Sınıf sendikacılığı bedel ödetir, zor gelir bu anlayış…
Türkiye’de iktidarların işçilere ve sendikalara yönelik yaklaşımı, ne yazık ki muhalefetteki vaatlerle iktidardaki uygulamalar arasında hep keskin bir farkla şekillendi. Bunun çarpıcı örneği, 1946’da kurulan ve 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti’nin emek politikalarında görülür.
DP, kuruluş yıllarında sendika özgürlüğünü savundu, çalışma koşullarının iyileştirilmesini talep etti, CHP’nin emek politikalarını sertçe eleştirdi. Grev hakkı ve sendikal hakları sıklıkla gündeme taşıdı. Ancak iktidara geldiği gün itibarıyla söylemler değişti. Grev hakkı tanınmadı, bağımsız sendikalara devlet baskısı sürdü.
26 Ağustos 1950’de Taksim Meydanı’nda düzenlenen “Komünizmi Telin Mitingi”, bu değişimin sembollerinden biri haline geldi. İstanbul İşçi Sendikaları Birliği tarafından düzenlenen bu miting, Demokrat Parti’nin iktidarının ilk aylarında gerçekleşti ve Türkiye’de kitlesel anti-komünist söylemin başlangıç noktası oldu. Aynı zamanda, işçi sendikalarının siyasi iktidarın milliyetçi ve muhafazakâr çizgisine adapte olmaya başladığının da göstergesiydi.
Zeytinburnu Çimento Fabrikası’ndan 55 işçinin sendikalı oldukları için işten atılması ve İstanbul İşçi Sendikaları Birliği’nin buna karşı 15 Mart 1953’te Taksim’de düzenlemek istediği mitingin valilik kararıyla yasaklanması, bu uyum sürecinin neye mal olduğunu gösterdi. Taksim, işçilere yasaklıydı artık.
Üstelik bu yasak yalnızca Demokrat Parti dönemine özgü değildi. 31 Aralık 1961’de işçiler sendikal hakların yasalaşması için yeniden Taksim’e çıkmak istediler. Bu kez karşılarına çıkan, İstanbul Valisi Refik Tulga oldu. Mitinge izin vermediği gibi, işçilerin meydana çıkması halinde zırhlı araçları üzerlerine süreceği tehdidinde bulundu.
Ve tarih durmadı. 1 Mayıs 1978’den 2009’a kadar Taksim işçilere kapalıydı. Ancak 2009’da DİSK ve KESK barikatları aşarak meydana çıktı. 2010, 2011 ve 2012’de kutlamalar yeniden Taksim’de yapıldı. Ta ki, 2012 1 Mayıs’ında hükümete karşı yükselen devasa protestolara kadar. O yıl, Taksim sadece bir meydan değil, milyonların tepkisini haykırdığı bir sahneye dönüşmüştü. Sonrası mı? Taksim tekrar işçilere kapatıldı.
Çünkü mesele sadece bir meydan değil. Mesele, iktidarların görünür alanlarda protesto edilme korkusudur. Taksim, bu korkunun merkezidir. Demokrat Parti’den AKP’ye uzanan 75 yıllık bir Taksim korkusu zinciriyle karşı karşıyayız.
Peki ne yapmalı?
Zonguldak maden işçilerinin Büyük Ankara Yürüyüşü’ne dönüp bakmalı. Hükümetin otobüsleri yasaklamasına karşı, işçilerin sendikaya rağmen yürümekte ısrar etmesi… Ve sendikanın bu kararlılık karşısında geri adım atması… Bu kolay olmadı. İşçi önderi ve sınıf sendikacısı Çetin Uygur’un yıllara yayılan örgütlü emeğiyle mümkün oldu. Sabırla, dirayetle, inatla…
Bugün de benzer bir kararlılığa ihtiyaç var.
1 Mayıs 2025 yalnızca bir anma günü değil, bir mücadele günüdür. Kazanımların, hakların, eşitliğin ve özgürlüğün haykırıldığı bir gün…
Eğer güçlü bir işçi birliği kurulursa, siyasi partiler ve sivil toplum desteğini verir, kamuoyu bu talebe omuz verirse Taksim yeniden işçilerin olur.
Ve böylece, 26 Ağustos 1950’de başlayan bu yasaklı anlayış nihayet son bulur.