12 Eylül’ün kaçıncı sene-i devriyesindeyiz? Bunun bir önemi yok! Aslolan, kara Eylül’ün “müesses nizam” açısından hâlâ yaşamakta, yaşatılmakta olduğudur!
“Eylül” deyip geçmeyin; “bitti” falan demeyin…
Eylül bir söylentiye göre “kara güneş”in ayıdır. Kara güneş, Fransız şair Nerval’in kullandığı bir mecaz. Şarkının “bazen neş’e bazen keder” dediği gibi bir şey. Melankoli, depresif olma hâli ya da “Winter is coming/ Kış geliyor” dedirten…
Eylül eskilerin deyimiyle bir “hülasa” yani, “döküm”, “değerlendirme” ayıdır; Yahya Kemal’in, “Günler kısaldı. Kanlıca’nın ihtiyarları/ Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları/…/ Yalnız bu semti sevmek için ömrümüz kısa…/ Yazlar yavaşça bitmese günler kısalmasa,” dizelerindeki gibi…
Kolay mı? ‘Yeni Türkü’ grubunun ‘Güneş altında tutsaklar/ Geçen sonbahara bakıyorlar’ sözleriyle özetlediği Mamak Zindanı’nın adı 12 Eylül’de Türkiye siyasi tarihine sistematik işkenceyle kazınmıştı.
İşte oraya sekiz yıl boyunca her hafta gidip gelen ve gördüğü şiddete, baskıya rağmen mücadelesini sürdürürken bir oğlu zindanda, diğeri de arananlar listesinde olan ve yaşadıklarını ‘Onca Çileden Sonra’[2] başlıklı yapıtında toplayan Perihan Akçam, “Ne değişti o günden bugüne?” sorusunu, “Bugünkü durumumuz 12 Eylül’ün devamı,” diye yanıtlamakta haksız değildir…
Evet, evet kara Eylül sürmektedir; “yargılandı” yaygaralarına rağmen, hâlâ gündemdedir…
Darbeci Kenan Evren’in, Tahsin Şahinkaya’nın tavırlarını veya Ayten Gökçer’in, “Asker yanlış bir şey yapmaz,” vurgusuyla 12 Eylül’ü savunup, “12 Eylül darbesi çok da kötü olmamıştır… Can güvenliği yoktu. Darbe olmasına üzülmedim… Dünyada en kansız müdahaleler bizdedir. 1-2 kişi gittiyse şükretmek lazım,”[3] demesini hatırlamak yetmez mi?
Tekrarlamakta fayda görüyorum: “Eylül” deyip geçmeyin; “bitti” falan demeyin ve Zeynep Oral’ın, “Sahi sizce 12 Eylül en çok neye, kime, kimlere yaradı?” sorusunun yanıtını arayın…
ASLÎ SORU(N): 12 EYLÜL NEYDİ?
Hasan Fehmi Güneş’in, “Amaç solun kökünü kazımaktı” notunu düştüğü 12 Eylül sıradan bir askeri darbe değildi: Günün Soğuk Savaş şartlarında, NATO’nun bir “cephe ülkesi” olan Türkiye’nin, bir şok tedavisinden geçirilip yeni bir kalıba dökülmesini, yeni bir kimliğe sokulmasını amaçlayan büyük bir harekâttı.
Başta anayasa olmak üzere, çeşitli hukuki, siyasi, ideolojik ve kültürel düzenlemeler sonucunda gerçekten de “yeni” bir Türkiye yaratıldı. Bu, artık “Türk-İslâm sentezi” üzerinde yükselen bir Türkiye idi. Kenan Evren’in yıllarca meydan meydan dolaşarak, müftü çocuğu olduğunu söyleyip Kur’an’dan ayetler okuyarak yarattığı kendi suretinde bir Türkiye…
Daha sonra, 90’lı yıllarda “İslâmcı” Refah Partisi’nin iktidara gelmesi 12 Eylül’ün sonucu, 12 Eylül’ün ürünüdür. 90’lı yılların sonlarında kendi yarattıklarını iktidardan uzaklaştırmak adına yapılan 28 Şubat postmodern darbesi ise aslında 12 Eylül’ün başka bir versiyonu, farklı bir şekilde devamıdır ve AKP’nin zuhur etmesinin koşullarını yaratmıştır. Bugün ülke gayet özel, orijinal bir Türk-İslâm sentezi olan AKP iktidarı altındayken, Tayyip Erdoğan da kendi suretinde bir Türkiye yaratmaya soyunmuştur.
Bu bağlamda AKP’nin neo-liberal politikalarından “Günümüzün yürürlükteki yağma yasaları 12 Eylül 1980 darbesinin ürünüdür,” Oktay Ekinci’nin işaret ettiği üzere…
Şimdi, aslî soru(n) üzerine bir parantez açmak gerekiyor…
Evet 12 Eylül darbesi, Türkiye’nin toplumsal yapısını köklü biçimde değiştiren son derece kanlı bir müdahaledir. Ama bu müdahale sadece bugün fail olarak gösterilen TSK’nın en üstündeki 5-10 üst rütbeli askerin inisiyatifinde gerçekleşmemiştir. 12 Eylül darbesi uluslararası sermayeyi temsil eden kurum (DB, IMF gibi) ve ülke (ABD gibi) yönetimlerinin de desteğiyle Türkiye sermaye sınıfının emekçi sınıflar üzerinde mutlak tahakkümünü sağlamak üzere gerçekleştirilmiştir. Türkiye’deki sermaye çevreleri de (TİSK, TÜSİAD gibi) darbeyi teşvik etmiş, desteklemiş ve hatta yönlendirmişlerdir.
12 Eylül darbesinin gerçek amacı, Türkiye’nin küresel kapitalizme entegrasyonunu sağlamaktır. Bu sürecin teknik mimarı 24 Ocak 1980 kararlarının hazırlayıcısı Turgut Özal’dır. Özal 12 Eylül darbesine kadar MSP’den milletvekili adayı olmuş, MESS başkanlığı, Sabancı Holding’de yöneticilik, Dünya Bankası’nda uzmanlık ve Başbakanlık Müsteşarlığı yapmıştır. 12 Eylül darbesiyle birlikte işçi sınıfı baskı altına alınarak 24 Ocak kararlarının uygulanma koşulları fiilen oluşturulmuş ve ekonomi yönetiminin başına da darbe hükümetinin başbakan yardımcısı olarak Turgut Özal getirilmiştir. 1983 seçimleriyle birlikte geçilen “sözde” demokrasi sürecinde de Özal, kurduğu ANAP’ın başında, Başbakanlık koltuğuna oturmuş ve 1989’da başlayan işçi hareketleriyle birilikte iktidarının sallanması üzerine kendisini Cumhurbaşkanlığı koltuğuna atmıştır. Ancak Cumhurbaşkanlığı da Özal’ı işçilerin dilinden kurtaramamıştır. İşçilerin “Çankaya’nın şişmanı işçi düşmanı” sloganıyla sık sık yad ettikleri Özal, 1993’de ölmüştür.
