Donald Trump yeniden iktidara geldi ve kibarca ifade edecek olursak, küreselleşmenin hayranı değil. Başkan alenen “küreselleşmeyi reddetti ve vatanseverliği kucakladı” ve “küreselleşme milyonlarca ve milyonlarca işçimize yoksulluk ve gönül yarasından başka bir şey bırakmadı” dedi. Başkan’ın sona erdirmeye çalıştığı hâlihazırdaki küreselleşme dönemini ve bu dönemin sicilini daha iyi anlamak için, bu dönemi 1870’lerden Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesine kadar geçen sürede yaşanan küreselleşmeyle karşılaştırmak yararlıdır.
Her iki küreselleşme de önemli dönemleri temsil eder -bugünün dünyasını şekillendiren dönüm noktası yılları. Ve her ikisi de küresel iktisadî çıktıda bugüne kadarki en büyük genişlemelere tanıklık etti.
Bununla beraber ikisi, birçok açıdan çok farklıydılar. İlk küreselleşme sömürgecilik ve Büyük Britanya’nın hegemonik yönetimiyle ilişkiliydi. Daha sonra gelişmiş dünya olarak bilinen bölgede kişi başına düşen gelirde büyük artışlara yol açtı. Aynı zamanda, diğer her yerde durgunluğa ve hatta Çin ve Afrika’da gelir düşüşlerine neden oldu. Maddison Projesi’nin tarihsel istatistik veritabanından elde edilen en güncel rakamlar, 1870 ila 1910 yılları arasında Birleşik Krallık’ta kişi başına düşen reel (enflasyona göre ayarlanmış) GSYH’deki kümülatif artışın yüzde 35 olduğunu, aynı dönemde ABD’de ise kişi başına düşen GSYH’nin iki katına çıktığını gösterir. (ABD’de kişi başına ortalama reel büyüme yılda yüzde 1,7’dir ve bu o dönem için çok yüksek bir rakamdır). Bununla beraber Çin’in kişi başına düşen GSYH’si yüzde 4 oranında azalırken, Hindistan’ınki sadece yüzde 16[1] oranında arttı. Bu özel kalkınma türü, daha sonra Üçüncü Dünya olarak bilinen bölgeyi yarattı ve Batı’yla diğer bölgeler arasındaki ortalama gelir farklılıklarını pekiştirdi.
Büyük ölçüde bu gerçeklerin bir yansıması olan küresel eşitsizlik açısından bakıldığında, Birinci Küreselleşme, zaten zengin olan bölgelerin daha hızlı büyümesi ve daha yoksul bölgelerin durgunlaşması ve hatta geriye gitmesi nedeniyle eşitsizlikte bir artışa neden oldu.

Ülkeler arasında artan eşitsizliğin yanı sıra, Şekil 1’de yukarı doğru eğimli çizgide görüldüğü gibi, daha zengin ondalık dilimlerin daha fazla büyümesiyle, ABD de dahil olmak üzere zengin ekonomilerin birçoğunda eşitsizlik arttı. Eşitsizliğin zirvesine Birinci Küreselleşme’nin başlangıcından hemen önce, 1860’lar ve 70’ler boyunca ulaşıldığı için Birleşik Krallık bir istisnadır. Britanya toplumsal tablolarında, geçmişte gelir dağılımına ilişkin temel bilgi kaynağı olan, Robert Dudley Baxter tarafından 1867 yılında (rastlantısal olarak Karl Marx’ın Kapital ‘inin yayınlandığı yıl) hazırlanan tablo, on dokuzuncu yüzyılda eşitsizliğin en yüksek olduğu yılı damgalar. Britanya eşitsizliği daha sonra, işgününün uzunluğuna getirilen sınırlamalardan çocuk işçiliğinin yasaklanmasına ve oy hakkının genişletilmesine kadar uzanan bir dizi ilerici yasa sayesinde azaltıldı. Son veriler, 1860’ların sonundaki birleşmeden sonra Almanya’da da eşitsizliğin arttığını gösterir. Şekil 1’in dayandığı François Bourguignon ve Christian Morrisson, Hindistan ve Çin’deki eşitsizlik değişimleri hakkında bilgi sahibi olmadıklarından, her ikisi de gelir ondalık dilimleri arasında düz bir çizgiyle temsil edilir (bu da, aynı oranda büyüdüklerini ima eder). Ekonomistler Facundo Alvaredo, Augustin Bergeron ve Guilhem Cassan tarafından üretilen ve dağılımın en tepesine odaklanan yeni Hindistan mali verileri de aynı şekilde çok yüksek olsa da istikrarlı bir eşitsizlik gösterir. Dolayısıyla, genel olarak, küresel eşitsizliğin her iki bileşeni de (gerek uluslar arasında gerekse de, birçok örnekte, uluslar içinde) Birinci Küreselleşme sırasında yükseldi.
