Mimar Sinan Üniversitesi’nde sosyoloji doktora öğrencisi olan Egemen Yılgür’ün Doktora Tezi için Sırrı Öztürk ile yaptığı röportajın tam metnidir.
Egemen Yılgür: Şöyle bir başlangıç yaparsak benim için çok iyi olur. Tütüncüler dediğim zaman aklınıza neler geliyor. Size neyi çağrıştırıyor? Gönlünüzden geçtiği gibi, aklınızdan geçtiği gibi paylaşırsanız çok memnun olurum. İlk olarak ben onu soracağım.
Sırrı Öztürk: Tütüncüler deyince ben ilk olarak Tarihî TKP’nin İstanbul’daki örgütlenmesinde çeşitli rol ve sorumluluklar alan kadroları ve o yoldaşları hatırlıyorum. Bu konuyla ilgili bazı bilgiler, çeşitli kitaplara ayrıntılı olarak geçmiştir. Zehra Kosova ve arkadaşları bu konuda öne çıkıyor. Zehra Kosova’nın kimliği, mücadelesi, yaşam öyküsü kitaplarda belgelidir, o tarafa girmeye gerek yok. Tütün işçileri genellikle Bulgaristan, Yugoslavya ve Yunanistan’dan göç eden, göçe zorlanan proletaryanın çocuklarıdır. Yaşadığımız coğrafyada da onlar öne çıkmıştır. Tarihî TKP’de onlarla işçi sınıfının sendikal ve siyasal birliği konusunda organik ilişkiler kurmuştur. Onlar da sınıfsal ve ideolojik karakterlerinin, ahlaklarının gereğini teori ve pratikleriyle göstermişlerdir. Yine biliyorsunuz işçi sınıfının sendikal ve siyasal birliği mücadelesinde, Bulgaristan, Yunanistan ve Yugoslavya’daki gelişmeler Osmanlı’dan daha önceki tarihlere rastlıyor, kapitalizmin orada daha erken gelişmesi bu türden bir bilinçlenmeye ve örgütlenmeye neden oluyor. Ama bizim de kapitalizmin gelişmesine ilişkin bir tarihimiz var. Kıvılcımlı’nın ünlü deyimi ile “Finans-Kapitalin gelişip güçlenmesi geç, fakat güç olmamıştır.”
Ayrıca bu tütün işçilerinin tabii bir de dram ve trajedileri de var. Bu insanlarımızın dram ve trajedileri henüz bilim insanlarımızca yeterince incelenmedi. Tütün işçilerini örgütleyen Şevki Akşit yoldaşımızı başta anmak gerekiyor. Şevki Akşit yoldaşımız 1951 TKP Tevkifatında Mihri Belli arkadaştan sonra gelen sanıktır. Sansaryan Han’da uzun yıllar çok büyük işkenceler görmüştür. Meselâ 50×60 cm. ölçüsünde tabutluk denilen hücrede Şevki Akşit, akıl sağlığını kaybetmiştir. 50×60 cm. ölçüsünde bir hücre, yukarıda, beyninin üstünde 500 mumluk ampul. Acaba bu işkenceye kaç kişi dayanır? İşte Dr. Hikmet Kıvılcımlı da işkenceye dayanmıştır. Mihri Belli’nin de işkence ve hapis deneyi sağlamdır. Daha pek çok isimsiz yoldaşımız bu işkencelere bilinç ve kararlılıkla dayanmıştır. Şevki Akşit daha çok tütün işçilerinin TKP ile olan ilişkilerini götürmüştür. 1951Tarihî TKP Tevkifatı dâhil, sınıflar mücadelesi tarihimizi burjuva bilim insanları yazıyor. Mete Tuncay yazıyor. Rasih Nuri İleri gibi kendiliğinden öne çıkan/çıkarılan tarihçiler(!) yazıyor. “Daha iki tokat yemeden pantolonundan tezek çıkaran” İsmail Bilen’ler ve onun uzantıları yazıyor. Sahte ve naylon komünistler de tahrif edilmiş tarih yazıyor!.. Ama TKP’nin tarihini, Bilimsel Sosyalizm-Komünizm Öğretisi’nin ilke ve amaçlarıyla donanımlı bir Komünist Partisi’nin Bilim Kurulu, Enstitüsü ve Akademisi’nin yazması gerekir. Bu kurumsal merkezi disiplinle yazılan tarih anlamlı ve güvenilir bir tarih olur. Ama yine de Mete Tuncay’ın yazdığı kitabında bazı malumatlar vardır. Ama onun işi ve haddi de değildir tarih yazmak. Mete Tuncay bugün Fethullah Hoca’nın da Abant etkinliklerine katılarak pek çok konularda da kalem oynatmaktadır. Tarihimizin arşivi de tabii kapanın elinde kaldığı için genç kadrolar tarihimizi nasıl öğreneceklerdir. O dönemi yaşayan insanlarımızın kaleme aldıkları anıları da gelecekte yazılacak olan tarihe ışık tutacaktır. Şimdi 1951 TKP Tevkifatı ve ondan önceki tevkifatlar başlı başına incelenecek bir konu. Biliyorsunuz 10 Eylül 1920’da Mustafa Suphi ve yoldaşlarının öncülük yaptığı bizim Tarihî TKP olarak adlandırdığımız, öyle demek zorundayız çünkü sahte komünist partileri de kurulabiliyor. Yaşadığımız coğrafyada ne yazık, onlardan ayırmak, genç kuşaklara doğru bilinç vermek için biz Tarihî TKP demeyi uygun görüyoruz. Suphi’lerin partileşmesi 1919’da Moskova’da başladı. Ve 10 Eylül 1920’de Bakü’de kongre/kurultay yaparak gerçekleşti. I. Tüm Türkiye Komünistleri Korgresi’nden on gün evvel de 1. Doğu Halkları Kurultayı gerçekleştirildi. Ayrıca bizler “TKP kurma” fiilini çekmiyoruz, oluşturma-inşa etme söylemini daha uygun buluyoruz. Bizim insanlarımızın bilinçlenmesine katkı getireceği için bu türden bir literatürü kullanmayı uygun buluyoruz. Biz “kurdum-kurdu-kurdular…” fiil çekimi gibi olguları düşündürmek için “oluşturma-inşa etme” diyoruz. Suphi’ler parti ve partileşme sorunlarına çözüm yöntemi üretirken tabii önceleri geçici bir komite oluşturuyorlar. Bu Geçici-Kurucu bir Komite aracılığıyla örgütlenmeye başlıyorlar. Kurucu Komitede görev alanların kitaplarda isimleri var. Bu Kurucu Komite 14 ay Anadolu’ya ve Kafkasya Doğu halklarına giderek, çok yönlü ilişkiler kurarak, istişarî toplantılar düzenleyerek örgütlenecek kurum, ocak ve insanlarımızı yokluyorlar. Ve söz yerindeyse katır sırtında gidiyorlar. Bugünkü gibi internet, faks gibi araçları yok bu insanların. Kurucu Komite Anadolu’dan kimlerle temas kuruyorlar? Demin biraz sözünü ettim. Türkiye’de “komünist” deyince hep Bulgaristan, Yugoslavya ve Yunanistan’dan gelen insanlar akla geliyor. Ama Anadolu coğrafyasındaki Devrimci ve Komünist özne ve nüvelerden nedense hiç söz edilmiyor. Ben de o nüvelerin, Ocak ve Şura türünden örgütlemelerinin geleneğinden geliyorum. Meselâ Oltu’da o zamanki adıyla Oltu Bolşevik Şurası, Erzurum Bolşevik Şurası, Erzincan Bolşevik Şurası, Dersim Bolşevik Şurası, Elazığ-Harput Bolşevik Şurası gibi kendiliğinden oluşturulmuş şuralar var. Nasıl Çarlık Rusya’sında İşçi Sovyetleri, Köylü Sovyetleri, Asker Sovyetleri ilkin kendiliğinden oluşuyorsa ve daha sonra Bolşevikler bu Sovyetleri Proletarya Partisi’nin ilke ve amaçlarıyla örgütleyerek yönetip yönlendiriyorsa, o süreçten etkilenen Doğu Halklarının Anadolu coğrafyasındaki uzantıları da Bolşeviklerden etkilenerek çeşitli şuraları oluşturuyorlar. Bizim ilk sosyalist fikirlerimizi, sosyalizmi, kimileri “ilkel” diyor ama ben o lafı kullanmıyorum. “İlksel” demek daha doğrudur. İlksel komünal, komünizan geleneklerimizi bu coğrafyadaki Kızılbaş-Alevi Ocakları oluşturuyor. Zaten Kızılbaş-Aleviliğin 3000 yıllık bir geçmişi ve tarihi var. Birileri bu geleneğimizi Arap-İslam’la izah etmeye kalkıyor, bu bilimsel değildir. Anadolu Aleviliğinin İslam’la hiçbir alakası yoktur. Meselâ bizlerin ilksel komünal, komünizan ve sosyalist fikirlerle tanışmamıza büyük katkısı bulunan Maksut Hoca, Oltu Bolşevik Şurasını kuran Maksut Hoca, Sünni gelenekten geliyor ve kendisi Oltu İd nahiyesinde bir cami imamıdır. Şimdi küçükburjuva “solcusu” bunu anlamaz. İmam deyince, mistik metafizik görüşlerin elemanı diye bakar ve bu olguyu küçümser. Anlamaz. Burun kıvırır. Ama Maksut Hoca Bolşevik’tir. Onun yalnızca mesleği imamlıktır. O bal gibi Bolşevik’tir. İşte Oltu Şurasını kuran böyle biridir. Kurucu Komiteyle temas kuranlardan biri de odur. Maksut Hoca’dır. Maksut Hoca hem 1. Doğu Halkları Kurultayı’nda “İslamiyet’le sosyalizm arasında bir çelişki yoktur.” der hem de bu doğrultuda fetva verir. TKP’nin Kurucu Kongresi’nde de aynı mealde bir konuşma yapar. Ama günümüzde de Maksut Hocalar var. İşte Kudüs Müftüsü benzeri şeyleri söylüyor. Ben Kudüs Müftüsü ile emperyalizme-kapitalizme karşı mücadelede yan yana dururum. Mücadele ederim. Savaşırım. Ne diyor, “Yakındoğu’daki Fars, Arap, Süryani, Keldani, Asuri, Ermeni, Türk, Türkmen, Kürt ne varsa hep beraber emperyalizme karşı çıkarsak bu mesele biter.” Şimdi Maksut Hoca da böyle bir hocadır. Maksut Hoca 1400 yıl önceki İslamiyet’in devrimci olduğunu söyler. Ve der ki: “Nasıl ki 1400 yıl önceki İslamiyet sosyal adaleti, eşitliği, ahlakı, adaleti getirmeye çalışmışsa günümüzün sosyalizmi de sosyal adaleti getirecektir. Arada bir fark yoktur, bunu birbirine karşıtmış olarak gösterenler İngiliz emperyalizminin uzantılarıdır…” diye üstüne basa basa söyler. Tarihî TKP’de din hakkındaki görüşünü bu kongrede öne çıkarmaz. Komünistler ikiyüzlülük yapmazlar. Din hakkındaki görüşlerini açıkça söylerler. Ama Doğu halklarını kazanmak için TKP din konusundaki programını öne çıkarmamıştır. Şimdi Maksut Hoca bunları gündeme getiriyor. Bugün Devrimci Müslümanlar, Anti-Kapitalist Müslümanlar yüz sene sonra bunu başka biçimlerde söylüyorlar. Ve bu insanlar emperyalist-kapitalizmin ve sahte Müslümanların, her şeyin farkındalar. Onlarla aynı şeyi söyleyip/söylememek ayrı bir konudur. Ama bugün onlar sınıfsız, sömürüsüz, sınırsız, savaşsız, eşitlikçi, adil ve özgür bir dünyanın oluşumunda komünistlerle çelişkiye düşmemeye gayret ediyorlar. Özeleştiri yapıyorlar. Bu önemli bir olgudur. Ve ne yazık ki “sol cenah” örgütlerinden daha fazla olarak dinleri, mitolojileri, tek tanrılı ve çok tanrılı dinleri daha iyi incelemişlerdir. Sosyal mücadeleler tarihini meşreplerince biliyorlar. Şimdi yine bildiğimiz gibi sadece İslam değil, Musevilik ve İsevilik dinleri de ilk doğuşlarında kölelere, ezilen sömürülenlere hitap etmiştir ve ilk dinlerine kabul edilen, etrafında örgütlenen insanlar da bu kesimdir. Sonradan tek tanrılı dinlerle devletin oluşmasıyla tek tanrılı dinler de hâkim gerici sınıfların eline geçmiştir. Birisi camiye, öbürü havraya diğeri kiliseye dönüşmüş ve dinler günümüzde sömürücü sınıfların birer aracı olmuştur. O nedenle bugünkü Devrimci ve Anti-kapitalist Müslümanların ilksel, komünal, ilerici yönleri olan, hak adalet ahlak eşitlik konularını gündeme getirenler bugünkü ayrışma ve saflaşmalarda “sol cenah” örgüt/partilerden daha fazla insanlarımızın uyanışına ve bilinçlenmesine katkı getiriyorlar. Yani Tarihî TKP işte böyle bir süreçte doğdu.