Özal’ın ardından Tansu Çiller, sonra da Tayyip Erdoğan, Özal’ın mirasını devralacak ve Türkiye’nin küresel kapitalizme entegrasyon sürecini devam ettirecektir. Entegrasyon sadece uygulanan ekonomik politikalara yansımamıştır. Emekçi sınıfların sosyal haklarının ortadan kaldırılması ve yoksullaştırılması anlamına gelen entegrasyon sürecinde muhalefete meyil edebilecek tüm toplum kesimleri (emekçiler, Kürtler, öğrenciler, Alevîler vs.) üzerinde de 12 Eylül anlayışıyla baskıya devam edilmiştir.
Bugün bu ülkenin çocukları “kazayla” bombalanmakta; her ay ortalama 55-60 işçi “kazayla” iş cinayetlerine kurban edilmektedir. “Parasız üniversite” talebini dile getiren öğrenciler; yazılmış ya da yazılmamış kitaplar veya haberler nedeniyle gazeteciler; toplumu bilgilendirme görevini yerine getirdiği için akademisyenler; güvenceli bir iş isteyen işçiler yargılanmakta ve/veya aylarca, yıllarca cezaevlerinde tutulmaktadır. Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik hak olmaktan çıkarılmış; günde 2-3 simit karşılığı ücrete iş bulan şanslı sayılır hâle gelmiştir. Tüm bunların anlamı 12 Eylül darbe koşullarının devam ettiğidir.
Sakın ola kimse “es” geçmesin!
24 Ocak Kararları ülkemizde neo-liberal politikaların uygulanışının miladıdır. 24 Ocak Kararları ile ülkenin tüm kaynaklarının ulusal/ uluslararası tekellere peşkeş çekilmesi, reel ücretlerin eritilmesi, kamu işletmelerinin özelleştirilmesi, finansal liberalizasyona geçiş, sosyal hakların tırpanlanması, kamu mallarının piyasada fiyatlanması, parasız eğitim-sağlık haklarının gaspı gibi birçok hedef belirlenmiştir. Elbette bu hedeflerin başarıya(!) ulaşması zaman almıştır. Ancak, 24 Ocak Kararlarında açıklanan hedeflerin hayata geçirilmesi hükümetlerin temel hedefi olmuştur. O tarihten itibaren kurulan tek parti veya koalisyon hükümetlerinin tamamı bu âli menfaatleri(!) önüne hedef olarak koymuştur.
Özetle: “24 Ocak kararları”yla neo-liberalizmin demir yasaları yürürlüğe konulmuştu. 12 Eylül’ü her boyutuyla tartışabilmek için 24 Ocak (1980) gününden başlamak gerekir…
Özetin özeti: 12 Eylül askeri darbesi 24 Ocak 1980’de alınan kararları yaşama geçirmek için yapılmış bir darbedir. En azından 24 Ocak kararlarını destekleyen TÜSİAD Üyesi Rahmi Koç, Odalar Birliği Başkanı İbrahim Bodur gibi ünlü iş adamları gazetelere 24 Ocak kararlarının yıldönümü vesilesiyle vermiş oldukları demeçlerinde 12 Eylül darbesi olmasaydı 24 Ocak kararlarının yaşama geçirilemeyeceğini açık açık dile getirmişlerdir…
Kenan Evren, 7 Ocak 1991 tarihinde yaptığı bir açıklamada, “Eğer 24 Ocak kararları denen kararların arkasından 12 Eylül dönemi gelmemiş olsaydı, o tedbirlerin fiyasko ile sonuçlanacağından hiç şüphem yoktu. Böyle sıkı bir askeri rejim sayesinde o tedbirler meyvesini vermiştir,” demişti.[4]
Tekelci kapitalizmin karşı-devrimi olarak 12 Eylül’ün ABD emperyalizme doğrudan ilintili olmaması mümkün değildi; Murat Yetkin’in, “12 Eylül’ün dış boyutu, tam açıklığa kavuşmayan bir ‘Bizim çocuklar yaptı’ lafıyla ABD’ye yapılan atıf dışında yeterince tahlil edilmiş değil,” hezeyanına karşın!
Örneğin Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın yargılandığı 12 Eylül davasına yollanan MİT’in 12 Eylül 1980 tarihli istihbarat raporunda ABD’nin darbedeki rolüne ilişkin belgede, istihbaratın “Ait olduğu memleket” bölümüne “Türkiye-ABD”; “konu” kısmına ise “ABD Büyükelçiliği’nin faaliyetleri” yazılıyken; istihbarat notunda, “Haberin alındığı tarih ve vakanın oluş tarihi” olarak da “12 Eylül 1980” ibaresi düşülmüştü![5]
Evet, Milli İstihbarat Teşkilâtı’nın (MİT) belgesine göre, ABD’de “Bizim çocuklar işi bitirdi” olarak duyurulan darbenin gerçekleşeceği, Türkiye’deki büyükelçilikte iki gün önceden biliniyordu.
MİT’in 12 Eylül davasında mahkemeye gönderdiği bir belge, 32 yıldır yanıtı aranan bir soruya açıklık getirdi. “12 Eylül 1980” tarihli MİT belgesinde, ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’ndeki bütün personelin 11 Eylül 1980 gecesi saat 23.30’dan itibaren büyükelçilikte toplandığı belirtilerek “Büyükelçilikte çalışan bir mahalli personel, 12 Eylül 1980 sabahı yaptığı görüşmede, elçilik mensuplarının askeri müdahale olacağını 2 gün önceden bildiklerini beyan etmiştir,” deniliyordu.[6]
Ha bir şey daha: “Liberal”, “demokrasi havarisi” olarak sunulmaya kalkışılan ve AKP için önemli siyasi referans olan Turgut Özal da, “12 Eylül darbecileriyle işbirliği yapmıştı”![7]
“HESAPLAŞMA” HAKKINDA
12 Eylül’ü yaratan iktisadî zemin ve siyasi yapı yerli yerindeyken 12 Eylül’le “hesaplaşılabilir” mi?
Ya da “12 Eylül gerçekten yargılanabilir mi?”
“Topyekûncu” bulunabilir; ama ben bu soruya “Hayır” yanıtını verenlerdenim!
“Haksızlık duygusu, haksızlığı yenmeye yetmez,” diyen François Mitterand’ın saptamasına “Haksızlığa itiraz da” kaydını ekleyerek şöyle formüle edeyim:
Ne haksızlık duygusu, ne itirazı haksızlığı yenemez; haksızlık ancak yok edilebilir!
Düzeniçi sınırlarda “12 Eylül’le hesaplaşma aldatmacası”na “Evet” demek mümkün değildir ve olmamalıdır da!