Bu durum, geleneksel olarak 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasından 2020’deki COVID-19 krizine kadar tarihlendirilen hâlihazırdaki küreselleşmeden (İkinci Küreselleşme) nasıl farklıdır? İkinci Küreselleşme’nin kesin bitiş noktasının tartışma konusu olabileceğini unutmayın; Trump’ın 2017’de Çin’den ithal edilen mallara gümrük vergisi koyması ya da simgesel olarak Trump’ın Ocak 2025’te ikinci kez iktidara gelmesi bu tarihin başlangıcı olabilir. Ama hangi tarihi seçtiğimiz İkinci Küreselleşme’nin temel özellikleri açısından bir fark yaratmaz.
Bu zaman diliminde, ABD, Birleşik Krallık ve zengin dünyanın geri kalanı, Asya ülkeleriyle karşılaştırıldığında oldukça mütevazı oranlarda büyümeyi deneyimledi. 1990 ila 2020 yılları arasında ABD’nin kişi başına reel GSYH’si yıllık ortalama yüzde 1,4 oranında artarken (dolayısıyla Birinci Küreselleşme döneminden daha yavaş), Britanyalıların kişi başına GSYH’si yıllık sadece yüzde 1 oranında büyüdü. Kalabalık ve görece yoksul ülkeler (en azından İkinci Küreselleşme’nin başlangıcında yoksul olanlar) çok daha hızlı büyüdü: Tayland kişi başına yüzde 3,5, Hindistan yüzde 4,2, Vietnam yüzde 5,5 ve Çin yüzde 8,5 gibi şaşırtıcı bir oranda büyüdü.
Bu zıtlık şekil 1 ve 2 arasındaki [farkta] gösteriliyor. 1870-1910 dönemine ait verileri gösteren şekil 1’de, zengin ülkelerin dağılımlarının her bölümü, yoksul ülkelerin dağılımlarının her bölümünden daha hızlı büyüdü. 1988-2018 dönemine ait verileri gösteren şekil 2’deyse Çin ve Hindistan gelir dağılımlarının tüm bölümlerinin büyüme oranları, ABD ve Birleşik Krallık gelir dağılımlarının tüm bölümlerinin büyüme oranlarını aştı. Bu durum dünyanın iktisadını ve jeopolitiğini tamamen değiştirdi: ilk olarak iktisadî ağırlık merkezini Pasifik’e doğru kaydırarak ve Batı ile Asya’daki nüfusların göreli gelir konumlarını etkileyerek; ikincisi, Çin’i ABD hegemonyasına karşı güvenilir bir rakip haline getirerek.
Son otuz yılda Batılı orta sınıf ve işçi sınıflarının geniş kesimlerinin küresel gelir konumlarının düştüğü yadsınamaz. Bu, özellikle büyümede başarısız olan Batılı ülkeler için çarpıcıdır; örneğin İtalya’nın en düşük ondalık gelir dilimi 1988 ila 2018 yılları arasında 73. sıradan 55. küresel yüzdelik dilime düştü. Amerika Birleşik Devletleri’nde de en alttaki iki ondalık dilimin küresel konumları gerilediyse de bu düşüşler İtalya’ya göre daha küçüktür (sırasıyla yüzde 7 ve 4 puan). Dahası Batılı orta sınıflar, ülkelerinin kendi dağılımlarının en üstündeki kendi yurttaşlarına kıyasla kaybetti. Dolayısıyla Batı’nın orta sınıfları çifte kaybedendi: Asya’nın hızla yükselen orta sınıflarına ve kendi ülkelerindeki çok daha zengin yurttaşlarına karşı. Metaforik olarak, Batılı orta sınıfların, bu ikisinin arasında sıkıştıkları görülebilir.