Sınıflar mücadelesi tarih ve geleneklerimizde Tarihî TKP gibi Leninist ilke, kural, yöntemlerini ve sosyalist demokrasiyi her koşulda işleten, ayrıca Parti Normlarını gözeterek oluşturulan bir partileşmeye rastlanmıyor. Nedenleri sorumlulukla tartışılabilir.
Tarihî TKP’nin programına Lenin’in önderliğindeki Bolşevik Parti’nin katkı yaptığını görüyoruz. Yani Mustafa Suphi’lerin, Ethem Nejatların, Marksist Entelektüel donanım ve birikimlerini biliyoruz. Onlar Ekim’in rüzgârını arkalarına alarak yola çıkmışlardır. Bolşevik’lerin birlik ve dayanışmasını yanlarına almışlardır. Yani öyle anlaşılıyor. Fikirsel evrimlerine de bakınca bu olgu öne çıkıyor. Gene ayrıca, TKP’nin tüzük ve programını Lenin’in Partisi’nin dayanışması ile oluşturduğunu biliyoruz. Öyle ki sadece Lenin’in Partisi değil. O zaman Komünist Enternasyonal var. Komünist Enternasyonalin tüzük ve programını kabul ettiği dört partiden birisidir Tarihî TKP. Fakat ayrıntılı incelemek/değerlendirmek zorundayız: Türkiye’de o gün neler oluyordu? Osmanlı savaşta yenilmişti, galip devletler gelip oturmuş, bu coğrafyayı paylaşmaya ve savaş sonu nelerin yapılabileceğini dayatmışlardır. Tüm dünyada da böyle değil midir? Amerika bugün nasıl Irak’a “demokrasi” getirdim diye geldi. 1,5 milyon insanı katletti, kültürel hazinelerini yağmaladı. Şimdi de emme basma tulumba gibi 40 yıllığına savaş tazminatını alacak. Afganistan da yine bu türden yöntemlerle sömürülüyor. Emperyalist-kapitalizmin sömürücü/sömürgeci niyet ve amaçlarını böyle açıklamalıyız.
Şimdi Mustafa Kemal hareketini de kimileri “devrim” diye niteliyor. Oysa Osmanlı paşaları bu Anadolu’nun yeniden biçimlenmesinde bir yanıyla İngiliz emperyalizmiyle öbür yandan da genç Sovyet devletiyle diyaloglar kurmayı öne çıkarmışlardır. İkiyüzlü bir politikayla çeşitli uzlaşmalar arayarak TC’nin kuruluşunu sağlamışlardır. Bugün Misak-ı Milli denilen hudutları İngiliz emperyalizmi çizmiştir. Meselâ Cezayir’deki savaş Fransız işgaline karşı bir ulusal kurtuluş savaşıdır. Ama burada öyle bir şey yok. Savaşı kaybetmişsin, galip devletler gelip oturmuş ve senin ülkeni paylaşıyor. Sen de burada ve bu durumda ne yapacağını düşünmüşsün. Düşünürken ne yapmışsın? Bir yanda İngiliz emperyalizminin sömürücü/sömürgeci çıkarları, diğer yanda Ekim’in rüzgârı ve Genç Sovyetler Birliği olgusu. Ekim Devrimi radyasyon misali bütün doğu halklarını etkilemiştir. Sovyetler Birliği çeşitli nedenlerle M. Kemal hareketine para, altın, silah, cephane ve diplomasi desteği vermiştir. TC devletini kuranlar için en büyük tehlike Kemal rejimine karşı olan Komünistler’dir. M. Kemal bu durumda: “Suphi Yoldaş, biz meclisi kurduk, gel milli inkılabı beraber yapalım” diye hileli bir çağrı yapar. M. Suphi’lerin katliamı ile ilgili konuların arşivlerden incelenmesi kapitalist devletten ve devletin devamından yana olan Mete Tuncay’a Rasih Nuri İleri’ye, başka devlet görevlilerine verilir de bu arşivlerin incelenmesi sana bana ve Komünist Kadrolara açılmaz/verilmez. Ama artık Kemal rejiminin M. Suphi’leri bilinçle katlettiği çok açıktır. Hem Suphi’leri davet et, “biz meclisi kurduk kalkın gelin, sizde amele taifesi ile çiftçi taifesini örgütleyin, milli inkılabı beraber yapalım” demeye getir. Ondan sonra onları katlederek TKP’den kurtulur!.. Şimdi milli inkılap nedir, evvela toprak reformudur. Değil mi? Toprak reformunu yaptığın zaman işte bugünün kara gerici, ırkçı, şoven örgütlenmelerinin kökünü kurutursun. M. Kemal bunu yapmadı. Ama aklınca Suphi’leri de yanılttı. Onları tuzağa çekti. Suphi’ler katledileceklerini bilerek geldiler. O tarihlerde Anadolu’da bir iktidar boşluğu vardı. Onlar işte bu iktidar arayış ve yönelişlerinin arasına sınıfsal bir kama sokmak üzere Anadolu’ya gelmeyi düşünüyorlardı. İstanbul’da saray ve onun levanten, işbirlikçi kadroları, Anadolu’da Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin arazilerine konmuş eşraf ve mütegallibeler ile Osmanlı paşaları ortak çıkarları için Erzurum Kongresi ve Sivas Kongresini düzenlemişti. Bu tarihsel olguları ırkçı, türkçü niyet ve amaçlarla fazlaca idealize ederek, tahrif ederek başka türlü anlatılıyorlar. Fakat bu kongreler Ermeni, Yahudi, Rum topraklarına ve mülklerine el koyanların marifetiyle gerçekleşmiştir. Erzurum’da Atatürk çiftliği ne arıyor. Kayseri’de Atatürk çiftliği ne arıyor. İşte Anadolu’yu yağmalayanlar orada. Fikret Başkaya bunu kitabında yazmıştır. “700” diye bir kitabı var. Tabii o kitaptaki bilgiler aslında Tarihî TKP’nin dokümanlarıdır, başkalarının değil. Ayrıntılı orada anlatılıyor. Şimdi Suphi’ler gelirken, vasiyetlerini de yapıyorlar. Benim size armağan ettiğim kitapta ayrıntılı var, o kitapta bu süreçte rol ve sorumluluk alanların resimlerini, tarihlerini göreceksiniz. Mustafa Börklüce de TKP’nin arşivini ve Suphi’lerin devrimci vasiyetini getiriyor. Başlarına gelecekleri de bildikleri için herhangi bir katliam olduğu zaman Parti’yi kongreye götürün diye vasiyetleri var. Fakat Parti kendisini toparlayamıyor. Parti içinde sağ teslimiyetçi oportünist görüşler öne çıkıyor. KADRO’cular “İşte biz başaramadık, Kemalizmin teorik, ideolojik eksiği var, bari onu tamamlayalım…” diyerek TKP içinden sağ teslimiyetçi oportünist bir akım çıkıyor. Daha sonraları Dr. Şefik Hüsnü ve arkadaşları da Kemalizm ile Sosyalizmi bulamaç misali karıştırarak Tarihî TKP’nin Devrimci ve Marksist-Leninist çizgisini inkâra yöneliyorlar.
Egemen Yılgür: Onları soracaktım ben de, nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sırrı Öztürk: Şimdi bugünkü sınırlı bilgilerimizle tarihe bakıyoruz. O dönemin şartlarında ve ilerici insanlar olarak bu tarihsel süreçte rol alan herkesin son derece “sevimli” özellikleri vardır. O günkü sınırlı bilgi ve bilinçleriyle TKP’nin oluşumuna cüret etmişlerdir. Fakat teorik, ideolojik ve politik sağ sapmaları, Kemalizme bel bağlamaları ve bu yolda yaptıkları tabii ki yanlıştı. Komünist Partiler bağımsız sınıf tavrıyla anılır. Dr. Şefik Hüsnü ve arkadaşlarının Kemalizme bel bağlayışı Bilimsel Sosyalizm-Komünizm Öğretisini yeterince hazmedememek, yeniden üretememekten ileri geliyordu. Bir de tabii burada Sovyetlerin bir “vukuatını” söylemek durumundayız. Şimdi Sorun Yayınları KolektifiÇalışanları olarak “tuzu kuru” kimileri gibi bizler Troçkistler, Tony Clifçiler, Rozacılar, Anarşistler gibi anti-Sovyetik, anti-Stalinist bir konuma asla düşmedik… İşi o şekilde izah edip işin içinden çıkmayı asla düşünmedik, Çünkü bu türden yönelişler aldığımız siyasî eğitim ve terbiyeye göre “nehrin karşı yakasına düşmek” anlamına geliyordu. Evet, Sovyet deneyimi çözüldü, çürüdü. Ama bunu ve bu süreci kişilere Kruşçev, Brejnev, Gorbaçov etkenine (revizyonizmine) bağlayıp işin içinden çıkmak biraz yüzeysel oluyor. Sorun biraz derindedir. Ekim Devrimi’nden daha görkemlisini, daha donanımlısını yapacaksan, olması gereken yerde, sorumlulukla bu durumun kritiğini yaparsın. Ama buna cüret etmeden işi kişilere yüklemek sağ teslimiyetçi bir oportünizmdir. Tabii bu Sovyetler Birliği’nin, Sosyalist Sistem’in çözülmesi, bütün insanlığa hepimize çok önemli dersler ve de sonuçlar çıkardı. Şimdi söylemenin tam zamanı, Marx ile Engels, Paris Komünü örgütlenirken bu süreçte kimler vardı: Jakobenler, Anarşistler, bir de İkinci Enternasyonalin kadroları vardı. Komünist Parti yoktu o zaman. Ayrıca Marx-Engels bu kalkışmalarla iktidara el koyabileceklerini ama koruyamayacaklarını söylediler. Ama barikata da çıktılar hareket başlayınca. Hatta F. Engels Biyografisi kitabımızda anlatılır; Engels fabrikatörün oğludur, barikata çıkar, ana babası da pazar günü kiliseye giderken oğullarını barikatta görürler, adı da generaldir. Militandır. Marx ile Engels de militandır. Ama kimi marksologlarla burjuva solcuları onları akademisyen, hümanist ve entelektüel olarak gösterir. Oysa bu insanlar anılan niteliklerinin yanı sıra insanın ve insanlığın sosyal ve enternasyonal kurtuluşundan yana Devrimci ve militandır. İşin sadece teorisi ile değil pratiği ile de uğraşan insanlardır. Anası oğlunu orada barikatın önünde silahlı görünce, “Boyun devrilsin, inşallah ilk önce sen geberirsin” diye beddua eder. F. Engels Biyografi’sinde bu sahne aynen var.
