Mezopotamya Hukukçular Derneği Diyarbakır Şube Başkanı Gülşen Özbek: 90’larda faili meçhullerde kayboluyordu insanlar, şimdi herkesin gözü önünde ölüyorlar
Diyarbakır'daki gözlemlerimiz sırasında Mezopotamya Hukuk Derneği Başkanı Gülşen Özbek ile sokağa çıkma yasağında ve öncesinde, bölgedeki hukuk skandallarını konuştuk.
Röportaj: İsa Artar
Sur’da 24 gündür sokağa çıkma yasağı var. Cizre’de Silopi’de de devam ediyor yani öncelikle bu durumu nasıl yorumluyorsunuz? Bunun dışında süreci nasıl yorumluyorsunuz?
Yani aslında devlet 7 Haziran seçimleri sonrasında gerçekten Kürdistan’a yani kürtlerin yaşadığı bölgeye ilişkin bir savaş konsepti geliştirdi . Kendi halkına karşı savaş açma durumu söz konusu. Sokağa çıkma yasaklarının belki hukuki boyutu değerlendirilir bu aşamada. Şimdi biz kurumsal olarak defalarca kez hem Nusaybin, Cizre, Silopi, Sur ilçelerinde meydana gelen sokağa çıkma yasaklarına dair birden fazla defa idare mahkemesine yasağın kalkması noktasına başvuruda bulunduk. Bizim başvuru gerekçelerimizin ciddi manada hukuki altyapısı söz konusuydu yani biz başvururken şunlara değindik; birincisi bu sokağa çıkma yasaklarına ilişkin karar bir yasaya dayandırılıyor, yasanın kendisi diyor ki işte Valilik ya da mülki amir gerekli tedbirleri alır ama bu gerekli tedbirin izahı yok hani bu gerekli tedbirden bir sokağa çıkma yasağı kararı verilir manasını çıkaramıyoruz aslında ya da devamında gelişecek bir çok uygulamalar mı gerekli tedbirdir anlayamıyoruz. Yani biz aslında bu cümlenin hukuka karşı bir hile olarak algılandığını ve beraberinde bir çok hak ihlalinin meydana getirdiğini düşünerek başvuruda bulunduk.
Başvuru yaparken dedik ki evet sokağa çıkma yasağı gerekli tedbirler arasında değil neden çünkü sokağa çıkma yasakları temel olarak dokunulamayacak bir çok hak ve hürriyetin ihlalini doğuruyor Yani en temel anlamıyla yaşam hakkının son bulduğu bir uygulama, konut dokunulmazlığının son bulduğu eğitim hakkının son bulduğu yine seyahat özgürlüğünün son bulduğu birden fazla hak ve hürriyetin ihlaline yol açan uygulamalar… Bu sebepten kaynaklı gerekli tedbir olarak ele alınamayacağı görüşünden kaynaklı başvuruda bulunduk .
Yapılan birden fazla – hatta şuan sayısını bile tutamıyoruz -nerdeyse her sokağa çıkma yasağı uygulamasında bunlara dair başvurumuz oldu. Yargının şöylesi bir tutumu söz konusu; bizim başvurumuz oluyor işte idareyi dinleyelim hangi gerekçelerle böylesi bir karar aldı. İdareye yazışma başlıyor cevap yok ve dolayısıyla yapmış olduğunuz tüm başvurular sürüncemede bırakılarak adeta karar verilmeksizin askıda tutuluyor . Ama bir iki tanesine ilişkin cevap oldu, biz başvurularımızda yürütmenin durdurulmasını talep ettik. Sokağa çıkma yasakları sürüncemede kaldığı için dava sürecinde yasak birkaç saatliğine ortadan kalkınca konusuz kalıyor davamız ve nihayetinde herhangi bir sonuca ulaşamıyoruz bu haliyle.
Şimdi şeyi tartışabiliriz bu sokağa çıkma yasaklarının iç hukuktaki yeri bir de uluslararası hukuk bağlamında ki karşılığı nedir? Birincsii şu elde bulunan verilerimiz söz konusu sokağa çıkma yasağı eşittir katliam demek biz bunun altını vurguluyoruz bunu afaki söylemiyoruz. Sokağa çıkma yasağı, insan olmanın getirmiş olduğu doğal haklarının ortadan kalkması ve yok edilmesi demektir. Cizre’de geçen sokağa çıkma yasağında 21 yurttaş yaşamını yitirdi. Bugün 17. Gününe giren mevcut sokağa çıkma yasaklarının uygulandığı Cizre’de Silopi’de Diyarbakırda 24. Gününe giren sokağa çıkma yasaklarında Diyarbakır’da toplam 11 kişi yaşamını yitirdi. Silopide 12 Cizre’de 19 şimdi bu rakamlar aslında bize şunu gösteriyor sokağa çıkma yasaklarının tek bir amacı var: Kürt halkını öldürüp bitirme buradaki yaşam olanaklarını ortadan kaldırmak.