Ama Birinci Küreselleşme’den farklı olarak, büyük Asya ülkelerindeki yüksek büyüme oranlarının etkisiyle, ikinci yineleme sırasında küresel eşitsizlik azaldı. Bununla beraber ulusların kendi içlerinde eşitsizlik genel olarak arttı. Bunun en bariz örneği, yaygın bir eşitsizlik ölçütü olan Gini katsayısının liberal reformların ardından neredeyse iki katına çıktığı Çin’de görüldü. Aynı durum Hindistan için de geçerliydi. Şekil 2, zengin Hintlilerin ve Çinlilerin gelir artışının ülkelerindeki yoksulların gelir artışını geride bıraktığını gösterir. Ama gelişmiş ülkelerde de eşitsizlik, önce Margaret Thatcher’ın ve Ronald Reagan’ın reformları altında arttı, bu artışın etkileri Tony Blair ve Bill Clinton yönetimlerinde bile devam etti ve nihayet bu yüzyılın ikinci on yılında durağanlaştı.

Özetleyecek olursak, ilk küreselleşme Batı’nın, ikincisiyse Asya’nın yükselişine tanıklık etti; ilki ülkeler arası eşitsizliklerin artmasına, ikincisi ise azalmasına yol açtı. Her iki küreselleşme de uluslar içindeki eşitsizlikleri artırma eğilimindeydi. Birinci Küreselleşme sırasında ülkelerin büyüme oranlarındaki dengesizlik, Batı nüfusunun çoğunu küresel gelir piramidinin tepesine yerleştirdi. Zengin ülkelerin yoksul ondalık dilimlerinin bile, küresel gelir dağılımında ne kadar yüksek bir konumda olduğu nadiren fark edildi. İktisatçı Paul Collier, Future of Capitalism [Kapitalizmin Geleceği] adlı kitabında, İngiliz işçilerin dünyanın zirvesinde olduğu zamanları özlemle yazar. Ama onların kendilerini yüksekte hissetmeleri için bir başkasının alçakta hissetmesi gerekti.
İkinci küreselleşme, Batılı orta sınıfların bir kısmını bu tüneklerden indirdi ve yükselen Asya tarafından geçildikçe gelirlerinde büyük bir değişiklik yarattı. Görece algılanamaz olan bu düşüş, Batılı orta sınıfların kendi ulusal seçkinleri açısından çok daha hissedilir olan düşüşle birlikte meydana geldi. Bu durum, popülist liderlerin ve partilerin yükselişinde yansımasını bulan siyasi memnuniyetsizliğe neden oldu.
Son olarak, dünya çapındaki gelir yakınsamasının, göreceli düşüş yoluna devam eden Afrika’ya uzanmadığını belirtmeliyiz. Bu durum değişmezse -ki böyle bir değişim olasılığı düşükmüş gibi görünür- Afrika’nın göreceli düşüşü, önümüzdeki on yıllarda, şu anda küresel eşitsizliği aşağıya doğru iten güçleri tersine çevirecek ve küresel eşitsizliğin arttığı yeni bir dönemi başlatacaktır.