Bizce de çok önemli bir olgudur: Fakat Komün geleneği bilinen nedenlerden dolayı yeniliyor. 60.000 insanı kurşuna diziyorlar. Komün’ün yenilgisinden sonra Marx ve Engels hiç kalkıp dedi mi “Ulan Allah belanızı versin, niye milleti ayaklandırdınız, bu 60.000 insan ölmemeliydi, evvela bankalara el koyacaktınız, askerleri kışlasından teslim alıp silahsızlandıracaktınız.” Onlar hiç bir zaman böyle bir şey demedi. Demez. İşte bizler de buradaki devrimci tavırdan öğreneceğiz. O nedenle biz de Ekim Devrimi’ni değerlendirirken öyle Troçkistler, Anarşistler, Rozacılar, Tony Clifçiler gibi değil. O günkü nesnel durumu görerek, somut şartların somut tahlilini yaparak o insanları anlamak lazım. V. İ. Lenin ve Partisi iğne deliğinden bir ışık görmüş, oradan akmış, gelip iktidara yerleşmiş. O ışığı görünce, akıp iktidara yerleşmek zorundasın. O nedenle Marx-Engels Komün’e nasıl bakmışsa biz de Ekim’e öyle bakmalıyız. Bu türden bir bilinç ve kararlılıkla anti-Sovyetik, anti-Stalinist bir konuma giremeyiz. Sovyet deneyiminin çürüyüp çözülmesini yapılageldiği türden ucuza kapatamayız.
TKP’nin, Dr. Şefik Hüsnü’lerin teorik, ideolojik, politik ve örgütsel formasyonlarının yeterli olmayışı, tabii sınıfsal kimlik ve kişilikleri de var. Avrupa’da okumuşlar. Parti’de bir eksiklik var. Parti’de Modern Proletaryanın Kadroları da yeterli değil. Ayrıca onun Modern Proletaryanın ideolojisi de eksik. Teorik, ideolojik çaba ve çalışkanlığı ile Dr. Hikmet Kıvılcımlı var ama Kıvılcımlı’nın tez ve tahlillerini tartışacak aynı kıratta nitelikli kadro yok. Bir de Kıvılcımlı’yı Parti’de destekleyecek Modern Proleter düşünce ve kadro da eksik. Yapmaya çalıştığımız tahlillerimizde o günkü Türkiye’deki Modern Proletaryanın nicelik ve niteliğini hesaba katmak lazım.
Egemen Yılgür: O dönemde Hikmet Kıvılcımlı’nın Parti içindeki tütün işçileriyle ilişkisi nasıl? Bu konuyla ilgili herhangi bir bilginiz var mı?
Sırrı Öztürk: Kıvılcımlı yaşamı boyunca bağımsız sınıf tavrı içindeydi. Her işkolundan tutarlı bir tarih ve sınıf bilincine sahip işçilerle ilişkisi vardı. Tütün işçileriyle olan ilişkisi TKP’nin ilişkisi olduğuna göre elbette onun da ilişkisi vardı. Ayrıntılı bilgilere sahip değilim. Fakat yoğunluklu olarak Yapı İşçileri Sendikası YİS’e bağlı işçilerle ilişkiliydi.
Sosyal İnsan Yayınları Kıvılcımlı’nın kitaplarının hepsini yeniden bastı. Tabii başka yayınevleri de bastı. Ancak kimisi tecimsel ve siyasî ekmek parası niyet ve amacıyla bunları bastı. Ama Sosyal İnsan Yayınevinin çalışanı Ahmet Kale Kıvılcımlı yeniden okunsun, hazmedilsin ve tartışılsın diye bu çabalara emek verdi. Kıvılcımlı tez yazmıştır. Önemli tahliller yapmıştır. Ama bu tezleri ve tahlilleri bilimsel olarak algılayıp tartışabilecek Parti’de kadro yok. Dolayısıyla senteze kavuşmamış tezlerdir bunlar. Kıvılmcımlı’nın da tabii eksikleri, Marksist Eleştirel katkı yapılacak görüşleri vardır, hepimizin olduğu gibi… Böyle olması da doğaldır. Doktora, büyük bir sorumsuzlukla kimileri Kemalist diyor, kimileri başka sıfatlar ekliyor, mistik/idealist diyor, kimileri de fukara Kıvılcımlı’yı nasyonal solcu yaptı! İşte bir tane de örgütleri var.
Egemen Yılgür: HKP’ye ne diyorsunuz?
Sırrı Öztürk: Evet, bu isimde bir örgüt var. Fakat Kıvılcımlı ile ne alakası var? Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın teorik, ideolojik, politik ve örgütsel konumu eserlerinden bellidir. Bir defa 22,5 yıl Kemalist rejimin hapishanesinde kalmıştır. Eser vermiştir. Bu tezlerini, tahlillerini de Parti’ye tartışılsın diye sunmuştur. Ama Parti bu tezlerini tartışacak durumda değil. Parti’de de sağ teslimiyetçi oportünist kanatla Devrimci Kanat var. Bizlerin o günkü TKP’deki Devrimci Kanada büyük bir saygımız vardır. Tarihî TKP’nin Marksist-Leninist ilke ve amaçlarına bağlılığından ötürü de bu geleneğe bağlılığımız vardır. Onu sürdürmekten, daha da geliştirip güçlendirmekten yanayız. Dr. Şefik Hüsnü’ler Kemalizm ile Sosyalizmi bulamaç misali birbirine karıştırarak en büyük hatayı yaptılar. Doğru dürüst Marksizm’i bilmiyorlardı veya korktular. Artık ne dersek diyelim. Ama ben yine de insan olarak o dönemde “TKP” örgütünde sınırlı bilgi, birikim ve deneyimleriyle rol alışları, yetenekleri ölçüsünde sisteme karşı konumları yüzünden onlara fazla yüklenmemeliyiz diyorum. Fakat ideolojik yanılgı, yanlış ve hatalarını da sorumluca, kıyıcılığa sapmadan ilkeli biçimlerde eleştirmeliyiz.
Mesela Dr. Şefik Hüsnü Manisa’da sürgündeyken bir otelde ikamet ediyor. Elli metre ileride bir karakol var oraya imza vermeye gidiyor. Parkta oturuyor. Kitap okuyor. Oranın veletleri adamla alay ediyor. Komünist düşmanı, kışkırtılan bu insanlar… Dr. Şefik Hüsnü’nün ileri derecede miyop gözlükleri var. Gözlüklerini kırıyorlar. Bu durumda duvarları tuta tuta oteline gidiyor. Ben o zaman kamyon şoförüydüm.
Egemen Yılgür: Hangi dönemde?
Sırrı Öztürk: Yanılmıyorsam 1958 yılında galiba. Tamam, TKP’nin dışı bizi içi eli yaksa da yine de önemli kadroları vardı. Mesela Şefik Hüsnü’ye yoldaşlık edecek bir militanını görevlendiremiyor, ona bir gözlük alamıyor, gözlüklerini ben götürdüm. Benim kamyonum da mimliydi, hangi şehre gitsem plakasından denetim altındaydı. O insanlar “sevimli” insanlardı. Yani bu insanlarımızın “vukuatını” o dönemin nesnel şartları içinde görmek lazım. Bugünkü bilgilerimizle de bu türden ideolojik, politik kaymayı da ifade etmek lazım. Daha görkemlisini, daha modernini yapabilmek için tarihimizdeki sağ oportinist sapmayı açığa vurmak lazım.
O dönemlerde TKP’nin politikasızlığı karşısında Kıvılcımlı legalde Vatan Partisi’ni kurmuştur. Vatan Partisi’nin kuruluşu TKP’den resmen kopuş demektir. Vatan Partisi de biliyorsunuz “dini politikaya alet etmek” iddiasıyla kapatılmıştır, komünistlik iddiasıyla değil.
Bugünkü Devrimci Müslümanlar, Anti-Kapitalist Müslümanlar bu temelde politika yapmayı Kıvılcımlı’dan öğrendiler. Kıvılcımlı’da Anadolu’daki halkların tarihini, dillerini, kültürlerini, inanç sistemlerini, gelenek ve göreneklerini iyi bildiği için acaba hakiki İslam’ı anlatarak İslam’daki emeğe ilişkin konuları işleyerek nasıl sola çekeriz gibi bir ütopya kurarak meşhur Eyüp camiindeki konuşmasını yapmıştır… Yani kitleleri sosyal pratikte örgütlemek, sınıfsal bir hareket yaratmak için bunu yaratmıştır. Yoksa Kıvılcımlı Ekim Devrimi’ne bağlı ve Bolşevik ahlaklı, Marksist-Leninist ilke ve amaçlara sıkıca bağlı biriydi. Orijinal sınıf ilişki ve çelişkilerimizin uzantısında kendi özgün-yerli sentezimizin üretilmesine kafa yoruyordu. O Türkiyeli işçi sınıfının yetiştirdiği bir bilim insanıdır, eylem insanıdır. Biz Kıvılcımlı’yı tüm yönleriyle böyle tanıyor ve böyle tanıtmak istiyoruz.
Şimdi buradan Sovyetler Birliği’nin yaşadığımız coğrafyadaki politik tavrına gelecek olursak… Sovyetler, genç Sovyet devletinin güneyinde İngiliz emperyalizmi gelmiş “Misak-ı Milli” denilen hudutlarını çizmiş, sömürücü/sömürgeci yöntemlerle kurulacak yeni bir devleti şekillendiriyor. Aralov’un anılarında var. Lenin Aralov’u gönderirken, “Gittiğin yerde M. Kemal diye milliyetçi biri var, bir sistem kurmaya çalışıyorlar, onların bu milli gururlarını rencide etmemek gerekir…” Bu mealdeki politik tavırlarıyla, Sovyetler Birliği sosyalist kuruculukta on yıl iç savaş verdiler. Boğazlardan İngiliz, Fransız askerleri Denikin’e silah taşıdılar. Değil mi? Bunları unutmayalım. Sovyetler Birliği ülkesine emperyalist amaçlı silahlar/cephaneler bu coğrafyadan gitti. Emperyalist amaçlı girişimlere taraf oldular. Ee şimdi dünyada ilk sosyalist ülkenin kurulmuş olması kapitalist dünya için bir darbeydi. İç Savaşla bunu lehlerine çeviremediler. Onlar da sosyalist kuruculukta kazandıkları bu coğrafyayı muhafaza etmek ihtiyacını duydular.