Kimse inkâr edemez; “12 Eylül’le iki isim üzerinden hesaplaşılamaz”!
“Evren ve Şahinkaya’nın kendi yasalarıyla yargılanmaları da ironik” diyen Nimet Tanrıkulu ekliyor: “Türkiye’de hâlâ darbecilerin yasası var”…
Prof. Dr. Turgut Tarhanlı, “12 Eylül’le yüzleşmek sadece yargıyla sınırlı bir mecra değildir,” diyorken; “12 Eylül’le hesaplaşabilmek için terör devletinin tüyler ürpertici fotoğrafını görmemiz ve anlamamız gerekiyor”;[8] ‘Devrimci Yol’ davasından yargılanan Oğuzhan Müftüoğlu’nun, AKP’nin 12 Eylül kurumlarının üzerine oturduğunun altını çizdiği üzere!
Yeri geldi sorayım: Neo-liberalizm ve IMF’yi konuşmadan, 12 Eylül nasıl konuşulur?
24 Ocak kararları konuşulmadan, 12 Eylül nasıl konuşulur?
Bir muhafazakâr yahut bir liberal olarak “1982 sonrası muhafazakâr-liberal-demokrat Özal”ı çok sevebilirsiniz de; Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası’ndan (MESS) Turgut Özal’ın “darbe hükümeti”ndeki hayati “Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı” rolü es geçilip 12 Eylül nasıl konuşulur?
Darbe olduğunda, “Şimdi gülme sırası bizde” diyen Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) Başkanı’nın ifade ettiği büyük sermaye coşkusu konuşulmadan, 12 Eylül nasıl konuşulur?
Çalışanların haklarını gasp eden bir sınıf savaşı aracı olarak darbe konuşulmadan 12 Eylül nasıl konuşulur?
Darbenin kapattığı sendikalara üye işçileri; MESS’in, kankası Türk Metal’e zoraki üye yaptırışı konuşulmadan 12 Eylül nasıl konuşulur?
Bir milletin darbeye yüzde 90’dan fazla oy veren utancı konuşulmadan 12 Eylül nasıl konuşulur?
AKP, CHP, MHP kadro ve seçmenlerinin, 45 yaş üstündekilerin darbeyi ortalama yüzde 90 desteklediği unutularak 12 Eylül nasıl konuşulur?
Medyanın el etek öpmesi, “MESS gibi, TİSK gibi” kokması konuşulmadan 12 Eylül nasıl konuşulur?
12 Eylül ya topyekûn yargılanır ya da “yargılaMIŞ” gibi yapılır…
Sadece Evren ve Şahinkaya ile sınırlı olmayan, cuntanın diğer elemanlarını, Bülend Ulusu hükümetinin üyelerini kapsayan, cuntaya ortak olmuş bütün emniyet müdürlerini, siyasi şubeleri, operasyon yapan timleri, askeri-sivil bütün cezaevlerinin müdürlerini ve subaylarını, bütün sıkıyönetim komutanlarını, askeri adli müşavirleri, askeri mahkemeleri, askeri yargıtayları, hatta İhsan Doğramacı başta olmak üzere üniversitelerde gençliği teslim almak için çalışanları, Vehbi Koç’un Kenan Evren’e akıl veren mektubu dolayısıyla Koç ailesini, “İşçiler gülüyordu, gülme sırası bizde” diyen İTKİB Başkanı Halit Narin’i, dönemin ABD Başkanı Jimy Carter’a “Bizim çocuklar başardı” diyen CIA Türkiye Masası İstasyon Şefi Paul Henze’yi, eski devlet yapısını tasfiye edip devletleşen 12 Eylül’ün bütün kadrosunu kapsayanların hepsinin yargılanması gerek…
Nihayet daha açık bir ifadeyle 12 Eylül darbe koşulları aradan geçen yıllara rağmen henüz ortadan kalkmamıştır. 12 Eylül darbesi varlığını hâlen devam ettiren bir bütünlüklü sürecin hem sonucu hem de başlangıcıdır. Darbeci olarak yargılananlar bu süreçte fiilen şiddet uygulayan tetikçilerdir.
Kanlı bir darbenin sorumluları elbette en ağır biçimde cezalandırılmalıdır. Ancak sadece onların cezalandırılması, 12 Eylül darbesiyle hesaplaşmak için yeterli olmayacaktır. 12 Eylül darbesiyle gerçekten hesaplaşmak isteniyorsa, darbeyi teşvik eden ve destekleyen küresel ve ulusal sermayenin, bunları temsil eden örgütlerin ve darbeye gerekçe olan entegrasyon sürecinin uygulayıcılarının da bu hesaplaşma sürecine katılması gerekir. Sadece tetikçilerin cezalandırılması, 12 Eylül darbesinin üzerinin örtülmesinden başka hiçbir işe yaramayacaktır!
Evet, bu bir hesaplaşma değil! Duruşmaya hiç gelmemelerine rağmen “duruşmalardaki ‘iyi hâlleri’ nedeniyle” indirime gidilmesi kanıtındaki üzere!
Çünkü Emre Kongar’ın, “12 Eylül şiddetleniyor!” notunu düştüğü koordinatlarda, hiç kimsenin inkâr edemeyeceği üzere, 12 Eylül rejimi sürüyor. Darbe anayasasıyla sürüyor. “Değiştirilemez maddelerle” sürüyor. Darbe döneminde yapılan 600 yasa ile sürüyor. Darbe anayasasının cumhurbaşkanına tanıdığı “aşırı” yetkilerle sürüyor.
Bu yetkilerin bir kısmı “değiştirilemez maddelerle”, bir kısmı MGK’yle, bir kısmı hükümet ilişkileriyle, bir kısmı üst yargı organları, YÖK, RTÜK gibi temel kurumlarla ilgili…
Sonuç olarak, 12 Eylül temel kurumlarıyla sürüyor. Askeri vesayetin AKP üzerindeki kontrolünün kalkması, toplum ve halk üzerindeki kalkması anlamına gelmiyor. Sivil siyaset ardında, 12 Eylül rejiminin kurum ve kurullarının ve yetkilerinin AKP tarafından, Erdoğan tarafından kullanılması anlamına geliyor. Üstelik hiçbir cumhurbaşkanının, Evren’in bile kullanmadığı kadar! Kısacası yönetim katında 12 Eylül kendi siyasi liderini de buldu.