Sokağa çıkma yasaklarını biz temel anlamı ile bu yönüyle katliam uygulaması olarak ele alıyoruz. Bunun uluslararası hukukta hiçbir yeri yok. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne taraf olan bir devletten bahsediyoruz. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde savaş hali bile olsa temel hak ve hürriyetlerin özüne dokunulamayacağından bahsediliyor. Temel hak ve hürriyetler en temel anlamıyla yaşam hakkıdır. Neredeyse artık yaşam hakkının olmadığından bahsedebiliriz yani özüne dokunulamayacağı durumlar işte seyahat özgürlüğü konut dokunulmazlığı vücut bütünlüğünün dokunulmazlığı eğitim hakkı yani bunların hepsi özüne dokunulamayacak haklar olarak karşımızda bulunuyor ama burada bu haklar son bulmuş durumda.
Yine Cenevre sözleşmesi bağlamında değerlendirebiliriz . Cenevre sözleşmesinin yani 4. Cenevre sözleşmesi olarak adlandırılan sözleşmenin kendisinin ismi aslında şu “harp zamanlarında sivillerin korunmasına dönük sözleşme” 1949 yılında imzalanmış olan bir sözleşme.
Orada şu belirtiliyor savaşan her iki tarafın devlet olması ya da taraflardan birinin devlet olması halinde savaş zamanlarında sivillerin korunması devletin sorumluluğunda. Ayrıntılı hükümleri içeren bir sözleşme. Ve Türkiye buna taraf. Şimdi bu sözleşme bir çok yönüyle ayrıntı içeriyor. Birincisi ne olursa olsun hiçbir şekilde sivillerin yaşam hakkına dokunulamayacağı. Bir diğer nokta özellikle gebe(hamile) ve genel anlamıyla kadınların korunması tahliye edilmesi ve güvenli bölgelere alınması. Ama görüyoruz son 17 gün içerisinde bir devletin kendisi bir gebe kadını hedef almak suretiyle yaraladı ve doğmamış bir çocuk anne karnında sırtından vurularak yaşamını yitirdi kadınların korunmasına öncelik veren bir sözleşme olmasına rağmen onlarca kadın şu anda yaşamını yitirmiş bulunmakta ve yaşamını yitiren kadınların yaşamını yitiriş bilgilerine ulaşıyoruz evinin içinde yaşamını yitiriyor, evinin avlusunda yaşamını yitiriyor. Böylesi bir vahşi durum söz konusu aslında.
Dönüp şunu sorguluyoruz: Cenevre sözleşmesinin yürürlüğü kaldı mı? Aslında Türkiye taraf ama Kürdistan’daki bu uygulamalar ile Cenevre sözleşmesinin her maddesini ihlal eden uygulaması ile Cenevre sözleşmesine aykırı bir tutumu ve tarafı söz konusu. Cenevre sözleşmesine göre sivil halkın vücut bütünlüğüne zarar gelemez vücut bütünlüğü kesinlikle korunmalı ama onlarca insan yaralı yine sözleşmenin bir maddesinde şunu diyor: savaş ortamında yaralanmış olan sivil vatandaşlar güvenli bir bölgede hastane koşullarına gönderilir diyor ama biz Cizre’den Diyarbakır’dan biliyoruz ki insanlar yaralılarını hastaneye götüremiyor hatta götürebilmek için giden insanlar da yaşamını yitiriyor.
Yine Cenevre Sözleşmesi savaşan tarafları anlatıyor savaşan her iki taraf devlet olsun veya olmasın söz konusu esirlere veya yaralı olarak ele geçirilen kişilerin durumuna ilişkin hükümler içeriyor. Savaşan taraflardan biri silahını bırakıp ele geçirilmiş olsun yaşam hakkına dokunulamayacağı ve vücut bütünlüğünün korunacağından bahsediliyor ama henüz netleşmeyen, soruşturma neticesinde daha netliğe kavuşacak bir durum var. Sur içinde iki kişinin yaşamını yitirdiği yerde kelepçeler söz konusu ve görgü tanıklarının anlatımı bulunmakta görgü tanıklarının anlatımına göre bu iki kişi sağ yakalanmış arkadan kelepçelenme suretiyle infaz edilmiş.