Yeri gelmişken burada Marx Engels’in o dönemlerdeki öngörülerine bir gönderme yapmalıyız. Marx Engels aydınlanma çağını yaşamış, sanayi devrimini yaşamış modern toplumların, modern proletaryanın ve modern burjuvazinin oluştuğu Almanya, Fransa, İngiltere gibi ülkelerin sosyalizme daha rahat geçeceğini söylemişlerdir. Bu öngörüleri yanlış değildir. Kimi küçükburjuvalar işte bu türden öngörüleri gerçekleşmemiş gibi… laflar ediyorlar… Yok, bu laflar doğru değildir. Hâlâ da gerçekliği vardır bu öngörülerin. Fakat biliyorsunuz Alman Kasım Devrimi 1919’da büyük darbe ile yenilmiştir. Sosyal demokratların, yani komünistlerin içindeki sağ ve “sol” teslimiyetçi oportünist akımların ortaya çıkmasıyla ve onların ihanetiyle Alman Kasım Devrimi yenilmiştir. Ekim Devrimi Marx ve Engels’in öngörülerinden her birine sahiplenmişti. Çarlık Rusyası’nda evet bir burjuva-proletarya baş çelişkisi, uzlaşmaz çelişkisi bir de yanı sıra dikkate alınması şart olan milli mesele ile milliyetler meselesi-çelişkileri vardı. Şimdi Lenin’in dehası hem Proletarya Partisi’nin öncülüğünde onun programıyla hem de milli meseleyle milliyetler meselesini çözmek için tutarlı bir program üretilmiştir.
Lenin’in bu programına Roza Lüksemburg karşı çıkar. Almanya’da Çarlık Rusyası’ndaki gibi bir milli mesele ve milliyetler meselesi yoktur. Almanya’da modern sosyal sınıflar, burjuvazi-proletarya olarak yeterince saflaşmıştır. Sonra Roza “Lenin Haklıydı” diye uygun bir özeleştiri yapmıştır. Kimileri bu tarihsel-sosyal olay ve olgu üzerine olan tartışmaları anmasa da söylemek lazım.
Parti’nin “Savaş Kredileri” konusu parlamentoda tartışılıp/oylanırken Sosyaldemokratlar ikiye bölünüyor. Parti içindeki sağ teslimiyetçi oportünizmin ikircikli ve kaypak politikası hem Kasım Devrimi’nin yenilgisini getiriyor hem de bir daha yeri doldurulması güç olan Karl Liebnect, Ernest Tahlman, Roza Lüksemburg vb. Komünist kadroların katledilmesini sağlıyor. Bu konuda ayrıntılı bilgi için: Demokratik Almanya Komünist Partisi’ne bağlı Engels Enstitüsü’nün 45 yılda hazırladığı “Marksist-Leninist Parti’nin Temel Eğitim Dersleri” isimli kitabımıza bakılabilir.
Kasım Devrimi’nin yenilgisi o sırada Sovyetler Birliği’nde Parti içinde de tartışılıyor. Mesela Sultan Galiyev olayı var. Kasım Devrimi’nin yenilgisi ile Galiyev partiye şu öneriyi getiriyor. “Batı burjuvazisi Komünist Partilere ve sendikalara artı-değer sömürüsünden bazı kırıntıları vererek devrimin önünü kesemeye çalışabilir, onları teslim alabilir. Gelin şu Asya’yı kurtarmışken tahkimatımızı buraya yapalım ve bu meseleye kafa yoralım. Bunu görmüştür Galiyev. Ama parti Galivey’in Türk oluşundan, İslam kökeninden gelişinden korkmuştur. Parti bu türden önerileri değerlendirememiştir. Lenin yaşasaydı bu konu ve gelişmeler başka türlü olurdu. Ama Galiyev’in acıklı yaşamı ve ortadan kaldırılışı tartışmalı bir konudur.
Suphi’lerin TKP’nin oluşmasında da Galiyev’in çok büyük katkısı vardır. Tarihî TKP Kızıl Ordusu ile işte bu türden dayanışmalarla oluşturulmuştur.
“Millî Mesele” ile “Milliyetler Meselesi” o dönemlerde bu konuyu inceleyenler arasında önemli tartışmaları gündeme getirmiştir. Mesela Lenin’in Hindistanlı Roy’la tartışması var. Lenin diyor ki; “Çin, Hindistan, Afganistan, Belucistan vb. Asyalı ülkelerin tarihleriyle kültürleriyle ilgili pek az şey biliyoruz. Bunları yazın sizlerden öğrenelim.” Lenin işte böyle bir adam. Roy da KUTV’da okuyor. Roy, Çu En Lay, Nazım, Şevket Süreyya’lar hepsi KUTV’un öğrencisi. O okullardan Roy gibileri çıktı. Çu En Lay çıktı. Bizde de işte Kemalist rejimle kırıştıran oportünistler çıktı. Konudan konuya geçiyoruz ama bilmem yararlı oluyor mu?
Egemen Yılgür: Birkaç soru var sizin söylediklerinizden de aklıma gelen. Onları arada soracağım. 1950 Komünist Tevkifatından sonra TKP’de bazı bölünmelerin olduğunu biliyoruz. Tütün işçileri bu ayrılıklarda nerede yer aldılar? Nasıl tavır aldılar? Bu konuda bir şey söyleyebilir misiniz?
Sırrı Öztürk: 1951 Komünist Tevkifatından evvel bir Komünist Tevkifatı daha var. Onunla ilgili bir kitabımız daha var. Politika Sanat Estetik Yolunda Emeğin Ressamı Avni Memedoğlu. Memedoğlu benim ağabeyimdir. Bu tevkifattan sonra şoven “Öztürk” soyadını “Memedoğlu” olarak değiştirdi. Ama biz Aile Kolektifi olarak Ocaktan, I. Şark Milletleri Kurultayı ve TKP’nin kurucu kongresinden geliyoruz. Biz herhangi bir fikir bataklığında bocalayarak sosyalizmle tanışmış bir aile geleneği değiliz. Ama ağabeyim 1944 yılında Güzel Sanatlar Akademisi’ne öğrenci gelirken, kitapta da belgelidir, Muzaffer Özkolçak ki 1951 Tevkifatı’nın kadrosudur. 1944’de ağabeyimi partilemiştir. Ondan sonra öbür ağabeyim H. Hilmi’yi… Onlar da örgütlenmesi gereken bizleri, herkesi… 1950 Tevkifatı’na ilişkin bilgileri yani hiç kimsenin yazmadığını Memedoğlu’nun kitabında biz belgeledik. Akademi’de TKP’nin etkinliğinde olan ressamlar, hocalar var. Nuri İyem, Bedri Rahmi, Cemal Tollu, vb. Ama Memedoğlu bunların sanat anlayışına karşı. Bu hocalar Abidin Dino gibi, batının sanat anlayışını Türkiye’ye getiriyor. M. Ali Aybarlar’da bu türden bir sanat anlayışını destekliyor. Onlar Batı’nın soyut sanat anlayışını Türkiye’ye getiriyorlar. Memedoğlu ve arkadaşları da Anadolu’yu Akademi’ye getiriyorlar. Erzurum’un köylüsü, emekçisi, Diyarbakır’ın, Dersim’in köylüsü ve emekçisi… Aralarındaki çelişkinin ideolojik ve sınıfsal nedeni bu. Akademi’deki hocalar popülist. İşte, Nuri İyem. Belden yukarı bir kadın portresi yapar. Popülizmi propaganda eder. Ama Memedoğlu ve Yenidal Resim Grubu Anadolu halklarının yaşantısını gündeme getiriyorlar. Yenidal Resim Grubu da tabii komünist ressamlardan oluşuyor. Onlarla arasında bir çelişki var. Bu tevkifat ta bu çelişkilerden, onları çekememezlikten ortaya çıkıyor. Daha ayrıntılı bilgiler kitapta vardır.
O dönemin Doğu Emniyeti ile Millî Emniyeti ortak çalışarak İstanbul’da okuma imkânı bulamayan bir genci ele alır. O sıralarda DP ile CHP’nin kavgası vardır. CHP 1950 Taksim Mitingini hazırlamaktadır. İstanbul valisi Fahrettin Kerim Gökay da bu mitingi “İşte paşam İstanbul” diye o görkemli kalabalığı İnönü’ye sunar. Fakat İnönü’ye sunarken İnönü’nün konuşması çok enteresandır. İnönü orada DP’yi komünistlikle suçlar. Fakat eline de maddî bir kanıt-malzeme lazım. Onu da bir yıl evvel Milli Emniyet’le Doğu Emniyet’i Erzurum’dan başlayarak bir mizansenle Akademiye kadar getirir. Kullandıkları bir genç ile Memedoğlu ilişkilendirilir. Cumhuriyet gazetesinde “19 Doğulu Komünist Şebekesi Tutuklandı!” manşetiyle anılan bu tevkifatta, bir kısmı Kürt kökenlidir. Bu tutuklananlar arasında sadece Memedoğlu TKP üyesidir. Öbürleri de anarşist, anarşizan, öğrenci yurtlarında “niye gusül abdesti almadın” gibi insanların dini duygularını gıdıklayacak gevezeliklerde bulundukları için “komünist” olarak ihbar edilmişlerdir. Bu gençler hesapsızca halkımızın ırk, milliyet, din duygularını körükleyen insanlardan oluşuyor. Eğer bu tevkifatta Memedoğlu konuşsaydı asıl Komünist Tevkifatı daha o zaman başlayacaktı.
İşte o sıralarda İ. İnönü Taksim Mitingindeki nutkunda bu tevkifatı malzeme olarak kullandı. Tutuklu gençler de Ankara’ya nakledildiler. Çok büyük işkenceler gördüler. Mesela Ankara cezaevinde bir sahne var. Onu da ilk kez biz yazdık. Bu tutuklular arasında Sovyetler Birliği’nden “casusluk” iddiası ile gelen birisi var, diğeri de Bulgaristan Komünist Partisi’nden gelen biri… “Casusluk” iddiasıyla tutuklu bulunan, komünist kimlikli bu iki insan “komünist şebeke” iddiası ile gelen bu 19 genç insanların arasındaki ilişkilere, onların bireyciliklerine, tartışmalarına bakıyorlar, fakat bunları komünist olarak bir türlü adlandıramıyorlar. Aradan bir gün iki ve beş gün geçiyor. Bu tutuklu gençleri çağırıyorlar. “Gelin bakalım siz buraya komünist diye geldiniz, yaşantınıza, ilişkilerinize ve tartışmalarınıza bakıyoruz, bir testi su için kavga ediyorsunuz. Bir yanlışlık olmalı, siz ne biçim komünistsiniz?” diye bu insanları şiddetle eleştiriyorlar. O sıralarda bunların devşirme bir tevkifat olduğunu görüyorlar. Bu cezaevindeki Sovyet ve Bulgaristan Komünistleri gençlerin bilinçlenmesine ve eğitimine kendi yaşantılarından örnekler vererek yardımcı olmaya çalışıyorlar. BKP’den, isimleri hafızamdan değil, komünizm nedir, partizan savaşı nedir, bunları örnekleyerek anlatırken, somut ve çarpıcı örnekler sunarlar. BKP’li Partizan der ki: “Evladım biz Alman faşizmine karşı dağda mücadele ederken, kız kardeşimle ben bir Partizan Brigadası’nın kadrolarıydık. Alman savaşının-işgalinin yenilgisi sürecince yani… Türkiye’de savaşa girdi ya Almanya’nın teslim oluşundan sekiz gün önce. Dost ve müttefik diye Alman Nazi kuşatmasından ötürü Türkiye hududuna geçtik. Bizi casus diye, Bulgar casusu diye yakaladılar. İşkenceli sorgulardan geçirildik. Partizan Savaşında bizler o zaman Komünist bilinç ve ahlakımızın bir gereği olarak, kimimizin ayağında çarık vardı, gocuğu bile olmayanlar vardı, geceleri bir kız bir oğlan gocuğa sarılır, sırt sırta verir yatardık.” Bu eğitici anlatımları bir türlü kavrayamayan ve Abimle gelen 19 Doğulu lumpen, it kopuk takımı “Peki çükünüz kalkmaz mıydı?” diye bir soru yöneltir. Partizan: “Hayır evladım kalkmazdı.” diye cevaplar bu densiz soruyu.