“YARGILA(NMA)MA”YA DAİR GERÇEK(LER)
12 Eylül “yargısı”na dair somut gerçek(ler)den söz etmeyen tüm değerlendirme ve beklentiler karşılıksız ve anlamsızdır notunu düşüp, kimi verileri yorumsuz, olduğu gibi sıralayalım:
iii) 12 Eylül darbesi nedeniyle Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya hakkında açılan davanın dosyasına giren ve darbenin hemen sonrasında Genelkurmay Başkanlığı tarafından hazırlanan raporlarda “Türkiye’nin savaşta olduğu” belirtiliyorken; belgelerde bir savaştan çıkıldığı, işkencenin de münferit olduğu söyleniyordu![11]
Genelkurmay Başkanlığı’nın o dönemde iddialar üzerine bir bilanço da çıkarttığı, tarih belirtilmeyen ancak 1982 sıralarında hazırlandığı anlaşılan yazıya göre, 16 kişinin işkenceden öldüğünün belirlendiği, 33 kişinin doğal nedenlerle, 25 kişinin intihar sonucu, 14 kişinin kaçarken, 71 kişinin çatışmada öldüğü kaydedildi. 60 ölüm olayının ise soruşturulduğu belirtildi. Aynı yazıda, cezaevindeki ölüm olayları için de 2 kişinin işkenceden, 25 kişinin doğal nedenlerle 14 kişinin intihar, 7 kişinin açlık grevi sonucu öldüğü ifade edildi.
Belgelerde yer alan ve soruşturmaları genel olarak beraatle ya da takipsizlikle sonuçlanmış bazı şüpheli ölüm vakaları resmî açıklamalara göre şöyle![13]
vii) 12 Eylül darbesinin mimarları Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya hakkında “sistematik işkence” suçundan soruşturma sürdüren Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Memur Suçları Bürosu, darbe mağduru öğretmenin yaptığı suç duyurusuna “delil bulunmadığı” gerekçesiyle takipsizlik kararı verdi![16]
viii) Mesela Amasya’da 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından “işkencehaneye” çevrilen Suluova Et Balık Kuru Tesisleri’nde (EBK) işkence gören Hasan Kaplan’ın şikâyeti üzerine Yüzbaşı Atasoy Fitos, Başçavuş Burhan Yöntem ve Jandarma Başçavuş Kenan Kanat hakkında açılan davada, Amasya Ağır Ceza Mahkemesi davanın zamanaşımından düşürülmesine karar verdi. Yaşananlar işkence mağdurlarını isyan ettirdi.
Mağdur avukatlarından Mehmet Horuş, Suluova’nın yanı sıra Fatsa’da, Ünye’de, Kastamonu’da EBK tesislerinin işkencehane olarak kullanıldığına dikkat çekerek “Burada insanlığa yönelik sistematik işkence suçu var. Bunun zamanaşımı olmaz. Sanıkların emir komuta zincirinde sistematik işkence yaptığı ortadadır. Sistematik işkenceye maruz kalan sadece üç beş kişi değil, Karadeniz bölgesinde on binlerce kişidir. Burada yargılama yapmadık, sorularımızı soramadık. Suluova Et ve Balık Kurumu Türkiye’nin Guantanamosu’dur” dedi.
Mağdurlar, 12 Eylül faşizminin hâlâ sürdüğünü, yargının işkencecileri koruduğunu, yargılamanın adaletsiz ve göstermelik olduğunu vurgulayarak mahkeme salonunu terk ederek, şunları dediler.[17]
Bu arada bir şey daha: 12 Eylül faşizminin işkenceyle sakat bıraktığı Fazıl Kuru’nun şikâyeti üzerine emekli Astsubay Burhan Yöntem ve dönemin Asayiş Bölük Komutanı Yüzbaşı Atasoy Fitoz hakkında açılan işkence davasında savcı Kuru’dan işkence gördüğüne dair Adli Tıp’tan rapor getirmesini istedi. Avukatlar Kuru’nun tekerlekli sandalyesini göstererek “Kanıt ortada değil mi?” dedi.[18]
xii) Samsun Cumhuriyet Başsavcılığı, 12 Eylül askeri darbesi döneminde işlenen işkence ve kötü muamele suçlarına ilişkin soruşturmada müştekilerin ifadesine başvurmadan, herhangi bir belge toplamadan doğrudan takipsizlik kararı verdi. Savcılığın takipsizlik kararına iki gerekçeye dayandırdı: Delil yok, suç zamanaşımına girmiştir. Oysa 12 Eylül’ün hayatta kalan mimarları Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya hakkında dava açan özel yetkili Cumhuriyet Savcısı Kemal Çetin, “işkence ve kötü muamele suçlarına” ilişkin yapılan suç duyuruları ile ilgili “yetkisizlik” kararında “işkence ve kötü muamele suçlarıyla ilgili failler kamu görevliyse zamanaşımı ve af olamayacağını” belirtmişti![26]
xiii) 4 Nisan 2012’de K. Maraş savcılığı tartışmalı bir karara imza attı. 12 Eylül’de işkence gören Duman Bal’ın (54) suç duyurusu, zamanaşımı gerekçesiyle reddedildi. Mersin’de seyyar satıcılık yapan Bal’ın, “Zamanaşımı, Anayasa’nın geçici 15. maddesinin referandumla kaldırılmasından itibaren başlar,” diyerek yaptığı itirazı ise Gaziantep 4. Ağır Ceza Mahkemesi yerinde bulmadı![27]
xiv) K. Maraş katliamında yaşamını yitiren İmam Ergönül’ün eşi Güley Ergönül ve çocukları Hüseyin Ergönül, Hacı Bektaş Bozkurt ve Salman Bayır’ın aileleri adına Avukat Seyit Sömez’in K. Maraş Cumhuriyet Başsavcılığı’na mezar yerlerinin bulunması, sorumluların cezalandırılması talebi ile yaptığı başvuruya savcılığın takipsizlik kararı verilmesiyle ilgili bir üst mahkemeye yaptığı itiraz da reddedildi![28]
xvi) 12 Eylül darbesinin üzerinden yıllar geçti ancak hâlâ o dönemde işkence yapanlar hâkim karşısına çıkarılamadı. Örneğin faşizmin yaşamını aldığı Orhan Keskin’in ailesi işkencecilerden hesap sorulmasını istiyor![30]
xvii) Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, 12 Eylül davasını takip eden mağdur avukatları hakkında garip bir soruşturma başlattı. 12 Eylül davasında darbeci generaller Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın yargılanmasından rahatsız olan Dr. Bülent Gürkut, “karafatma” diyerek hakaret ettiği avukatları, “1980 senesinde kısa pantolonla sokakta koşturan bu zavallılar, bugün iki orgenerale kin kusuyorlar” sözleriyle Genelkurmay Askeri Savcılığı’na şikâyet etti. Askeri savcılık, şikâyeti, “Görev alanımıza girmiyor” diyerek sivil savcılığa gönderdi![31]
xviii) Berfo Ana, gözaltında kaybolan oğlunu ararken Kars Başsavcılığı’nın soruşturma açıp “takipsizlik” kararıyla sessiz sedasız kapattığı ortaya çıktı. Göle’de, 12 Eylül darbesinden hemen sonra gözaltında öldürülüp cesedi kaybedilen Cemil Kırbayır’ın katilleri hakkında üç yıldır dava açılması beklenirken, Kars Adliyesi’nin deposundan 2002 yılında verilmiş bir “takipsizlik kararı” çıktı.[32] Mahkeme, Cemil Kırbayır’ın ölümüyle ilgili soruşturmaya devam edilmesini isterken savcılık “Ortada ceset yok” diye dava açmadı![33]
xix) DİSK’in Kurucu Genel Başkanı Kemal Türkleri öldürdüğü gerekçesiyle yargılanan Ünal Osmanoğlu hakkındaki davanın zamanaşımından düşmesi kararı Yargıtay tarafından onandı. Böylece dava kesin olarak zamanaşımına uğramış oldu![34]
xxi) Ve nihayet 12 Eylül 1980’deki askeri darbesinden tam 34 yıl sonra dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya’yı müebbet hapse mahkûm eden Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 360 sayfalık gerekçeli kararında, delil klasörü sayısının toplam 121 olduğu belirtildi.