Bu bize ortada savaş hukukunun bile olmadığını gösteriyor. Türkiyenin insancıl hukuk bakımından uluslararası taraf olduğu sözleşmeleri hiçe sayan ortadan kaldıran uygulamaları söz konusu bunlara ilişkin hukuk örgütleri olarak öncesinde raporlar hazırladık. Sadece raporların hazırlanması yetersiz şüphesiz, bunlara ilişkin bir karşıt duruşun olması gerekiyor . Ama ne yazık ki bunun bir de uluslar arası boyutu söz konusu yani Türkiye’nin taraf olduğu bu kadar uluslararası sözleşme var hukuk örgütleri olarak sivil toplum örgütlerinin bu kadar çağrısının olmasına rağmen diğer sözleşmeye taraf devletlerin bu kadar hak ihlallerinin olduğu uygulamalara ses çıkartmıyor. Bu da katliamın derinleşmesine neden oluyor yani bugün Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini ihlal etmiyor mu ? Şüphesiz mütemadiyen ve defalarca kez en sert şekilde ihlal ediyor. Cenevre Sözleşmesini ihlal ediyor ama yaptırımlar ön gören sözleşmelerin Türkiye’ye bir yaptırımı yok şuan için yani Kürde ilişkin uluslararası bir ortaklaşma hali var gibi hissediyoruz varmış gibi algılıyoruz. Buradan böylesi bir çağrı tekrardan olabilir tekrardan yapılabilir: Türkiyenin taraf olduğu uluslararası sözleşmenin diğer sözleşmeci ülkeler tarafından bu uygulamaların bir an önce son bulması açısından ortaya bir tepki koymaları ve buna ilişkin bir çağrılarının olması gerekmektedir. Yine Birleşmiş Milletler mesela bu konuda kürde ilişkin çok sessiz az önce bahsettiğimiz tüm uygulamalar aslında belki Birleşmiş Milletleri tamamen ilgilendiren durumlar olmasına rağmen sessizliğini koruyor yine biz hukuk örgütü olarak şimdi yüzyılların tarihi yapısından bahsediyoruz Sur için orda evet can kayıpları yaşanıyor ama bir de tarihi kıyımlar yaşanıyor biz bunlara ilişkin UNESCO’ya başvurularımızı yaptık hukuk örgütleri olarak ama UNESCO’dan ses yok.
Ne zaman yaptınız UNESCO’ya başvuruyu?
10 Aralık’ta yapmış olduğumuz bir başvuruydu böylesi uygulamaların olduğu top atışları ile havadan ve karadan bombalanmak suretiyle tarihi yapılarımızın yok edildiği duruma karşı yaptığımız bir başvuru. Bu yapılar sadece kürde ait tarihi yapılar da değil. Şimdi öylesi bir tarihi yapı ki kendi içerisinde Ermeni’yi Kürt’ü , Süryani’yi Türk’ü bir çok milleti koruyabilmiş ve bu güne kadar bir medeniyet oluşturulmasını sağlayabilmiş bir tarihi atmosferden bahsediyoruz. Birçok kuşağın dokunmaya hakkı olduğu bir tarihi yapıdan bahsediyoruz ama öylesi bir uygulama var ki adeta bu coğrafyanın geçmişini silmeye dönük bir yaklaşım söz konusu yani çocuklar öldürülerek gelecek tüketilmeye çalışılıyor, tarihi bitirerek de geçmişten bağı koparılmaya çalışılıyor. Tüm bunların yanında Uluslararası mekanizmaların, hukuk örgütlerinin, uluslararası kurumların devletlerin sessiz kalmış olması aslında bu vahşetin derinleşmesine neden olmakta.
Peki infazlar hakkında hukuki süreçlerin durumu nedir? Sonuçlar alabiliyor musunuz?