“Ben kız kardeşimin, bizim Partizan Brigada’sının, o günkü Parti de gizlilik ve disiplin anlayışı var ya. Herkes örgütsel yetki ve sorumluluklarını bilirdi. Ben de Kız kardeşimin liderimiz olduğunu bilmiyordum. Tutuklanıp İstanbul’a, Sansaryan Han’daki Emniyet I. Şubesine getirildiğimizde o dönem Ahmet Demir de İstanbul Emniyet Müdürü idi. Kız kardeşim dünya güzeliydi. Demir Ahmet’in odasında, I. Şubenin bütün polisleri Kız kardeşimin üstünden geçiyor. Beni kız kardeşimle yüzleştirmeye götürdükleri zaman Kız kardeşim yerde çıplak ve kanlar içindeydi. Yanında da bir kova bel vardı…”
Bulgaristanlı Partizan bu insanlara unutamayacakları derslerinden birini veriyor. Bu mücadeleyi anlatıyor. Kız kardeşi ölüyor. Neyse o sırada Bulgaristan’da da bu insanların kaybolduğunu, akıbetlerini bilmiyorlar. Demokrat Parti iktidara geliyor. Hukuki yoldan mücadeleler sonucu bu 19 Doğulu gencin “hukuki” durumu gündeme getiriliyor. İnönü nutkunu atıp çekip gitmiş, şimdi iktidara DP gelmişti. Tutuklu gençlerin hemen sorguları alelacele yapılıyor ve tek bir celsede salıverilmeleri sağlanıyor… Bulgaristan ve Sovyetler Birliği elçilerinin önünden kuş geçse dişi mi erkek mi diye bakarlardı. Kolay değildi yani o elçiliğe girmek. Abim o sırada, uygun bir yöntemle, hapiste tanıştığı bu iki Komünist insanın durumunu Sovyet ve Bulgaristan ilgililerine bilgi veriyor. Sonra uluslararası ilişkiler devreye giriyor ve hapisten çıkmaları sağlanıyor. Bu insanlar Savaş Kahramanı olarak ülkelerinde karşılanıyor ve birinin heykelini dikiyorlar. Sözünü ettiğimiz kitapta konunun ayrıntısı var.
Kıvılcımlı’nın; Avrupa geleneklerinden gelen emekçi tütün işçileri ile organik ilişkileri vardı. Şimdi aramızda olmayan mücadele arkadaşlarımız-yoldaşlarımız yaşamış olsalardı onlar size daha ayrıntılı bilgileri onlar verirdi. O dönem Kıvılcımlı’nın etkisinde İşsizlik Ve Pahalılıkla Savaş Derneği (İPSD) İşçi-Kitle faaliyeti içindeki örgütlenmelerden biriydi. Bu çalışmaları yürütenlerden Orhan Müstecaplıoğlu, Ahmet Cansızoğlu, Arif Şimşek ya da Abilerim hayatta olsalardı size Tütün İşçileri hakkında çok ilginç ve ayrıntılı bilgi verirlerdi.
Ama tütün işçileri ile en çok ilişkisi olan demin anlattığım arkadaş…
Egemen Yılgür: Şevki Akşit mi?
Sırrı Öztürk: Evet, Şevki Akşit. Tabii Kıvılcımlı bağımsız sınıf tavrı ile yapılan örgütlenmelerde Çingene kesiminden gelmiş, bilmem… din, ırk, renk, cins ayrımı gibi şeylere bakmaz. Komünistler bu olgulara sınıfsal aidiyetlerine göre bakarlar. Ben tabii yaşım gereği bu insanlarla tanışmış, çoğu ile de hapis yatmış, bir geleneğin insanıyım. Onları yakinen tanıyorum. Bu konuda benim söyleyeceklerim özetle bunlar.
Bir de ben ek olarak tütün işçileri deyince, 12 Mart 1971 askeri faşist darbe dönemindeki Sıkıyönetimin hapishanelerinde tütün işçisi dava arkadaşlarımdan söz edebilirim. Biliyorsunuz 12 Mart darbesi ki, bu darbe 1970 – 15/16 Haziran Ayaklanması sonucunda burjuvazinin yaşamış olduğu yapısal krizinden çıkabilmek için tezgâhlanmıştır. 15/16 Haziran Ayaklanması hem burjuvaziye hem de bağımsız sınıf tavrına karşı çıkan küçükburjuva “sol” avantüryeye çok büyük bir ders verdi. Bu eylemin yaygınlık göstermesi üzerine devlet 15/16 Haziran Ayaklanmasını bastırmak için TSK’yı devreye sokmuş ve Sıkıyönetim ilan ederek hareketi durdurmak istenmiştir. Eğer 15/16 Haziran’da bizim iktidar perspektifli bir Parti’miz olsaydı, bu hareket iktidara yürüyecek bir niteliğe sahipti. Ki bu darbe, 15/16 Haziran Ayaklanması burjuvaziye büyük bir ders verdi. Onu da kitabımızda ayrıntılı ortaya koyduk. Çünkü 15/16 Haziran hareketinden burjuvazi çok ürktü. En büyük kapitalistler havaalanlarında yurtdışına kaçmak için bilet alma kuyruğa girdiler.
Gezi Eyleminde devlet sıkıyönetim ilan etmedi. Polisi devreye soktu. Kaba güce ve zora başvurdu. Kütlesel çıkışları nasıl bastıracağına ilişkin bir prova yaptı.
15/16 Haziran Eylemine 1. gün 75.000 insan katılmıştı. O tarihlerde Türkiye 35-40 milyondu. Eylemin ikinci gününe ise 200.000 işçi katılmıştı. Kimdi bunlar? Fabrika işçisiydi, aşağıdan örgütlenmiş proletarya idi. İstanbul, Kocaeli, Sakarya güzergâhındaki bütün fabrikalardaki üretimi durdurmuşlardı. Bu güzergâhta modern sanayi tesisleri vardı. Bütün deniz ulaşımı burada, kara ulaşımı burada, demiryolu ulaşımı buradaydı. Modern Proletaryanın özü de buradaydı…
Kıvılcımlı diyor ki, “Finans-Kapitalin oluşması (devlet eliyle burjuva yetiştirmek) geç ama güç olmadı.” Evet, geç oldu ama güç olmadı. Bugün de işte bizler hapishanelerde kahramanlık destanları yazarken, işte burjuvazi böylece köprüler, kâşaneler bilmemneler dikmeyi becerdi… Bu arabesk burjuvazi geldi sistemini-diktatörlüğünü kurdu. 15/16 Haziran Ayaklanması ülke çapında yayılma istidadı gösterdiği için Sıkıyönetimle durduruldu. Sıkıyönetim Zonguldak, Sakarya, Kocaeli ve İstanbul’da ilan edildi. Ama hareket Mersin’e de sıçradı, Gaziantep’e de sıçradı, Ankara’ya, Eskişehir’e, Bursa’ya, İzmir’e… Modern proletaryanın olduğu kentlere de sıçrama istidadı gösterince TSK devreye sokulmuştu…
Kitapta resmi ve belgesi de vardır. 15/16 Haziran Ayaklanması Kürdistan’ı da çok etkiledi. Yoksul Kürd köylüsü dağlara DİSK yazamadı. DİKS diye yazdı taşlarla, üstüne de kireç dökerek boyadı. Bu fotoğrafı kitaba koyduk. Yani Kürt proletaryası, Kürt yoksul köylülüğü de 15/16 Haziran’a kulak kabartmıştır.
Egemen Yılgür: 15/16 Haziran’da tütün işçilerinin veya onların çocuklarının bir etkinliği oldu mu?
Sırrı Öztürk: Şimdi ben tütün işçileri ile ilgili olarak iki tane olayı anlatacağım. Kartal-Maltepe o civarlarda tütün iş kolunda bir fabrika vardı. Kartal Tekel Fabrikasıydı galiba. O işçiler Türk-İş’e bağlı bir işyerinde çalışıyordu. Türk-İş bu DİSK’in kapatılmasını öngören yasalarda CHP ile o günkü AP ile birlikte hareket ediyor ve aynı kaba işiyordu. 274 ve 275 sayılı yasaların geriye doğru değiştirilmesinde de birlikte hareket ediyordu.
Burada bir şeye daha değinelim.16 Haziran’a 173 fabrika katıldı. Bunun 123’ü Türk-İş’e bağlıydı. Buradan da şu anlaşılıyor; komünistlerin tabandaki işçi-kitle çalışması sayesinde bu sonuç alınmıştır. Yani burada A sendikası B sendikası bunlar birer görünümdür. Mevcut sendikaların hepsi aslında devlet sendikasıdır. Ama tabandaki işçiyi örgütlemek istersen örgütleyebilirsin. Bilinçlendirmek istersen bilinçlendirebilirsin.
Şimdi bu Kartal Tekel Fabrikası işçileri bize haber gönderdiler. Yürüyüş kolu buradan geçsin biz hazırız. Fakat işçi sınıfının kitle hareketine katılması için bir vesile olması yaratılması gerekir. Şimdi orada Âdem Muhammed Gündoğan diye bir yoldaşımız var. Bu arkadaş İETT şoförüdür. Âdem Muhammed Gündoğan da İETT şoförü olarak otobüsüyle oradan geçerken durumu görüyor. Yürüyüş kitlesi gelip Kartal Tekel Fabrikasının önüne dayanmış. İşçiler sloganlarla tütün işçilerini eyleme çağırıyor. Ama tütün işçileri bir türlü dışarı çıkmıyor. Bir vesile arıyor, harekete geçmek için… Âdem Muhammet de son derece kaliteli, nitelikli bir militan. Ekim Devrimi’nde bunların örnekleri var. Bizde de var. Ama küçükburjuva “sol”lar bunu anlamazalar. Onlar Modern Proletaryanın militanlarını asla anmazlar. “Denizler, Mahirler, İbolar işi böyle götürür” der, fakat arkasını bir türlü getiremezler. Kaba-vulger ajitasyonla işi idare etmeye çalışırlar. Sınıfımızın militanlarını, onların destansı yaşam öyküleri ile eylemlerini biz belgeledik, Sınıfın militanlarının tarihini, geleneklerini, anılarını bizler kaleme aldık. Âdem Muhammed aracından inip yolu keser. Yani devrimci görevini yerine getirir. Aracını bıraktığı için “suç” işler, o günkü yasalara göre. Kitlenin psikolojisini de iyi biliyor. Küçük bir taş alır. Şöyle Tekel Tütün Fabrikası’nın camına bir küçük taşı atar. Camın kırılması ve yarattığı o sesle TEKEL işçisi eyleme katılır. Tütün işçilerinin de diğer işkolundaki militan işçilerin de hepsinin hapishane deneyimi sağlam, hepsinin polis ifadesi sağlam. Birbirini ihbar eden tek işçi yok aralarında. Mahkemelerde de doğru ifade verdiler. Sendikacılar gibi birbirlerini suçlayıp kıvırmadılar. Yani tütün işçilerinin bu tarihsel yürüyüşteki rollerini unutamıyorum.