Gerekçeli kararda, “İddia edilen bu eylemlerle ilgili ayrıca açılmış bir kamu davası bulunmadığından mahkememizce bu eylemlere yönelik herhangi bir değerlendirme yapılmamıştır,” ifadesi yer aldı![36]
xxii) Son olarak da; ‘Devrimci 78’liler Federasyonu’, Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın yargılandığı 12 Eylül davasına gönderilen belgeler ışığında işkence iddialarında adı geçen 1656 kişiyi açıkladı.
Federasyon tarafından hazırlanan 3 ayrı listede toplam 1656 kişinin adı yer alıyor. Bu listelerde dikkat çeken isimlerden öne çıkanlar şöyle:
“Eski Emniyet Müdürü Necdet Menzir, eski Ordu Valisi Kemal Yazıcıoğlu, eski Denizli Valisi Recep Yazıcıoğlu, eski Vali Saffet Arıkan Bedük, Nevzat Ayaz, Hayri Kozakçıoğlu, Kenan Güven, Cengiz Bulut, Reşat Akkaya, Tevfik Başakar, eski İçişleri Bakanı Mehmet Ağar.”
Listelerde “bazı MİT görevlileri ve muhbirleri”, “Emniyet Genel Müdürleri, Emniyet Müdürleri, Şube Müdürleri, İşkenceci Polisler ve Ordu Mensupları”, “İzmir, İstanbul, Kars, Bingöl, Şebinkârahisar, Muş, Adana, Trabzon, Gaziantep, Bursa, Rize Çamlıhemşin, Emniyet Müdürlüklerindeki İşkenceciler”,
“Kahramanmaraş Emniyetinden İşkenceci Polis Sedat Caner’in İtiraf Ettiği İşkenceciler” ile “Haklarında İşkence Yapmaktan Dava Açılan Ancak Cezalandırılmayan İşkencecilerden Bazıları” başlıklı bölümlerde de isimlere yer verildi.
Tutuklular üzerinde deneyler yaparak kobay olarak kullanan doktorlar, işkenceci doktorlar, işkence görenlere işkence görmediğine ilişkin rapor düzenleyen doktorlara da yer verildi. 1982 Anayasası’nı hazırlayan ve idamları onaylayan danışma meclisi üyeleri, 12 Eylül hükümeti ve üyelerinin isimleri yer aldı…[37]
Bu kadar yeter değil mi?!
12 EYLÜL “YARGILANDI” (MI?)!
12 Eylül darbesinin mimarlarından Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın “ağırlaştırılmış hapis” cezasıyla cezalandırılması talebiyle hazırlanan iddianamenin, 10 Ocak 2012’de Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edilmesi üzerine Derya Sazak, “Umarız 12 Eylül davasını “tiyatro”ya benzetmezler!” derken; Can Dündar da ekliyordu: “Ben de.. 12 Eylül davasından heyecanlanamayanlardanım. Bunun nedeni ‘12 Eylül bitmedi ki, bütün kurumlarıyla ayakta’ diye özetlenebilir.”
12 Eylül soruşturmasını yürüten savcı Kemal Çetin’in, Kenan Evren’e karşı tavırlarını, “Biz ona devlet nezaketi gösterdik,”[38] diye açıkladığı 12 Eylül “yargılama(ma)sı”na ilişkin duruşmada Kenan Evren’in, “Biz, o gün doğru olanı yaptık. Bugün de olsa aynı şekilde ihtilal yapardık”; Tahsin Şahinkaya’nın da, “O gün en doğru olan yapılmıştır. 12 Eylül tarihi olaydır. Tarihi olayları ancak tarih yargılar,” diyebilmeleri; veya Kenan Evren ile Tahsin Şahinkaya, kendilerinin “kurucu iktidar” oldukları vurgusuyla, ‘TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’nun ifadelerini almaya yetkisi olmadığını belirtip randevu talebini reddetmeleri, “yargılama(ma)”nın ne mana taşıdığını net biçimde ortaya koyuyordu!
Yani ÖDP Genel Başkanı Alper Taş’ın ifadesiyle, “12 Eylül iddianamesini incelediğimizde görüyoruz ki öz itibarıyla 12 Eylül zihniyetini aklıyor.
12 Eylül’ün hedeflediği bugünkü neo-liberal düzeni överken 12 Eylül’ün ezdiği, yok etmeye çalıştığı sosyalist, devrimci ideolojiyi tekrar mahkûm ediyor. İddianame, AKP’nin tarihi kendi bakış açısından yeniden yazma çabasının uzantısından başka bir şey değil. 12 Eylül öncesinde yaşananları generallerin iktidar hırsının sonucu olarak yönlendirilen bir ‘sağ-sol çatışması’ gibi gösteriyor. 12 Eylül’le Türkiye’nin emperyalizmin neo-liberal küreselleşme doğrultusundaki politikalarına eklemlenmenin yolu açıldı. 12 Eylül öncesinde gerçekleşen ve iddianamede konu olan katliam ve cinayetlerse emekçi halkın yükselen devrimci hareketini bastırmak için, doğrudan kontrgerilla ve onların yönlendirdiği sivil faşistler eliyle gerçekleştirildi. Şimdi, 12 Eylül iddianamesi ve AKP’nin 12 Eylül’le hesaplaşma olarak gündeme getirdiği iddialarla, bu tarihsel gerçek gizlenmeye, emperyalizmin, sermayenin, sağ faşist hareketin sorumluluğunun üzeri örtülmeye çalışılıyor…
Bu iddianamede Evren ve Şahinkaya’nın sanık sıfatıyla yargılanması 12 Eylül düzeninin yargılanması manasına gelmiyor. 12 Eylül zihniyeti bugün de sürüyor. İçeride 100’e yakın gazeteci, milletvekilleri, öğrenciler, aydınlar var. Ekonomik manada 12 Eylül’ün önünü açtığı piyasacı düzen daha da acımasızca sürüyor. 12 Eylül öncesi emperyalizmin kanat ülkesi olan Türkiye füze kalkanıyla şimdi cephe ülkesine dönüştü. 12 Eylülcülerin koyduğu yüzde 10 barajıyla oluşmuş bir Meclis yapısı var hâlâ. 12 Eylül’le gerçek bir hesaplaşma aynı zamanda 12 Eylül’ün bugün AKP eliyle sürdürülen düzeniyle hesaplaşarak mümkün olabilir.”