Daha önce Cizre ve Silvan’a yönelik başvurularımız oldu. Şu an için soruşturmaların tamamında sadece bizlere dosya sayı numaraları verilmesiyle yetiniliyor. Yani talebimiz söz konusu: orada görevli olan güvenlik güçleri kim? O saatte kim görev yapıyor? Jandarma Özel Harekat mı, Polis Özel Harekat mı? Görevli olan kişilerin isim listesi ilgili birim tarafından istense dahi bir adım yaklaşılmış olunur. Ama yok. Soruşturmalar şu an soruşturulmamakta, sağlıklı yürüyen soruşturmalar yok. Son 1 aylık bir uygulama değil. Bu süreç Diyarbakır Patlaması ile başladı bizce. Biz o zaman suç duyurusunda bulunmuştuk. Bir ihmalden ziyade iş birliği olabilir. Oraya o bomba nasıl yerleştirildi,kimle irtibat kuruldu diye sorduk. Tarafımıza o dosyadan tek bir evrak dahi verilmiyor. Diğer yandan özel harekatçıların hukuka aykırı uygulamalarını açığa çıkarılmaması noktasında bir çaba söz konusu. Lice’de öldürülen Medeni Yıldırım davasından örnek verebilirim. Davasını takip ediyoruz. Orada bir er yargılanıyor sanık olarak. İfadeleri çok çarpıcıydı. Aslında durumu da gayet açıklıyor. Er şunu söylüyor: Olay meydana geldiği yerde Jandarma Özel Harekat geldi ve “sıkın,sıkın!” diye bağırdı, biz de sıktık” ve Medeni Yıldırım orada ölüyor.
Yine değineceğim, Cenevre Sözleşmesi’nde bir madde geçiyor: Harp zamanlarında, kişilerin onur ve haysiyetlerini rencide edebilecek tek bir uygulama olamaz. Ama burada Kürt kimliğine, kadın kimliğine saldırı söz konusu. Özel harekatçılar tarafından yazılan duvar yazılarından biz onu anlıyoruz. Kadın kimliğine çok ağır hakaretler içeren duvar yazları yazılıyor…
Cenazeler yerde kalıyor. 2. Dünya Savaşı’nda, 1. Dünya Savaşı’nda böyle bir şey olmuş mu acaba, insanlar yakınlarını gömemiyor. Günlerce cenazeler yerlerde bekliyor.
Ölümlerin dışında da bir çok toplumsal olayda çok sayıda tutuklama gerçekleşiyor. Geçtiğimiz günlerde gazeteci bir arkadaşımız da tutuklandı. Gözaltı sürecinde, cezaevlerinde tutumlar nasıldır?
En son geçtiğimiz günlerde halkın yasaklara karşı demokratik bir tepkisi oldu. O gün 101 kişi gözaltına alındı mesela. Tabi pek çoğu serbest bırakıldı ardından ama tutuklananlarda var. Gözaltına alınanlarla biz görüşüyoruz elbette. Gözaltına alınanların temel bazı hakları vardır. Gözaltına alındıkları andan itibaren aileye haber verilir, varsa özel avukatı, yoksa barodan avukat tayin edilmesi gerekir. Müdafii yardımında bulunulması sağlanır. Öyle bir yere geldi ki gözaltı süreci, 4 gün gözaltında kalanların büyük bir çoğunluğunun ailesine haber verilmiyor. Avukat istemiş olsa bile kişi avukatı çağrılmıyor. Ya da 4 gün boyunca barodan avukat getirilmediği durumlar var. Biz buna dair daha önce rapor hazırlamıştık. Bu süreçte daha yoğunlaşıyor. Yeni bir rapor hazırlayacağız.
Cinsel saldırı suçu işlenen dosyalar söz konusu. Bu süreçte çok açık vurgulamak istiyoruz, Kürt kadınına cinsel saldırıya ulaşabilecek bir sürü saldırı söz konusu. Zırhlı aracın içinde tacize maruz kalan, tecavüz teşebbüsü olduğu belirtilen dosya vakaları mevcut. Onlarca kadın, polis tarafndan tacize maruz kalıyor. Bir müvekkilim vardı. En son kendisiyle görüştüğümde sırtına bir el değdiğinde çığlık atmaya başladığını ifade ediyordu. Çünkü taciz eden polis kendisini kelepçeleyerek sırtına dokunmuş.
Darp ve cebir uygulamaları çok fazla. Bir çoğunun raporları da mevcut. Bazı savcılar bu tutumlara karşı soruşturma açıyor ama, bazı savcılar ise “buna dair siz özel başvuru yaparsınız” gibi tutumlarda bulunabiliyorlar. Gözaltında işkencelerin tekrardan başladığı bir süreçteyiz diyebiliriz.