Beklenmedik Bir Çıkar Koalisyonu
İkinci Küreselleşme’nin başlangıcında belki de fark edilmeyen -ortaya çıkışıyla birlikte giderek daha belirgin hale gelen- şey, Batı dünyasının en zengin köşeleriyle Küresel Güney’in yoksul kitleleri arasındaki çıkar ittifakıydı. İlk bakışta bu bağ tuhaf görünür çünkü iki grubun eğitim, geçmiş ve gelir dahil olmak üzere neredeyse hiçbir ortak noktası yok. Ama bu, ışıl ışıl ortaya çıkana kadar her iki tarafın da tam olarak farkına varmadığı zımni bir ittifaktı. Küreselleşme, gelişmiş ülkelerdeki zenginleri kendi iç iktisadî yapılarındaki değişiklikler yoluyla güçlendirdi: azaltılmış vergilendirme, kuralsızlaştırma ve özelleştirme, ama aynı zamanda yerel üretimi ücretlerin çok daha düşük olduğu yerlere aktarma yeteneği. Yerli iş gücünün ucuz yabancı iş gücüyle değiştirilmesi, sermaye sahiplerini ve Küresel Kuzey’in girişimcilerini çok daha zenginleştirdi. Aynı zamanda Küresel Güney’deki işçilerin daha yüksek ücretli işler bulmalarını ve kronik eksik istihdamdan kurtulmalarını olanaklı kıldı. Tüm bunların kaybedenleriyse Küresel Güney’den gelen çok daha ucuz iş gücüyle yer değiştiren ortadaki işçiler oldu. Bu nedenle Küresel Kuzey’in sanayisizleşmesi sürpriz değildir; bu sadece otomasyon ve hizmetlerin ulusal üretimdeki artan öneminin bir sonucu değil, aynı zamanda pek çok sınaî faaliyetin daha ucuza yapılabileceği yerlere gitmesinin de bir sonucudur. Doğu Asya’nın dünyanın yeni atölyesi haline gelmesi de mucize değildir.
Küreselleşmeye ilişkin özgün tasavvurda bu özel çıkar koalisyonu göz ardı edildi. Gerçekten de küreselleşmenin Küresel Güney’in geniş emekçi kitleleri için kötü olacağına, onların eskisinden daha fazla sömürüleceğine inanıldı. Birçok kişi, Hindistan’ın sanayisizleşmesine, Çin ve Afrika halklarının yoksullaşmasına yol açan Birinci Küreselleşme’deki gelişmelere dayanarak bu hataya düşmüş olabilir. Bu dönemde Çin neredeyse tamamen yabancı tacirler tarafından yönetildi ve Afrika’da çiftçiler çok eski zamanlardan beri ortaklaşa işledikleri topraklar üzerindeki denetimlerini kaybetti. Topraksızlık onları daha da fakirleştirdi. Dolayısıyla ilk küreselleşmenin Küresel Güney’in çoğu üzerinde gerçekten de çok olumsuz bir etkisi oldu. Ama Küresel Güney’in büyük bölümünde ücretlerin ve istihdamın arttığı İkinci Küreselleşme’de durum böyle değildi.
Elbette Küresel Güney’deki iş gününün uzunluğu, çalışma koşullarının genellikle çok zor olduğu ve Kuzey’deki işçilerden çok daha kötü olmaya devam ettiği de doğrudur. İşçilerin 996 programına (haftada altı gün, sabah 9’dan akşam 9’a kadar çalışma) ilişkin yakınmaları sadece Çin’e özgü değildir -bu, gelişmekte olan dünyanın büyük bölümünde hayatın bir gerçeğidir. Ama bu kötü koşullar daha öncekilere göre bir iyileşmeyi temsil etti ve olduğu gibi kabul edildi.
İkinci Küreselleşme’nin çağdaş eleştirmenleri, Küresel Güney’in geniş kitlelerinin iktisadî konumunu kötüleştireceği konusunda yanılmış olsalar bile –aksine, gördüğümüz gibi, Küresel Kuzey’in orta sınıflarına zarar verdi- bu değişikliklerden en çok kimin yararlanacağı konusunda haklıydılar: küresel zenginler.
Yurtiçi Neoliberalizme karşı Uluslararası Neoliberalizm
Neoliberalizmi tartışırken, bir yandan neoliberalizmin ülke içi siyasalarıyla diğer yandan uluslararası neoliberal siyasalar arasında önemli bir analitik ayrım yapmak zorundayız. Birinci tür, vergi oranlarının düşürülmesi, kuralsızlaştırma, özelleştirme ve devletin genel olarak geriletilmesi gibi olağan paketleri içerir. İkinci türse hem gümrük vergilerinin hem de miktar kısıtlamalarının azaltılmasını ve böylece, genel olarak serbest ticaretin, esnek döviz kurlarının ve sermaye, teknoloji, mal ve hizmetlerin engelsiz dolaşımının teşvik edilmesini içerir. İş gücü her zaman farklı muamele gördü -yani, küresel hareketliliği neoliberalizmin özlemlerinden biri olmasına rağmen, hareketi hiçbir zaman sermayeninki kadar özgür olmadı.