Tamam! 12 Eylül darbe davası, darbeyi gerçekleştiren cuntanın yaşayan iki faili nezdinde yargılandı ve yüz yaşına merdiven dayamış Kenan Evren ile Tahsin Şahinkaya müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Evren ve Şahinkaya 1991’de Turgut Özal’ın çıkardığı “şartlı tahliye” yasası nedeniyle çarptırıldıkları cezayı sekiz yıl yatarak çekmiş olacaklar.
Ancak 12 Eylül cuntasının insanlığa karşı işlediği sistematik suçun tarih önünde başka bir iddianamesi olduğunu hatırlatalım:
Milli Güvenlik Konseyi (MGK) isimli cunta, bu suçun birinci dereceden sorumlusudur, failidir. Ve MGK cuntası faili olduğu bu suçları, ele geçirdiği devlet mekanizmasını kullanarak işlemiştir. Dahası, o devlet mekanizması, örneğin devletin resmî istihbarat kurumu MİT, cuntacıların eyleme geçmesinin önünü açmış, yolunu düzlemiştir.
“Protokol” sırasına göre söyleyecek olursak;
Kuvvet Komutanlarının yanı sıra Genelkurmay Karargâhında görev yapan üst düzey komutanlar (mesela darbeyi “Bayrak Harekâtı” kod adıyla planlayan Genelkurmay 2. Başkanı, sonradan MGK cuntasının Genel Sekreteri Haydar Saltık), Sıkıyönetim Komutanları, cuntanın oluşturduğu hükümette görev yapanlar, dönemin MİT müsteşarları ve öncesi de dâhil olmak üzere darbecilerin gerek planlama gerekse de uygulama safhasında en büyük yardımcıları olan MİT’in diğer üst düzey yöneticileri, sonradan Özel Kuvvetler Komutanlığı olarak düzenlenen adı “kontrgerilla”ya çıkmış Özel Harp Dairesi bünyesinde görev yapan komutanlar, Emniyet Müdürleri, Emniyet Müdürlüğü bünyesinde “siyasi şube” adı altında faaliyet yürüten işkence merkezlerinin sorumluları, 12 Eylül valileri, birer işkencehaneye çevrilmiş olan cezaevlerinde yöneticilik yapan işkenceci subaylar…
Devletin arşivlerini bilmem, ama 12 Eylül faşizminin gadrine uğramış olanlarının hafızasında bu suçluların tamamının isimleri mevcuttur.
12 Eylül davasının kapsamı genişletilmeliydi. Ancak mahkeme bu yöndeki ısrarlı talepleri dikkate almadı. Sadece bu yüzden 12 Eylül kararı, 12 Eylül darbesinin bir bütün olarak mahkûm edildiği bir karar olmamıştır.
Bu kararın “eksik” bir karar olmasının bir başka nedeni de, siyaseten mahkûm edilememiş olmasıdır…
Kimse kimseyi kandırmasın; 12 Eylül düzeni sürmektedir… [39]
Bir kere daha tekrar pahasına altını özenle çizelim: “12 Eylül Davası” tarihi, sembolik ve bir o kadar da siyasi. Ama tutarlılıktan uzak…
Sadece iki sanığı olan bir darbe davası ciddiyetle anılmayı hak eder mi?
İki cuntacıyı yargılayıp, onlar adına cinayet işleyenlere, işkence yapanlara dokunmamak, yüz binlerce 12 Eylül mağduru ve onların ailelerinin gecikmiş adalet ihtiyacını karşılamaya yetmez. 12 Eylül döneminde cuntadan emir alarak işkence yapan ve cinayet işleyenler de cuntanın ta kendisidir.
Emekli cuntacıların yanındaki sanık sandalyelerine, onların emekli işkencecileri de oturtulmalıdır.
Ve 12 Eylülcülere dokunup, onların ürünü yasalara dokunmamak da olmaz. Sendikal hakları budayan, çalışma hayatını cendereye sokan, parti içi demokrasiyi bitiren, siyasete katılımı sınırlayan, yüzde 10 seçim barajıyla demokratik temsili sakatlayan mevcut yasalar, ve daha önemlisi, 1990’lı yıllarda Kürt illerini ve Kürtleri kasıp kavuran o acımasız “düşük yoğunluklu savaş” uygulamaları şimdi sanık sandalyesindeki o cuntacıların marifeti değil midir?
LİBERAL ZIRVALARA SON
12 Eylül “yargılama(ma)”sına ilişkin dediklerimi tamamlamadan önce, liberallerin görmezden geldikleri gerçeğe dikkat çekmeden geçmemeliyim…
Orhan Kemal Cengiz’in, “12 Eylülcülerin yargı önüne çıkmış olmasının Türkiye demokrasisinin ‘muhafızların’ gölgesinden kurtulmasının miladı olmasını diliyorum…”
Tarhan Erdem’in, “21 Kasım 2012’de ilk kez, Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya yargıç karşısındaydı. Suç; darbe yapmaktır! Yargımız, siyasal hayatımız, sosyal barışımız ve daha birçok bakımdan bu davanın bitirilmesi yararlıdır…”
Murat Belge’nin, “12 Eylül davası başladı. Kendi hesabıma, kendi ömrümde böyle bir olaya tanıklık edeceğimi düşünmemiştim…”
Ahmet İnsel’in, “Bu dava, darbenin belli koşullarda gerekli ve yararlı olduğu fikrine karşı yapılacak bir demokrasi aşısı işlevi görme potansiyeline sahip,” türünden zırvalarıyla unutup, görmezden geldikleri, buraya kadar değindiklerim dışında bir kere daha altını çizerek aktarmam gereken olay şudur!
12 Eylül’de gözaltına alındıktan sonra kaybedilen oğlu Cemil Kırbayır’ın bulunması için 33 yıl mücadele eden “Berfo Ana” 105 yaşında hayata gözlerini yumdu.
Berfo Ana yıllarca Cumartesi Anneleri ile birlikte oğlunu aradı, oğlunun kaybolmasından sorumlu tuttuğu Kenan Evren’e hesap sormak için 12 Eylül davasının duruşmasına katıldı. İki darbeci sanık Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın sağlık durumlarını gerekçe göstererek gelmedikleri duruşmaya, 104 yaşında olmasına karşın çocuklarının yardımıyla yürüyerek gelip, Evren’e şöyle seslenmişti: “Kenan Evren utanmadın mı? İnşallah evin yıkılır, yuvan dağılır, ocağın dağılır. Utanmaz. İki dünyada elim yakandadır.”