Bir de tabii 1970 – 16 Haziran’dan çıkardığı dersle burjuvazi sıkıyönetimi 3,5 ayla sınırlı tuttu. Böylece geri bir adım atarak hazırlığını yaptı. 12 Mart 1971 askeri faşist darbesini hazırlayarak geldi oturdu. Yani o geriye doğru değiştirilmek istenen 274-275 sayılı yasa direniş ve o ayaklanma sayesinde işlevsiz kalmıştı. Süresi içerisinde yasalaşamadı, kadük düştü. Sonra CHP ile TİP aylar sonra Anayasa Mahkemesi’ne müracaat ederek bu yasanın iptalini de sağladılar. 12 Mart askeri faşist darbesi burjuvaziyi oksijen çadırına götüren bir harekettir. 15/16 Haziran’da burjuvazi zayıflığını anladı. O zaman polisin elinde kılıç kalkan oyunundaki gibi bir savunucu kalkanlar vardı. Başlarında da “fruko” diye dalga geçtiğimiz kaskları vardı. Kadıköy-Kurbağalıdere’de işçi sınıfı polislerin silahlarını alıp hepsini Boklu Dere’ye nasıl attığı hatırlanmalıdır. O zamanki burjuvazi de, bugünkü gibi bilmem biber gazı, Amerika’dan gelmiş jopları, şok bilmem neleri yoktu. Burjuvazi bu eylemlerden büyük oranda ders çıkararak bugünkü tekelci militarist polis devletini daha da pekiştirmeyi becerdi. Sendika bürokrasisi ile işçi aristokrasisini, burjuva ve küçükburjuva solculuğunu da yanına alarak 16 Haziran Ayaklanmasının darbe almasını sağladı. Bugünkü burjuva diktatörlüğünü bu yöntemle sağladı. Gerici ana ve baba yasalarını gerçekleştirme imkân ve fırsatını yakaladı.
O zaman 12 Mart’ta cezaevinde benim tütün işçilerinden yoldaşlarım vardı. Recep Serbest ve Abdullah Doğan. Şimdi bu iki işçi yoldaşımız, Yugoslavya Devrimi’nde rol alıyorlar. Recep Serbest Tito’nun Partizan Brigada’sında 4,5 sene, 13,5 kiloluk hotçkins marka makineli tüfek taşımıştır. Yani hakikî gerilladırlar. Ben bazılarına “naylon gerilla” falan diye takılıyorum. Doğru söylüyorum. Bunlar hakikî gerilla. Bu insanlar ne yazık Yugoslavya’daki sosyalist uygulamayı göremiyorlar. Tabii Tito’nun da Sosyalist Sistemden ayrı düşüşü (şimdi dokuz tane devlete bölündü); 45 yıl bu halklar birbirlerine bıçak çekmedi, 45 yıl sonra dokuz tane devlet kuruldu, Amerika’sı, Almanya’sı, İtalya’sı hepsi burnunu soktu ve Yugoslavya’yı bu hale getirdi. Bu sonucun alınmasında oradaki sosyalist kuruculuğun da, komünist geçinenlerin de suçları var tabii. Oradan gelen arkadaşlardı bu tütün işçileri..
Egemen Yılgür: Recep Serbest ve Abdullah Doğan?
Sırrı Öztürk: Abdullah Doğan (Varlığımı Sosyalizme Borçluyum ve Bitmeyen Göçmenlik, Sorun Yayınları, 1993) Ben bunların kitaplarını da yazdım. İkisinin anılarını da yazdım. Şimdi Recep Serbest (Gecikmiş Bir Hesaplaşma, Sorun Yayınları, 1992) dokuz lisan biliyor Türkçe bilmiyor. Fakat gelirken öğretiyorlar işte “ben serbest göçmenim de” diye. Dili de dönmüyor ne sorarlarsa serbest diyor.
… Kesiliyor…
Egemen Yılgür: Recep Serbest’i anlatıyordunuz.
Sırrı Öztürk: Evet Recep Serbest, nüfus kayıtlarında “Serbest” diye soyadını adını koyuyorlar. Bu arkadaşlar TİP’in Bayrampaşa’daki örgütlenmesinde önemli roller alıyorlar.
Sırrı Öztürk: İşte o Bayrampaşa ve Gaziosmanpaşa semtlerine ilk gelen insanlar… O zaman da ve o semte mafya, arazi mafyası, şu bu, ucuz işçi cenneti. Yani Recep Aga’nın bilekleri benim baldırım kalınlığında. Tam Balkanlı. Ama bu bilekleri baldırım kalınlığında olan nesil; Türkiye’de lağımları sokaklarından akan bu semtlerde, gayrisıhhi yerlerde, gayrisıhhi işyerlerinde emek güçlerini çok ucuza satarak kayboldu gitti… Bu semtlerin bütün insanları kapitalist yabancılaştırmanın, artı-değer sömürüsünün uzantısında ruh ve beden sağlıklarını kaybettiler… Göçmen insanın sosyal kaderi hep böyledir. Yerini yurdunu terk edip geliyor. Buraya avantalar ve yağmalar ülkesine geliyorlar. Sınırlı bilgilerimizle bu sürece ilişkin önemli şeyler yazmaya çalıştık.
TİP’in sesine biraz kulak kabartarak Yugoslavya’da ekilen görece “komünist tohumlar” orada yeşermiyor, fakat burada yeşeriyor. TİP’in o ilerici sesini duyunca yeniden bilinçlenmeye başlıyorlar. Birde oradan gelirken partideki yoldaşları onların Türkiye’ye gitme kararlarına karşı çıkıyorlar: “Recep Yoldaş, sen hırsızlık nedir bilir misin, yalan nedir bilir misin, eli başkasının cebinde insan nedir, bilir misin? İşte sen böyle bir yere gidiyorsun.” diyorlar.
Onların anlattıklarına göre: “Bize İsmet Paşa ile Atatürk’ün büyük devrimci olduğunu söylüyorlardı. Türkiye’nin de cennet olduğunu söylüyorlardı…” Onlar MİT’in Balkanlardaki propagandası ile ayartılmıştı. Onların hayatını ve mücadelesini anlatan kitaplarımızda bu konulara ait çok ayrıntılı bilgiler var. Gelip Türkiye’deki kapitalist-anarşiyi görünce şok geçiriyorlar. Partizan Savaşı döneminde ekilen Devrimci tohumlar burada yeşeriyor. Ve onlar da bilinçlenerek Bayrampaşa semtinde TİP’in örgütlenmesine ağırlık veriyorlar. 246 oyla farkıyla, seçim hileleriyle bunların belediye başkanlığı ve encümen üyeliklerini kazanmaları engelleniyor. Kitapta ayrıntılı bilgi var. Bu arkadaşların çoğu tütün işçisidir. Sistemin ağır baskı ve terörü ortamında tabii işsiz kalıyorlar. Neden sonra Eyüp’teki Tekel Tütün Fabrikasında Recep Aga ancak bir iş buluyor. Sırtında balyaları taşıyor. Bu arkadaşlarımız da özünde Bolşevik’tir, Komünisttir. Ben o tarihlerde bu mücadele insanlarımızın ideolojik, politik ve örgütsel varlıklarından haberdarım. O tarihlerde ben de TİP’in Kocaeli il sekreteriydim. Biliyorsunuz Tarihî TKP’nin yönlendirmesiyle TİP’e katılmıştık. M. Ali Aybar, Sadun Aren, Behice Boran, Nihat Sargın o dönemin “TKP” kadrolarından Dr. Şefik Hüsnü ve Zeki Baştımar ekibinin, legal kadrolarıdır. 1951 Komünist Tevkifatı’ndan sonra parti Mihri Belli kanadı ve Zeki Baştımar kanadı olarak ikiye ayrılıyor. Yani Denizler, Mahirler, İbolar nasıl o dönemin önde gelen militan kadrolarıysa Zeki de Ankara’daki TKP’nin önde gelen militanı. Mihri de İstanbul’un. Mihri’nin de partideki lakabı kovboy. Hakikaten Mihri Belli militan, atak ve özverilidir. Mihri Belli arkadaş ile hapiste de yatarsın. Güzel iki kadeh rakı da içersin. İyi bir insandır. Ama onun o kemalist damarı ile Devrimci ve Marksist politika yapamazsın. Mihri Belli’yi biz o yanıyla çok severiz, öbür yanıyla da eleştirmek lazım.
O dönemde yaptığı eleştiri, uyarı ve önerileriyle TİP merkez kliği Kıvılcımlı’ya da karşı çıktı. Deniz Gezmiş Üsküdar ilçe sekreter yardımcısıydı. Mahir Çayan Çankaya ilçe başkanıydı. İbrahim Kaypakkaya TİP Eminönü ilçe üyesiydi. Ben de Kocaeli il sekreteriydim. Şimdi Brecht’in bir şiiri var. Mealen: “İskender’in kılıcını kim yaptı. Üzengisini kim yaptı. Kazanını kim kaynattı…” diye… O tarihlerde bizler, Proletarya Devrimci Kadroları olarak hiçbir zaman kimileri gibi kariyerizme soyunmadık. Daima İşçi-Kitle, Köylü-Kitle, Gençlik-Kitle ve hatta Asker-Kitle çalışmalarının içinde yer aldık. Ve bilinen devrimci görevlerimizi yapmanın çabasında olduk. TİP’i de aşağıda biz örgütledik. DİSK’i de aşağıda biz örgütledik. SADA’yı da biz kurduk. 16 Haziran’ı da tabanda biz arı gibi örgütledik. Milletin o “amele taifesi” diye akıllarınca aşağılamaya cüret ettikleri Proleter Devrimci Kadrolar ve bizler hakkında tabii oturup iki satır bir eleştiri yazamazlar. Şimdiye kadar da yazamadılar. Fakat Devrimci Tarih ve Geleneklerimizi kabaca tahrif etme işinde rol aldılar!.. Yaşadığımız sürecin tarihini de onların aşağılamak istedikleri proletaryanın çocukları olarak bizler yazdık. Mahkemelerde de ideolojik ve siyasî savunmayı da sadece Sırrı Öztürk yaptı. Kolektifimizi daha iyi algılamanız için bunları da söyledim. Burada söylemeye çalıştıklarımızı bütün telif eserlerimizde ve yüzlerce makalemizde, dergi ve gazetelerimizde göreceksiniz. Görebilirsiniz. Altlarında tarih ve imzalarımız vardır. Belgelidir. Dileyen özgürce bulabilir bu materyalleri…
…Kesiliyor…
Şimdi Recep Aga ile Abdullah Abi TİP’de bilinen süreç yaşanınca bunlar THKO THKP-C vb. örgütlere sahipleniyor ve sempatiyle bakıyorlar. Bu militan çocuklar semtlerine geliyor. Bayrampaşa’da afiş yapıştırıyor, duvarlara yazı yazıyor. Onlara belli disiplinlerle yardım ediyorlar, boya parası veriyorlar. Ayrıca onları korumuş ve saklamışlardır. Fakat bu küçükburjuva unsurların hapis deneyi, polis deneyi, işkence deneyi sınıf bilinçli işçilerinki gibi sağlam değil. Çürük ifadeleriyle “THKP-C – İşçi Davası” diye ek bir iddianame ile 150 işçi-emekçi insanımızın tutuklanmasını ve yargılanmasına sağlamış oldular. Bu türden deneyimlere nesnel gerçekliğinde bakıldığında bu iki insanımızın, küçükburjuva devrimcilerinden çok daha sağlam ifade verdiğini, işkence deneyiminde de sağlam çıktığını görüyoruz. En büyük işkenceleri bunlar gördüler. Bu insanlarımıza yargılandıkları süreçlerde daima “Yugoslav casusu, Bulgar casusu” muamelesi-işlemi yapıldı. Onlar; Bulgaristan Komünist Partisi’nin gizli olarak örgütleyip Türkiye’ye soktuğu ajan muamelesi gördüler. Aynı işlemler, çok büyük dram ve trajediyi yaşayan Bayram Akgül’ün (Cunta Davası sanığı idi.) hayatında da görüyoruz. Onun başından geçenlerin filmini, romanını yapmak lazım. Ama küçükburjuva bu türden gerekli bir görevi yapmaz. Niçin yapsın ki? Hamaset ve örgütsüz kaba-vulger ajitasyon yapmak dururken… Ayrıca onlardan bu türden bir beklentimiz de yoktur. Asla. Bu görevi de işte görüldüğü-belgelediğimiz gibi biz üstlenmeye çalıştık. Tarihe anlamlı bir kayıt düşerek onların onurlu mücadelesini, anılarını ortaya çıkardık. İşte Recep Aga’da militan bir tütün işçisidir. Sınıfının bütün olumlu niteliklerini taşır. O işçilerin siyasal ve sendikal birliği için mücadele etmiştir. TİP’deki sağ teslimiyetçi oportünist merkez kliğinin politikalarına karşı çıkmıştır. Sendika bürokrasisine, işçi aristokrasisine, oportünist sendikacılığa karşı çıkmıştır. Ama Kontrgerilla’da en büyük işkenceyi o görmüştür. Kitapta ayrıntısı var, ilgi duyarsan bakarsın. Malzeme olarak sen de kullanabilirsin. Sen bilirsin…
…Kesiliyor…
Egemen Yılgür:12 Mart 1971’den Portreler kitabınızda ben bir isme rastladım. Yanılmıyorsam üçüncü ciltte. Mihri Belli’den bahsedilen kısımda. İhsan Memoğlu. Aynı ismi ben, tütün işçileri ile ilgili görüştüğüm başka pek çok insan da bana İhsan Memoğlu’ndan bahsettiler. Ama siz çok ayrıntılı bir şekilde onu anlatmışsınız. Bir de onun rolünü de bütün boyutlarıyla gösteren bir açıklama. O yüzden sizden bir kere daha dinlemek istiyorum onu.