Bu analitik ayrım, Çin’i anlamak ve Trump’ın ikinci yönetiminde bundan sonra neler olacağını anlamak için özellikle önemlidir. Bu ayrım, Çin’in iç siyasalarında neoliberalizmin ilkelerini takip etmemiş olsa da uluslararası iktisadî ilişkilerinde çoğunlukla takip ettiğini doğrudan açığa çıkarır. Bu da, Çin’i, küreselleşmenin hem ülke içi hem de uluslararası kısımlarını oldukça ciddiye alan diğer birçok gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeden ayırır. 1980’lerden itibaren Amerika Birleşik Devletleri neoliberal dönüşü başlattı ve bu sadece iç siyasalara sınırlı kalmadı; gümrük tarifelerinin azaltılmasını, NAFTA’nın kurulmasının yanı sıra gelen ve giden yabancı yatırımların artmasını da kapsadı. Aynı durum Avrupa Birliği için de geçerliydi. Aynı durum Rusya ve eski komünist ülkeler için de geçerliydi.
Tek büyük direnişçi Çin’di. Sadece Çin, finans sektöründe ve çelik, elektrik, otomobil üretimi ve genel olarak altyapı gibi belirleyici sanayilerde baskın aktör olmaya devam eden devlet için önemli bir rolü muhafaza etti. Daha da önemlisi, devlet siyasanın formüle edilmesi alanında güçlü olmaya devam etti ve Vladimir Lenin’in deyimiyle ekonominin komuta kademesini elinde tuttu. Özellikle Şi Cinping yönetimindeki bu Çin siyasaları, Lenin’in Yeni İktisadî Siyasası’yla ilişkili olarak anlaşılabilir. Bu rejimlerin hâkimiyetinde devlet, kapitalist sektörün daha az önemli sektörlerde genişlemesine izin verir. Ama ekonominin en önemli kısımları üzerindeki denetimini sürdürür ve teknolojik gelişmeyle ilgili belirleyici kararları alır. Çin devleti, yeşil teknoloji, elektrikli otomobiller, uzay araştırmaları ve son zamanlarda yapay zeka ve aviyonikler de dahil olmak üzere günümüzün en ileri teknolojilerinin geliştirilmesine büyük ölçüde müdahildir.
Bu müdahillik, daha düşük vergiler şeklindeki basit teşviklerden, özel şirketlere devletle iyi ilişkiler içinde kalmak istiyorlarsa ne yapmaları gerektiğinin söylendiği daha doğrudan baskılara kadar uzanır. Devlet ve özel sektör arasındaki iktidar farkının bariz bir örneği, 2020 yılında devletin, Alibaba’nın bir iştiraki olan Jack Ma’nın Ant Group’unun büyük ölçüde düzenlenmemiş finans teknolojisi sektörüne genişlemesine izin verecek olan tarihin en büyük halka arzını iptal etmesiyle ortaya çıktı.
Dolayısıyla, küreselleşmenin başta Çin olmak üzere birçok Asya ülkesinde yoksulluğu azaltma ve büyümeyi artırma konusundaki başarısından bahsederken, yurtiçi siyasalarla uluslararası siyasalar arasındaki ayrım akılda tutulmalıdır. Çin’in başarısının tam da bu iki parçayı, devletin iktidarını ülke içinde büyük ölçüde sağlam bırakırken ticaretin avantajlarını tam olarak sergilemesine izin veren benzersiz bir şekilde birleştirme becerisinden kaynaklandığı söylenebilir. Bu strateji muhtemelen Hindistan ya da Endonezya gibi diğer büyük ülkelerde de işe yarayabilir. Ama ölçek ekonomilerinden yoksun oldukları ve belki de daha önemlisi, Çin’in daha gelişmiş ülkelerden önemli teknolojik transferlerden yararlanmasını sağlayan yabancı sermayeyle ilgili pazarlık gücüne sahip olmadıkları için küçük ülkeler için açık sınırlamaları vardır.