Sokağa çıkma yasağının ilçenin genelini etkilediği durumlarda daha derin vakalar yaşanıyor. Silopi ve Cizre’deki avukat arkadaşlarımız bunu çok yaşadı. İlçenin tamamında sokağa çıkma yasağı var. Ama arıyorlar, “ifade vermeniz gerekiyor, gelin ifade verin” diyorlar. Ama sokağa çıkma yasağı var. Keskin nişancılar vuracak çıksa. Gelin güvenliğimizi alın gelelim diyor arkadaşlar, “Yapamayız, gelmezseniz, tutanak tutarız” diyorlar. Böyle bir trajikomik bir durum var. Kürdistan’da hukukun bittiğinin göstergesidir bu. Kişi gözaltında, avukatı çağrılıyor. Avukatı sokağa çıkma yasağı olduğundan dışarı çıkamıyor. Gitmesi de yasak. Çıkarsan vururuz diyorlar. En son Cizre’deki Baro savcılığa mesaj attı, sırf bu diyalog ile yüzyüze gelmemek için “Hiçbir avukatımızı aramayın, gelmeyeceğiz”dediler. Çünkü gelme koşulları yok. Yine oradaki avukat arkadaşların evini arıyorlar. Avukatların ikametgahlarını aramak için özel yetki gerekir yasaya göre. Bırakın yetkiyi, bir çok avukat arkadaşın evini keskin nişancılar işgal etmiş durumdalar.
Peki 90’lar Türkiye’de faili meçhullerin çok yaşandığı dönem olarak ifade ediliyor. Siz 90’larla bu dönemi karşılaştırdığınızda devletin tutumu hakkında ne söyleyebilirsiniz?
Aslında bu süreci 90’larla kıyaslamak yanlış, bu devletin Kürtler üzerindeki yüzyıllardır süren uygulamasıdır. Belki en yakın tarih 90’lar olduğu için böyle konuşuyoruz. Ama şunu unutmamak lazım: Devletin Kürt’e karşı yaklaşımı bu.
90’larla farkı tabii ki var. Ama farkı şu, biz bir anneyle görüşmüştük, o bize demişti: “Ben 90’larda da bir yakınımı kaybettim, ama onu gözümün önünde kaybetmedim”…En vahşi tarafı bu. 90’ları aşan tarafı bu. İnsanlar evlatlarını, annelerini, babalarını gözlerinin önünde yitiriyor.
Bir önemli farkı ise 90’lı yıllarda Türkiye devleti kendini bu kadar ilerici olmayı hedeflememişti. Bu kadar hak ve özgürlükler hakkında vaatlerde bulunmamıştı. Bir devletin hedef olarak belirlediği şey ileriye gitmektir. Hükümetin ülkeyi bu kadar geriye götürme çabası anlaşılabilmiş değil. Burada sadece katledilen Kürtler değil, Kürt coğrafyası Türkiye’den ayrı değildir. Ve tüm uygulamaları Türkler enselerinde hissetmese dahi, en yakın zamanda hissedecekler. Bugün Kürtlerin kısıtlanan hakları, Türkiye’nin her tarafını etkileyecektir. Hukukun bittiği süreçlerden geçiyoruz. Doğusunda hukukun bittiği bir ülkede, batıda nasıl hukuk işleyecek? Şu an için bu durum sadece Kürtleri etkiliyor gibi görünüyor olabilir. Ama aynı zamanda Türkiye’nin geleceği bitiyor. 90’lardan farkı da bu. Kürt’te 90’lardaki Kürt değil, hukukçularda 90’lardaki gibi değil. Bu coğrafyada nolursa olsun varolma mücadelesi olacaktır.
Bu sürecin acilen çözüme bağlanması için çağrınız var mıdır?
Devlet acilen savaş politikasından vazgeçmelidir. Bunu ülkenin demokratikleşmeme sorunu olarak ele almalıyız. Kürt siyasetinin bir yıl önce demokratik çözüme çok hazır olduğu bir dönemdi. Ama bu tek taraflı olarak bitirildi. Devlet tarafından. Bir an önce her iki tarafın varolan bir masaya oturmasını, ve çözüm için bir araya gelmesini istiyoruz.
Şimdi devlet bu savaş politikasına başlamadan önce altyapısını oluşturdu. Mesela iç güvenlik paketi. Biz o zamanda söylemiştik: Bu yasa polise ‘öldür’ emri veren yasaydı. Bu yasanın geriye alınması çok önemlidir. Yeni bir anayasa sürecine başlanması ve yeni anayasanın ‘eşitlik’ temeline dayanması çok önemlidir.
(Röportaj 26 Aralık 2015 günü gerçekleştirilmiştir)