Sırrı Öztürk: İhsan Memoğlu proletaryanın yetiştirdiği bilinçli arkadaşlardan biriydi. Şu an hakkında sağlıklı bilgilere sahip değilim. Yaşıyor mu yaşamıyor mu, bilmiyorum… Çünkü hayat her birimizi bir yere savurdu. Ama bu Yayın Kolektifimizde kırk yıldır iğneyle kuyu kazar gibi “Yüzdeyüz bağımsız ve yüzdeyüz işçi sınıfı ve emekçi haklarımızın sosyal ve enternasyonal kurtuluşunun” kavgasını veriyoruz. Onların daha kolaylıkla Sorun Yayınları Kolektifi’ni bulmaları gerekir ve beklenirdi. Bu önemlidir. Uzun yıllar hapis yattık. Yayınevimiz kundaklandı. Yağmalandı. Hakkında/hakkımızda binbir dava açıldı. Hâlâ da her sabah erkenden Büro’ya gelirken acaba işyerimiz yerinde duruyor mu diye sağa-sola bakınarak geliyoruz.
Şimdi İhsan Memoğlu, 16 Haziran cezaevinde de yetenekli bir arkadaştı. İçerdeyken Dev-Genç Kadrolarının talebi üzerine uzun bir rapor da yazmıştı. Galiba o dönem devrimcilerin elindeki İşçi-Köylü Gazetesinde ya da Kurtuluş Gazetesinde bu rapor ayrıntılı yayınlanmıştı. Fakat o sıra, çeşitli ��rgütler Mihri Belli’nin MDD stratejilerinin etkisindeydi. Tabi bu görüşler bilimsel değildi. Yani Lenin’in burjuva demokratik devrimini Mihri Belli milli demokratik devrim diye çevirtmiştir sol yayınlarına. Bunları ben söylüyorum. Panellerde de söylüyorum. Yazıyorum da. Şimdi biz, bu 15/16 Haziran olayları oldu. Sıkıyönetim uygulaması 3,5 ay sürdü. Hapisten çıkınca 16 Haziran’ın ve bizim o dönemdeki İşçi Birliği örgütlerimizin büyük bir yankısı vardı. Her kesim bizlerin şahsında Modern Proletaryaya büyük saygı gösteriyordu. Şimdi TİP legaliteyi yeterince kullanamadığı için yeni bir parti arayışı vardı. Kıvılcımlı “Sosyalist Kurultay” öneriyordu. Dev-Genç’de Mahir Çayan ve ekibinin eline geçmişti. O zaman Anadolu’da Sovyet deneyiminde olduğu gibi Karadeniz’de fındık üreticileri birliği, Kars’ta süt üreticileri birliği, Adana’da yoksul köylülük, Diyarbakır’da benzeri örgütlenmeler, Kocaeli’nde de proletaryanın bir ayağı köyde olduğu için Kocaeli Devrimci İşçi-Köylü Birliği diye bir örgütümüz vardı. İstanbul’da işçi birlikleri, vb. Yani Türkiye bu türden yerel örgütlerin kütlesel çıkışlarıyla fıkır fıkır ayaktaydı.
Kıvılcımlı Yoldaşın “Sosyalist Kurultay” önerisi oldukça önemli bir yankı da yapmıştı. Fakat gerek MDD teorisyeni Mihri Belli Arkadaşın ve etkilediği çevrelerin, gerekse Dev-Genç ile birlikte hareket eden çeşitli yerel kitle örgütlenmelerden İşçi Birlikleri vb. örgütler “Proleter Devrimci Kurultay” (PDK) önerisiyle öne çıkmıştı, o tarihlerde. 15/16 Haziran’ın Kadroları olarak bizler de yeni hapisten çıkmıştık. TİP’in sosyal muhalefeti yönetip yönlendirme konusundaki başarısızlığı bu türden bir PARTİarayışını öne çıkarmıştı.
Ben 27-29 Ekim 1970 tarihinde, Ankara’da, Hanef Tiyatro Salonunda toplanan PDK’ya tek başkan adayı olarak önerilmiştim. İşçi Birliği örgütlerinden bizim arkadaşlarımız da bu kurultayda birlikte divan üyeleriydik. PDK aynı zamanda ve özellikle gençliğin MDD’den kesin bir kopuş kurultayı idi. Ayrıntılı bilgiler, benim Partileşme Sorunu C:III kitabımda çok ayrıntılı olarak işlenmiştir. Ne hazin küçükburjuva sosyalizminin “dar grup kültü ya da tapınımı” yöntemlerinin esiri olanlar PDK’ya hiç değinmemektedir. O dönem Proletarya Devrimcilerinden bizimkiler THKO, THKP-C ve TKP/ML türünden örgütlenmeler yerine, mücadelenin bütün biçimlerine aday, M. Suphilerin parti ve partileşme konusundaki Marksist-Leninist yöntemlerini bilince çıkarmaya çalışıyorduk. I. Tüm Türkiye Komünistleri Kongresi/Kurultayı gibi bu devrimci geleneğimizin uzantısında II. Tüm Türkiye Komünistleri Kongresi/Kurultayı’nın örgütlenmesinden yana idik. Bizim devrimci ütopyamız böyleydi. Bu geleneğimizi günümüzde de sürdürüyoruz.
…Kesiliyor…
Burjuvazi 16 Haziran’da gözünü açtı. Çünkü burjuvazi ithal ikameci politikalarla kriz dönemini yaşıyordu. Krizi aşmak için sokağı kullanan kitle hareketlerini, işçi sınıfı durdurması lazımdı. Bu türden bilimsel tahlil ve yorumları da kimse yazmıyor, gündeme getirmiyor. Sınırlı bilgilerimizle biz yazıyoruz (Yazmaya çalıştıklarımız eleştirel katkılara açık ve muhtaçtır.). Bu durum halen de böyledir. Konu bellidir. Sorun sınıfsaldır. Uzlaşmaz baş çelişki Burjuvazi-Proletarya çelişkisidir. Öyle “Laikçi-Şeriatçı” olarak sunulmak istenen gündem sahte bir gündemdir. Çalınan bir gündemdir.
Burada da söylemek durumundayız: Türkiye tekin bir ülke değildir. Türkiye’nin gündemi yarım saatte değişebilir/dönüştürülebilir. Yeter ki Devrimci ve Marksist Sol Kadrolar bağımsız sınıf tavrıyla anlamlı ve ileri bir adım atsın!..
…Kesiliyor…
Egemen Yılgür: Sizin Mihri Belli’den MDD anlayışından kopup/ayrılıp yeni bir süreç geliştirme sürecinizde İhsan Memoğlu herhalde Mihri Belli ile beraberdi.
Sırrı Öztürk: Evet, bu arkadaş Mihri Belli’nin yanında olduğu için, 16 Haziran hapishanesinde de tavrı böyleydi. Dev-Genç’e içeriden raporları yazan da bu arkadaştı. Dev-Genç’in kadroları İhsan Memoğlu’na saygılıydı. Çünkü 16 Haziran’da rol alan gençliğin önde gelen sorumlusu da İhsan Memoğlu’ydu. O günkü Devrimci Gençlik hareketinin İstanbul’daki sorumlusu oydu. Çok da değerli bir arkadaştı yani. Tornacıydı, tam proleter bir arkadaştı. Yakın ilişkimiz olsa onu da teorik, ideolojik, politik açılardan ikna ederdik, ama hayat ve mücadele bizleri bir daha buluşturmadı. 16 Haziran’dan sonra onlar hapiste yatmadılar. Yanılmıyorsam İzmir’e gittiler. Yaşıyor mu yaşamıyor mu ayrıntılı da bilmiyorum. Fakat iyi arkadaştı. Âdem Muhammet Gündoğan nasıl Proleter Devrimci bir militansa o da öyle bir militandı. 12 Mart 1971’den Portreler kitabımızda olduğu gibi İşçi Sınıfı-Sendikalar Ve16 Hazirankitabımızın anılar bölümünde de sağlam proleter tiplere yer verilmiştir.
Egemen Yılgür: Şimdi benim yine bu konu çerçevesinde bir nokta daha var merak ettiğim. Şimdi genel olarak kaynaklarda hem de görüştüğüm kaynak kişilerden edindiğim şöyle bir bilgi var. Tütün işçilerinin büyük bölümü Roman kökenli.
Sırrı Öztürk: Evet.
Egemen Yılgür: Böyle olunca insanın aklına bir soru geliyor.
Sırrı Öztürk: Şimdi türetilen bu “Roman” lafı da gerçekliği yansıtmıyor. Bu insanlarımıza “Çingene” demek hakaret değil ki. Çingene’ler de bir emekçi halktır. Çingene; tarihi, kültürü, gelenekleri olan bir halkın adıdır. Şevki Akşit de Çingene idi. Etnik özelliği böyleydi. Fakat yetenekli bir Komünist idi. Biz insanları Çingene’ydi, Türk’tü, Kürt’tü, Ermeni’ydi, Rum’du, vb. etnik özelliklerine göre değil, sosyal-sınıfsal aidiyetlerine göre bakar ve değerlendiririz. Burjuva mı, Proleter mi, kimden yana ise öyle bakardık. Şimdi bilmiyorum siz sorularınızla sadece tütün işçileri ile olan bir konuya ağırlık veriyorsunuz.
Egemen Yılgür: Ben aslında onu da açıklayabilirim size tam olarak. Zaten sonra tezi getireceğim ben size ama. Benim konum Roman tütün işçileri. Çingene tütün işçileri.
Sırrı Öztürk: Peki, pardon şunu da yaz o zaman. Mustafa Kemal Çankaya’da rakı sofrasında bu mesele konuşulurken “Çingene demeyin, onlar Eti Türk’leridir” diyor. Etilerle fukara Çingene’nin ne alakası var?
Egemen Yılgür: Bu çok ilginç, bu konuyu biraz açıklar mısınız bunu?