İkinci Küreselleşme’nin Matem Çanı Olarak Trump
Otuz yılı aşkın bir süre önce başlayan uluslararası küreselleşme dalgası sona yaklaşıyor. Geride bıraktığımız yıllar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği’nin gümrük tarifelerini arttırdığı; ticaret bloklarının oluşturulduğu; Çin, Rusya, İran ve diğer “dost olmayan” ülkelere teknoloji transferine güçlü sınırlamalar getirildiği; ithalat yasakları ve mali yaptırımlar da dâhil olmak üzere iktisadî zorun kullanıldığı; göç konusunda ciddi kısıtlamaların getirildiği ve son olarak da yerli üreticilerin zımnen sübvanse edildiği sınaî siyasaların uygulandığına tanıklık etti. Ortodoks neoliberal ticaret rejiminden bu tür sapmalar belirleyici oyuncular -yani Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği- tarafından yapılırsa, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası gibi ulus ötesi kuruluşlar, Washington’un alışılagelmiş siyasal ilkelerini dünyanın geri kalanına vazetmeye devam edemeyecektir. Dolayısıyla, evrenselcilik ve enternasyonalizmden uzaklaşıp neo-merkantilizme kayan, ulusa ve bölgeye özgü ticaret ve dış iktisat siyasalarından oluşan yeni bir dünyaya giriyoruz.
Trump bu kalıba neredeyse mükemmel bir şekilde uyar. Merkantilizmi sever ve dış ekonomi siyasasını her türlü tavizi koparmak için bir araç olarak görür; Grönland’ı vermeyi reddetmesi halinde Danimarka’ya gümrük vergisi koyma tehdidinde olduğu gibi, bazen bunun iktisadiyatla doğrudan hiçbir ilgisi yoktur. Belki de bunların hepsi sadece palavradır. Yine de Trump’ın iktisadî tehdit ve zorun siyasi araç olarak kullanılması gerektiği görüşünü ortaya koyar. Bu tür siyasalar, küresel iktisadî alanı daha da parçalayacaktır. Washington’un amacı Çin’in yükselişini yavaşlatmak ve Çin devletinin sadece iktisadî değil askerî amaçlarla da kullanılabilecek yeni teknolojiler geliştirme kabiliyetini azaltmaktır.
Bununla beraber, standart neoliberal paketin yurt içi kısmı Trump döneminde daha da güçlenecektir. Bu durum, Trump’ın kişisel gelir vergilerini azaltma, neredeyse her şeyi kuralsızlaştırma, doğal kaynakların çok daha fazla sömürülmesine izin verme ve devlet işlevlerinin özelleştirilmesini daha da ileri götürme, yani neoliberalizmin tüm yurt içi ilkelerini ikiye katlama umutlarında zaten aşikardır. Böylece sadece görünüşte çelişkili bir durumla karşı karşıya kalacağız: uluslararası alanda artan merkantilizm ile ülke içinde artan neoliberalizm -başka bir deyişle Çin’in siyasalarının tam tersi bir bileşim.
Bazı iktisatçılar, tarihi örneklere atıfta bulunarak, merkantilist siyasalara mutlaka yurt içinde daha fazla devlet denetimi ve düzenlemesi siyasalarının eşlik etmesi gerektiğine inanır. Ama hâlihazırdaki yönetim için durum kesinlikle böyle değil. Trump’ın teşvik ettiği yeni bileşim -yurt içinde aşırı neoliberalizm ve yurt dışında merkantilizmle eşleştirilmiş sıkı denetimli göç- muhtemelen Fransa, İtalya ve Almanya’daki birçok kişiye de hitap edecektir.
O halde dünya, zengin ülkelerin alışılmadık iki yönlü bir siyasayı izleyeceği yeni bir döneme giriyor. Onlar, neoliberal küreselleşmenin ağırlığından kurtulduktan sonra, şimdi yurt içi neoliberalizm projesini daha da kararlı bir biçimde sürdürecekler.

[1] Kaynak metinde hata olabilir –çn.
SH’nin notu: Bu yazının İngilizce orijinali Jacobin‘de 24 Mart 2025 tarihinde yayımlanmış. S. Erdem Türközü’nün aynı gün yaptığı çeviri ise Dünyadan Çeviri sitesinde bulunuyor. Yukarıdaki dipnotta söz konusu edilen oranın, cümlenin hem Türkçedeki hem de özellikle İngilizcedeki kurgusuna bakarak, yüzde 16 değil de yüzde 1,6 olması güçlü bir ihtimal gibi görünüyor.