. Bu paradigma geçmişin reddi ve karşıtlığı üzerine dayanarak asgari demokrasi gereksinimleri bile karşılanmadığında ortaya çıkan şey Daniel Ortega diktatörlüğüdür. İçerip aşma çabası ile sürekli bir yeni arayışı ve mücadelesi ile ortaya çıkan ise dünyanın saraysız başkanı José Mujica’dır.
Türkiyenin içerisine girdiği dönemeç, sadece gerillaların siyasete dahil olma süreci anlamında değil sosyalizmin yıkılması sonrası tekrar kitleler ile bağ kurma çabası ve otoriter bir yönetimin karşısında alternatif olma mücadelesi olarak da, bugün yeniden latin Amerika’ya benzemektedir.
Demokrasi, kişi kültüyle, sembollerle ya da geçmiş mücadele kahramanlıklarıyla idealize edilip toplumdan uzaklaştırılamaz, demokrasinin gerçek ve kalıcı olması, onun toplumsal temelde, sokakta ve halkın (özellikle emekçi sınıfların) arasında kurulup kurumlaşmasına bağlıdır. Yukarıdan aşağıya, iktidarın lütfu ya da tepeden inmeci müdahalelerle sağlanan bir “demokrasi” ise hiçbir zaman gerçek anlamda toplumsal katılımı ve özgürlüğü sağlayamaz. Demokrasi, toplumsal çoğunluğun haklarını, özgürlüklerini ve eşitliğini koruyan, katılımcı ve denetlenebilir bir sistem olarak ancak somut mücadele pratikleriyle, halkın kendi iradesini örgütlemesiyle hayat bulur. Bugün Türkiye’de faşizmin adım adım kurumsallaştığı bir dönemde, faşizme karşı kararlı bir toplumsal-siyasal mücadele verilmeden ve demokrasi sokakta, halkın arasında örülmeden, hangi geçmişe sahip olunursa olunsun, kimse gerçek anlamda demokrasi öncüsü olamaz ve Mujica’nın bıraktığı mirasa ortaklık iddia edemez.
Aynı şekilde, bütünleşilecek devletin niteliği de hayati öneme sahiptir. Eğer o devlet, toplumsal temelden yoksun, sosyal haklardan ve eşitlikten uzak, kapitalizmin ve otoriterliğin çıkarları üzerine kurulu bir azınlık diktatörlüğüyse, ona entegre olmak kaçınılmaz olarak korporatist düzenin bir parçası haline gelmek demektir. Oysa gerçek anlamda halkçı bir devlet, toplumun üzerinde değil, toplumun örgütlenmesiyle ortaya çıkmalı; denetim ve baskı aygıtlarının giderek parçalanıp ortadan kalkmasını esas almalıdır. Böyle bir yaklaşım, yeni bir insan ve toplum yaratılmasına, devletin ise giderek anlamını yitirmesine yol açar. Tarih boyunca toplumun üzerinde yükselen, “mükemmelleştirilmiş” devlet aygıtlarıyla sosyalizme değil ancak kapitalizme ve onun yeniden üretimine yönelineceği defalarca görülmüştür.
Latin Amerika’da aynı devrimci çıkıştan iki farklı kutba savrulan Mujica ve Ortega örneği, bugün Türkiye’de de geçerliliğini koruyor: Eğer İstanbul’da, Diyarbakır’da, ülkenin dört bir yanında demokrasinin katledilmesine karşı, gerçek bir toplumsal ve demokratik ortak bir zemin için ısrarla mücadele ederseniz, Mujica’nın yolunu izlersiniz. Aksi halde, bütün bu saldırılara sessiz kalıp, AKP’nin kayyum politikalarının, merkeziyetçiliğinin ve otoriter rejiminin bir parçası haline gelirseniz, tarihte bir başka Ortega’ya dönüşmek kaçınılmaz olur. Bugün “toplumcu” paradigma, ancak José Mujica’nın şahsında olduğu gibi, demokrasinin, toplumsal adaletin ve mücadelenin ete kemiğe büründüğü pratiklerle somutlaşabilir. Bu görev sadece Kürt hareketine ve oradan tekrar siyaset sahnesine dönme ihtimali olan gerillalara ya da tek bir toplumsal kesime ait değildir. 68’in, 78’in, 90’lar gençliğinin ve Gezi’nin mirasını taşıyan tüm toplumsal hareketler için de aynı derecede geçerlidir.
Hiçbir irade, tarihe gömülmeye mahkûm değildir; ama onu yeni bir toplumsal ve demokratik yaşam için sürekli yeniden üretmek ve güncellemek zorundadır. Mujica’nın mirası, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de yaşatılmaya dünya mücadele edenlerin yanına gururla isimleri aktarmaya eskinin içerilerek aşılması gereği mecburdur.
[1] Mujica’nın Busqueda dergisine verdiği söyleşiden, https://apnews.com/article/uruguay-cancer-jose-mujica-pepe-democracy-politics-f1a0e1c056fcdd81100538169c19d9ca utm_campaign=TrueAnthem&utm_medium=AP&utm_source=Twitter