Berfo Kırbayır, ölmeden önce vasiyetini “Oğlumun kemiklerini bulmadan beni gömmeyin” diye açıkladı. Oğlu Mikail Kırbayır, “Annem devletten alacaklı olarak mahşere gitti. Belli ki alacağı mahşere kalmıştır,” demişti…
104 yaşında bizi bırakıp giden Berfo Ana’nın davası hâlâ karara bağlanmadı!
Bu bağlamda Celalettin Can’ın karşılıksız “hayali” beklentileriyle yol alabilmek mümkün değildir![40] Çünkü 12 Eylül’ü “yargılamak”, onu var eden zemini[41] aşmakla yani Karl Marx’ın, ‘Feuerbach Üzerine Tezler’de, “Tüm toplumsal yaşam, özünde pratiktir. Teoriyi gizemciliğe saptıran bütün gizemler, ussal çözümlerini insan pratiğinde ve bu pratiğin anlaşılmasında bulurlar,” diye formüle ettiği devrimci praksis ile mümkündür.
Gerisi, nihai kertede laf-ı güzaftır…
12 Eylül 2014 10:27:07, Ankara.
N O T L A R
[*] Newroz, Yıl:8, No:257, 25 Eylül 2014…
[1] James Joyce, Ulysses, Çev: Nevzat Erkmen, Yapı Kredi Yay., 2012.
[2] Perihan Akçam, Onca Çileden Sonra, Arkadaş Yayınevi, 2011.
[3] “12 Eylül Çok da Kötü Olmadı”, Radikal, 5 Aralık 2012, s.8.
[4] Murat Özveri, “24 Ocak Bugündür”, Evrensel, 24 Ocak 2013, s.4.
[5] “MİT Belgesi: ABD Darbeden Haberdardı”, Radikal, 30 Nisan 2012, s.15.
[6] Alican Uludağ, “… ‘Bizim Çocuklar’ Haber Vermiş”, Cumhuriyet, 27 Nisan 2012, s.4.
[7] Turan Yılmaz, “Özal 12 Eylül Darbecileriyle İşbirliği Yapmıştır”, Hürriyet, 24 Kasım 2012.
[8] Orhan Kemal Cengiz, “12 Eylül Terör Devleti Yargılanabilecek mi?”, Radikal, 23 Kasım 2012, s.15.
[9] “Sanıksız 12 Eylül Davası”, Cumhuriyet, 18 Ocak 2013, s.13.
[10] Salih Uzun, “Evren Mahkemede, 12 Eylül Hayatımızda”, Radikal İki, 8 Nisan 2012, s.5.
[11] Mesut Hasan Benli, “Meğer Savaş Varmış!”, Radikal, 11 Nisan 2012, s.16.
[12] Alican Uludağ, “… ‘Seri İntihar’ Katları”, Cumhuriyet, 18 Haziran 2012, s.4.
[13] Gökçer Tahincioğlu-Türker Karapınar, “İşkence ve İnfazlar İntihar Oldu”, Milliyet, 18 Haziran 2012, s.16.
[14] Alican Uludağ, “İşkence Kaydı Tutmadık”, Cumhuriyet, 29 Nisan 2012, s.7.
[15] Alican Uludağ, “İtinayla İşkence Aklanır”, Cumhuriyet, 19 Haziran 2012, s.7.
[16] Mesut Hasan Benli, “… ‘Sistematik İşkence’ İddiasına Takipsizlik”, Hürriyet, 21 Nisan 2014, s.19.
[17] Mehmet Menekşe, “İşkencecilerin Mutlu Günü”, Cumhuriyet, 12 Eylül 2014, s.6.
[18] Mehmet Menekşe, “Tekerlekli Sandalyeyi Görmediler”, Cumhuriyet, 11 Haziran 2014, s.8.
[19] “Kadınlara Çağrı”, Cumhuriyet, 17 Ocak 2012, s.6.
[20] 12 Eylül’de bütün cezaevleri zulüm ve işkence evine dönüşmüştü. Ancak bunlardan birisi var ki, aradan geçen onca yıla karşın hâlâ orada; orada işkencenin “Allah”ı yapılıyordu. İşkenceyi yapan da kendisini o cezaevinin “Allah”ı olarak tanıtıyordu mahkûmlara Esat Oktay Yıldıran…
Diyarbakır Cezaevi’nden 34 mahkûmun cansız bedeni çıktı. Esat Oktay Yıldıran, soyadıyla müsemma bir adamdı. Onun uyguladığı işkenceler en dirençli insanı bile yıldıran türdendi. Yıldıran’ın akıl almaz işkencelerine dayanamayan mahkûmlardan Ferhat Kutay, Necmi Öner, Mahmut Zengin ve Eşref Anyık adlı dört tutuklu kendisini yakarak yaşamına son verirken, Mazlum Doğan, Kemal Pir, Beddi Tan. Necmettin Büyükkaya ve Remzi Aytürk gibi mahkûmlardan bazıları kendisini astı, bazıları açlık grevlerinde öldü, bazılarının ise bedenleri işkenceye dayanamayarak yaşamını yitirdi.
‘The Times’ gazetesinin “Dünyanın en kötü 10 cezaevi” içerisinde gösterilen Diyarbakır Cezaevi’nde Binbaşı Yıldıran’ın uyguladığı işkence yöntemlerinden klasik falaka ve kaba dayağın dışındakilerden bazılarını içimiz kaldırmasa da o vahşeti anlatmak için aktarmak zorunda kalacağız. Mahkûmlara İnsan Dışkısı yedirme, köpeği Co’ye “Emret Komutanım” diye tekmil verdirme, eğer co havlarsa tekmili beğenmemiş demektir ki, bu durumda o mahkûma ağzına ya da makatına cop sokma, lağım suyunun içinde bırakma, erkek mahkûmların cinsel organlarına ip bağlayıp trencilik oynatma, yere yatırılan mahkûmun ağzına bir diğer mahkûmu işetme, veremli mahkûmların balgamlarını yemeklere karıştırma, çıplak mahkûmları birbirinin üstüne yatırma, cop ısırtma ve cop ısırırken hızla geri çekip dişleri kırma, aç ve susuz bırakma, tek ayak üstünde saatlerce bekletme, gayrimüslim mahkûmları zorla sünnet ettirme… Liste uzayıp gidiyordu.
Esat Oktay Yıldıran, emekli olduktan sonra 22 Ekim 1988 günü İstanbul’da Kısıklı’da bir halk otobüsünün içinde ailesinin gözü önünde başından vurularak öldürüldü. (“Soyadıyla Müsemma Bir Adam”, Cumhuriyet, 17 Eylül 2012, s.9.)