Sırrı Öztürk: Vallahi, ayrıntılı söyleyemiyorum, ama şu Mahmut Goloğlu’nun kitaplarında var galiba. Çankaya’daki içkili sofra anılarının birinde olacak sanıyorum. Mustafa Kemal Çingenelere Eti Türkleri diyor. Şimdikilerde Roman. Bize göre doğrusunu yazmak lazım. Bu insanlarımıza Çingene demek daha doğrudur.
Egemen Yılgür: Peki sonraki dönemde de Çingenelerin ağırlığını korudu mu bu süreçte. Tütün işçilerinin arasında. Mesela 15/16 Haziran’da greve çıkan tütün işçilerinin çoğu Çingene miydi?
Sırrı Öztürk: Ayrıntılı bilmiyorum ama Kocaeli’ndeki mücadelesinden de hatırladığımız İdris Erinç de Çingene idi. TKP’nin tütün işçilerinden önemli bir şahsiyetti. Kocaeli’ndeki Çingeneler TİP’in kuruluşunda TİP’in âdeta belkemiğiydi. İdris Erinç Kocaeli kökenli olduğu için biz TİP’in kuruluşunda ondan çok yararlandık. Örgütlenmede onun çok yardımı oldu. TİP legaliteyi kullanıyor ama illegal TKP’den gelen İdris Erinç bize çok yardım etmiştir ve TİP’in en önemli kadroları da SEKA’da, Tekel Tütün Fabrikasındaki işçilerin yine çoğunluğu Çingene idi. Aralarında bir de boksör Çingenemiz vardı TİP’li üyelerimizden. Kocaeli’ndeki Çingeneler yoğunluklu olarak pazarcılık ve işçilik yapardı. Bekirdere semtindekiler ise çok yoksul kimselerden oluşuyordu. Benim hanım da esmer olduğu için ona: “Sen Ali Dayı’nın kızı mısın?” diye Çingeneler takılırdı. Ve onların Kozluk’ta güzel de bir mahallesi vardı. Evleri temiz ve bakımlıydı. Her evin önünde zaman zaman mangal yakılır. Güzel sohbetler yapılırdı. Bir iki kadeh rakı da içilirdi, keman-klarnet-dümbelek ve söz eşliğinde… Çingenelerde de Kızılbaş-Alevi kültür ve geleneklerinde olduğu gibi Sünni-İslam’daki kadın-erkek arasında ayrılık ve kaç-göç yerine eşitlik vardı. İstanbul’daki Çingene halkının bulunduğu semtlerde, sistemin yabancılaştırma politikalarının etkisine giren, esrar, eroin, hırsızlık vb. pisliklerine bulaşanlar vardı. Fakat Kocaeli’ndeki Çingeneler bu durumun tam tersiydi. Onların büyük bir bölümü pazarcı veya işçi idi.
Egemen Yılgür: Hangi sektörlerde çalışıyorlardı?
Sırrı Öztürk: Daha çok SEKA’nın bazı işyerlerinde ve Tekel Tütün işletmelerinde. SEKA’da, o dönem 8500 işi vardı.
Egemen Yılgür: Peki bu 8500 işçinin arasında Çingenelerin belli bir ağırlığı var mıydı?
Sırrı Öztürk: SEKA dönemin iktidarlarının bir arpalığıydı. Çingeneler de, ağırlıklı olmasa da esneklikleriyle mevcut iktidarların bu politikasından yararlanmayı becermişlerdi. En bilinçlileri TİP’in üyesiydi. Yani yönetim kurullarında görev alanlar. Militan ve dövüşenler yani. Ben Dersim’liyim, onların mahallelerine, annemi de alır giderdim. Ben birinci evliliğimi sonlandırmıştım. Bu evlilikten üç çocuğum vardı. Çocuklar bendeydi. Biri dokuz aylık, biri iki yaşında biri üç buçuk yaşında idiler. Çocukların ikisi bendeydi. Onlara ben bakıyordum. Tabi bu memlekette üç çocuklu dul bir herifin yeniden evlenme şansı da yoktur. Ee küçükburjuva solcu kadınlarla da hayat arkadaşlığı yapamazsın. Anam da beni ille evermek istiyordu. Fukara Anam: “Oğul, bu çocuklara bakacak birisi lazım, ben artık baş edemiyorum.” diyordu. Anamla Kozluk’daki Çingene mahallesine giderdik. Anam onları çok severdi. Anama çok büyük bir saygı gösterirlerdi. Kapitalist-anarşinin, sistemin yabancılaştırma politikasıyla yozlaşmış insan malzemesinin kullandığı kimseleri bir yana bırakacak olursak Kocaeli’ndeki Çingeneler hakkında hep iyi anılarım var. Hiçbiri bizi ihbar etmedi, mahkemede aleyhimizde konuşmadı. Üniversite okumuş yarım-aydınlar gibi gelip mahkemelerde aleyhimizde “Kamu Tanıklığı” yapmadı. Gidin Kocaeli’nde onlarla bir temas kurun. Ama bizim kuşaktan herkes terki dünya etti. Kimler var bu konuda konuşacak bilemiyorum.
Egemen Yılgür: İhsan Memoğlu Çingene miydi?
Sırrı Öztürk: Vallahi bu konuda hiçbir şey diyemiyorum. Bir araştırın bakın, ben bir şey diyemiyorum, biz o zaman hapishanede, 16 Haziran mavrası “ÜÇ K” (Komünist-Kürd-Kızılbaş) diye birbirimize takılırdık. Gerçekten de 15/16 Haziran Ayaklanmasının omurgası böyleydi. “ÜÇ K” lar çoğunluktaydı. Ama hiçbir zaman Kızılbaşlığı, Türklüğü, Kürtlüğü, Çingeneliği, vb. etnik konuları öne çıkarmıyorduk. Örneğin ben Hüseyin Cevahir’le Aleviliği, Dersimliliği hiçbir zaman konuşmadım. Hüseyin giderdi Kürdistan’a, sanki bir Komünist Parti’nin militanı gibi bir dosya ile gelirdi, raporla gelirdi. İşte bu çok önemlidir…
…Kesiliyor…
Egemen Yılgür: Az önce söylediniz Recep Bey ve Abdullah Bey, biri Bayrampaşa’daydı galiba, diğeri Gaziosmanpaşa’da mı?
Sırrı Öztürk: İkisi de Bayrampaşa’dan. Abdullah Doğan o süre fotoğrafçılık yaptı, Recep Serbest Unkapanı Tekel Tütün Fabrikasında işçi idi. Öyküleri anılan kitaplarımızda var. Abdullah Doğan sonra da yurtdışına çıkmak zorunda kaldı.
Egemen Yılgür: Onlar Çingene mi?
Sırrı Öztürk: Değil. Pomak…
…Kesiliyor…
Egemen Yılgür: Şimdi benim açımdan önemli bir soru sormak istiyorum size. Şimdi ben kendi konum dolayısıyla aklıma gelen bir soru TKP’den önemli görevler üslenmiş Çingene tütün işçileri. Bu insanlar partideki üst sınıfların gözünde nasıl bir yere sahipti. Sol onları nasıl algıladı. Veya solun üst sınıflardan gelen kesimleri. Onlar için Çingene kökenli olmaları bir problem oluşturuyor muydu?
Sırrı Öztürk: Yani hem bu Tarihî TKP’de ırkçı, milliyetçi, şoven sapkınlıklara rastlamadım, yoktu. TİP’te de yoktu. Sınıf faktörü daima öne çıkardı. Bizde öyle bakardık her etnik kökenden gelen arkadaşlara. Ama bu paşazade takımı ile burjuva ve küçükburjuva sosyalistleri hangi etnik kökenden gelirse gelsin işçi sınıfının yetiştirdiği militanlara daima “kullanılacak malzeme” gözüyle baka gelmiştir. Engels’te fabrikatörün çocuğudur ama o artık proletaryanın insanıdır, bizim insanımızdır. Şimdi Türkiye’de küçükburjuva ve burjuva sosyalistleri, ister Çingene, ister Kürt, Türkmen hangi etnik kökenden gelirse gelsin proletaryaya zaman zaman âdeta “lejyon askeri” gibi baktı. Yani kullanılacak malzeme gibi baktı. Bazı yayınlanmış anılarda bu üstten bakan, küçümseyen tavrı görebilirsiniz.
Egemen Yılgür: Lejyon askeri?
Sırrı Öztürk: Lejyon askeri evet. Yani o küçükburjuva şeflere vahiy gelir, kendiliğinden örgüt kurar, Parti çağrışımı yapar. Kullandığı ideolojik malzemeler de çalma ve çırpmadır. Strateji ve taktikleri de eklektik ve pragmatik yöntemlerle uyarlanmıştır. Onun için de işte: “Mao dedi ki, Troçki dedi ki, Stalin dedi ki, Enver dedi ki, Che Guevera dedi ki…” diye söze başlamaktadırlar. Kendileri bir şey diyemiyor çünkü. Onlar yaşadıkları coğrafyanın tarihini, sosyal sınıf ve sosyolojik emekçi halklar gerçekliğini, insanını, kültür, inanç, din, gelenek-göreneklerini tanımıyorlar. İşçi sınıfını da tanımıyorlar. Che Guevera’nın tişörtünü Amerika niye yapıp dağıtıyor? Yani hep böyle delişmen insanlar olsun, Proletarya Partisi oluşturulmasın da, ben onların canını alayım, diyor… İşte burjuva ve küçükburjuva kökenli şeflerde bu militan unsurları hep lejyon askeri yani deyim yerindeyse sarf malzemesi olarak görmüşlerdir, görmektedirler…
…Kesiliyor…
Sırrı Öztürk: Ben Anamı ve Çingene mahallesindeki bazı anılarımı da anlattım. En iyi arkadaşlarımızdı onlar. Hatta takılırlardı bizlere: “Valide bu oğlana Çingene bir bacı yoldaş bulalım. Üç çocuk, ne olacak yani… Mahallemizde hepimiz birlik olur onlara bakarız.” derlerdi. Yani o kadar mütevazı, uyumlu, demokrat, nikbin ve doğal bir halktır Çingeneler. Her halkın geleneğinde olan komünal değerler Çingene halkında da fazlasıyla vardı. Onlar, insandan-halden anlayan, güler yüzlü neşeli insanlardır. Ee bizim halkımız, özellikle de kadınlarımız ise, sistemin ezikliği altında kaşları çatık, yere bakar, sorunları var yani… Çingenelerin davranışlarında biraz da ırkî etkenler var. Mesela çiçekçilere git, çiçek al, son derece gerçekçidirler. Pazarlıkta on liradan kapıyı açar, fakat çiçeği 2,5 liraya alırsın. Seni kırmazlar. Mesela git Macaristan’a oradaki Çingeneler de aynı uyumu gösterir…
Çingene halkının bu ırkî özellikleriyle ilgili bir anımı da aktarmak istiyorum. Abilerimi partileyen, Tarihî TKP Kadrolarından Muzaffer Özkolçak (Ayrıntılı bilgi için bakınız: S. Ö. , Tarihsel Kimlik-Kişilikler Unutulmasın-Unutturulmasın, Sorun Yayınları, Ekim 2011) bana nakletmişti. Bulgaristan’a 1944-1950’li yıllarda siyasî mülteci olarak gitmek durumunda kalan Komünist Kadrolardan bir yoldaş Halk Demokrasilerinin sosyalist kuruluştaki konut politikaları uygulamasında Çingeneler BKP’nin tarihsel önderlerinden Dimitrov, Kolarov, Blagoyev gibi isimleri çocuklarına koyarak konut edinmede ön sıralara geçiyorlar, fakat mülteci TKP’liler ise yıllarca sıralarının gelmesini beklemişlerdir…
19-11-2013
Sırrı Öztürk
Bu yazı İşçi Birliği Gazetesi’nden alınmıştır.