[21] Nazan Özcan, “Siz Susun Onlar Anlatsın!”, Radikal, 8 Nisan 2012, s.24-25.
[22] “Çok İşkence Yaptık, Affedin”, Taraf, 5 Şubat 2012, s.13.
[23] Mesut Hasan Benli, “En Acı İddianame”, Radikal, 8 Ocak 2012, s.6.
[24] 12 Eylül 1980’de komutanı olduğu Mamak Askeri Cezaevi’ndeki işkence iddialarıyla ismi gündemden düşmeyen emekli Albay Raci Tetik’in gizli tutulan görüşme tutanaklarında TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’na çarpıcı açıklamalarda bulunduğu ortaya çıktı. Tetik, “köpekler gibi havladığını” söylediği mahkûmların yaptırdığı hücrelerde uslandıklarını kaydetti.
Komisyon üyelerinin röportajındaki ifadelerini ısrarlar sormalarına rağmen Tetik, “Ben manyak mıyım, kendi aleyhime, ‘ben suç işledim, işkence yaptım, şunu bunu yaptım’ der miyim, yapsam bile…” dedi. (Önder Yılmaz, “Hücrelerde Uslandılar”, Milliyet, 11 Kasım 2012, s.29.)
TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu’nda işkence iddialarını reddeden eski Mamak Askeri Cezaevi Müdürü emekli Albay Raci Tetik’e yanıtı bizzat, o cezaevinde kardeşi yayıncı İlhan Erdost’u gözleri önünde işkencede yitiren Türkiye İnsan Hakları Kurumu (TİHAK) Başkanı Muzaffer İlhan Erdost şöyle dedi:
“Raci Tetik, kontrgerillanın çok önemli bir mensubudur. Bunların görevleri; ilerici, demokrat ve devrimcileri en vahşiyane yöntemlerle dövmek ve öldürmektir. Çünkü, bunlar Panama’da Amerikan Okulu’nda bu amaçla eğitilmişlerdir. K. Maraş’ta, Çorum’da bu vahşi yöntemleri iyi bildik. Bahçelievler katliamında da bildik. Şimdi bu katilleri Başbakan’ın sözleriyle affediyorlar. Raci Tetik, Mamak Cezaevi’nde işkence yapması için özel olarak görevlendirilmiş kontrgerilla elamanıdır…” (Alican Uludağ, “Asıl Fail Raci Tetik”, Cumhuriyet, 22 Ekim 2012, s.7.)
Onun hakkında ayrıca Oral Çalışlar da şunları diyor:
“Raci Tetik’ler hâlâ korumalarla dolaşıyor, arabalar tahsis ediliyor ve özel bakım merkezlerinde bakılıyorlar. ‘12 Mart’tan 12 Eylül’e Mamak’ (Everest Yayınları) kitabımdan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum:
‘Raci Tetik, tek tek sıraya dizilmiş tutukluların karşısındaydı. Ellerini arkasına koyarak onları düşman gözlerle süzdü, küfür ve hakaretlerle dolu konuşmasını şöyle tamamladı: ‘Rahatlık size batıyor. Sopayı sırtınızdan kaldırdık mı böyle oluyor. Bundan sonra görürsünüz gününüzü. Bana kalsa hepinizi tek tek hücreye koyar, her gün birinizi kurşuna dizerim. Geri kalanınız da elleri şakaklarında ölümü beklerler. Dua edin ki benim cuntam gelmedi. Benim cuntam gelseydi sizi burada böyle boşuna beslemezdim. Faşistlerden bir korkum yok. Beni öldürürse komünistler öldürür. Ama öyle bir zaman gelirse, öldürülünceye kadar dağa çıkar ve gerillacılık yaparım’…” (Oral Çalışlar, “Zulüm ve Cinayet Mekânı: Raci Tetik’in Mamak’ı”, Radikal, 23 Ekim 2012, s.14.)
[25] Alican Uludağ, “Dosya Ortada Kaldı”, Cumhuriyet, 13 Eylül 2013, s.8.
[26] Mesut Hasan Benli, “12 Eylül İşkencesine Zamanaşımı Kararı”, Radikal, 27 Mart 2012, s.14-15.
[27] Hasan Küçük, “12 Eylül’de İşkence Gören Bal’ın Suç Duyurusuna Tuhaf Gerekçeli Ret”, Zaman, 1 Nisan 2012, s.1-13.
[28] Bayram Balcı, “Kayıp mezarlara Zaman Aşımı”, Gündem, 22 Mayıs 2014, s.6.
[29] “Hayrettin Eren 33 Yıl Sonra ‘Gaip’ İlan Edildi”, Cumhuriyet, 10 Mayıs 2013, s.6.
[30] Alican Uludağ, “İşkencecileri Yargılanmadı”, Cumhuriyet, 3 Mart 2012, s.9.
[31] Alican Uludağ, “Mağdur Avukatına Soruşturma”, Cumhuriyet, 10 Haziran 2014, s.7.
[32] İsmail Saymaz, “Meğer Cemil Kırbayır Dosyası 12 Yıl Önce Kapatılmış”, Radikal, 13 Ocak 2014, s.6-7.
[33] İsmail Saymaz, “Cemil Kırbayır’da Skandal Gerekçe: Ceset Yok ki, Dava Açalım”, Radikal, 26 Nisan 2014, s.6-7.
[34] Ayşegül Usta, “Davası Kesin Olarak Zamana Yenildi”, Hürriyet, 22 Nisan 2012, s.20.
[35] İsmail Saymaz, “İlk 12 Eylül Dosyası Hayal Kırıklığı”, Radikal, 31 Ekim 2012, s.8.
[36] Türker Karapınar, “575 ‘İşkence’ye Rağmen Dava Yok”, Milliyet, 23 Temmuz 2014, s.22.
[37] “12 Eylül İşkencecileri”, Cumhuriyet, 26 Ağustos 2012, s.8.
[38] Alican Uludağ, “Devlet Nezaketi!”, Cumhuriyet, 15 Kasım 2011, s.5.
[39] Cafer Solgun, “12 Eylül Mahkûm Edildi, Öyle mi?”, Taraf, 23 Haziran 2014, s.8.
[40] Celalettin Can, “78’li Olmanın En Heyecan Verici Yanı…”, Cumhuriyet, 12 Eylül 2014, s.2.
[41] “Devlet, sınıf karşıtlıklarının uzlaşmazlığının bir ürünü ve tezahürüdür. Sınıflar arasındaki karşıtlıklar nesnel olarak uzlaştırılamadığı ölçüde, her yerde ve her zaman devlet ortaya çıkar. Tersinden söylersek, devletin varlığı, sınıf karşıtlıklarının uzlaşmaz olduğunun bir kanıtıdır.” (Vladimir İlyiç Lenin, Devlet ve Devrim, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 240, Nisan 2009.)