PKK’nin fesih kararından sonra yaptığı ve silahlara veda ettiği açıklama, bazı kesimleri pek memnun etmedi. Barış değil de bir teslimiyet olacakmış gibi kamuoyu yaratmak, süreci sabote etmek için fırsat kollayacaklarını işaret ediyor. Kavramlar, tanımlamalar havada uçuşuyor. Çanakkale’de birlikte savaştık, ülkeyi birlikte kurduk, 1921 Anayasası iyidir, 1924 Anayasası daha iyidir, Sevr ihaneti, Lozan tapusu vs. Kimin ne dediği, neyi savunduğu iç içe geçmiş durumda. Bazı şeyleri önü ve arkası ile değerlendirmek gerekiyor.
Zaman zaman hem Kürtler tarafından hem de diğer siyası yapılardan yapılan açıklamalarda, Çanakkale’de birlikte savaştık, birlikte öldük, ülkeyi birlikte kurduk, bu yüzden Kürtler zaten azınlık değil laflarını duyarız. Kürtler bu söylemleri, gasp edilmiş kolektif haklarının teslimi için söylerken, diğerleri ise bu sözleri Kürtleri yumuşatıp, hak taleplerini görünmez kılmak için söylerler. Önce Çanakkale Savaşı meselesini biraz irdeleyelim. Bütün toplumlar kendilerinde ortak bir hafıza yaratmak için bazı tarihsel süreçlere farklı anlamlar yüklerler. Türkiye’de ise bunun adı Çanakkale Savaşı’dır. Çanakkale Savaşı’nın Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile bir ilgisi yoktur. Osmanlı İmparatorluğu’nun etkili isimleri Enver, Talat ve Cemal Paşalar Almancıydı. 1. Dünya Savaşı’nda Almanların galip çıkacağına inandıklarından, Sarayın çok dahli olmadan Osmanlı’yı Almanların yanında savaşa soktular. Esas itibarıyla Çanakkale Savaşı 1. Dünya Savaşı’nın cephelerinden biridir. Bu cephedeki savaşlar Alman İmparatorluğu’nun sevk ve idaresi altında yapılmıştı. Almanya ile yapılan anlaşmaya göre Osmanlı ordusunu 42 üst düzey Alman komutan yönetiyordu. 1. Ordu Komutanlığı’na atanmış olan Liman Von Sanders, Çanakkale Savaşı’nı yürütmek için 5. Ordu Komutanlığı’na atanıyordu. Osmanlı’da Genelkurmay Başkanlığı yapan isim de [Von] Seeckt’ti. Yani bir imparatorluğun Genelkurmay Başkanlığı’nı, başka bir ülkenin askeri yapıyordu. 15. Kolordu Komutanı General Weber, 3. Ordu komutanı da bir başka Alman, Nicolai’ydi. Kilit olmayan birkaç komutanlık ise Osmanlı askerlerine bırakılmıştı. İmparatorluğun kaderi tamamen Alman devletinin eline teslim edilmişti. Sonuç olarak Osmanlı İmparatorluğu birçok cephede savaşı Almanlar ile birlikte kaybetti. Arap çöllerinden Kafkasya’ya kadar ülkenin gençleri emperyal hırslar yüzünden öldü. Çanakkale’de de olan buydu, tek farkla; Çanakkale Savaşı Osmanlı İmparatorluğu’nun 1. Dünya Savaşı’nda kazandığı az sayıdaki cephelerden biriydi. 1. Dünya Savaşı’ndaki genel yenilgiyi geri plana atmak, savaşa girmenin sonuçlarını tartışmak yerine, sanki 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu yenilmemiş, savaş sadece Çanakkale’de yaşanmış gibi bir tarih okuması yapılır. Elbette Türkler de, Kürtler de ve diğer halktan insanlar da Çanakkale’de yaşamlarını yitirdiler. Peki Kürtler Çanakkale’de ölmeseydi, Kürtlerin hak talepleri olmayacak mıydı? Kürtlerin hak talepleri için sürekli Çanakkale’de birlikte öldük lafını bir klişeye çevirmeye gerek yok. Kürtler Çanakkale’de ölmeselerdi de, İnönü Savaşları’na katılmamış olsalardı da Kürtlerin kolektif hakları tarihin orta yerinde teslim edilmeyi bekliyor.
Sevr ve Lozan antlaşmaları: Süreç ve sonuç
Aslında konuşulanların hepsi birbiri ile bağlantılı. Osmanlı İmparatorluğu 1. Dünya Savaşı’nı kaybettiği için, diğer kaybeden ülkelerle birlikte, savaşı kazanan ülkelerle antlaşmalar imzalamak zorunda kaldı. Osmanlı İmparatorluğu ile savaşı kazanan İtilaf devletleri arasında, 10 Ağustos 1920’de Paris’in banliyösü Sevr’de yapılan antlaşmaya, yapıldığı yerden dolayı Sevr Antlaşması deniyor. Daha önce İtilaf devletleri Londra ve San Remo’da yaptıkları konferanslarla, Sevr Antlaşması’nın içeriğini belirlemeye çalışırlar. Paris Konferansı’na Osmanlı İmparatorluğu adına katılan Ahmet Tevfik Paşa, Ankara’da yeni bir hükümetin kurulduğu açıklaması sonrası konferanstan çekilir. Bunun sonucunda Britanya, İzmir’de bulunan Yunan Ordusu’nun Anadolu içlerine kadar işgal girişiminin önünü açar ve destekler. Anadolu’nun işgali karşısında paniğe düşen ve İtilaf Devletleri ile savaşacak gücü bulunmayan İstanbul Hükümeti, Paris Konferansı’na Damat Ferit Paşa’yı yollar. Sevr’de yapılan antlaşmada, Osmanlı’nın sınırları belirlenir. Boğazlar, azınlık hakları, savaş suçları, Kapitülasyonlar, Kürt ve Ermeni hakları gibi birçok maddeden oluşur. Ankara Hükümeti antlaşmaya sert tepki verir. Antlaşmayı imzalayanları vatan hainliği ile suçlar. İtilaf Devletleri, Osmanlı’nın müttefiki Almanya ile de Versay Barış Antlaşması’nı imzalarlar. 28 Haziran 1919 tarihinde Paris’in bir başka banliyösü Versay’da yapılır bu antlaşma. Versay Antlaşması’nın şartları Sevr’den de ağırdı. Zaten birçok madde bir iki yıl içinde oldukça hafifletildi. İttifak Devletleri’nin diğer kaybeden ülkeleri ile de yine ağır antlaşmalar yapıldı. Bu antlaşmaların çok küçük bölümü uygulandı ve bu antlaşmalar kısa sürede yürürlükten kalktı.
Bizde ise her hak talebinde “Sevr’i hortlatıyorlar” gibi klişe söylemlere sığınılır. Kimse durup dururken antlaşma yapmadı. Tarih farklı şekilde aksaydı, Osmanlı İmparatorluğu İtilaf Devletleri’nin yanında savaşa girseydi, Osmanlı İmparatorluğu savaşın kazananı olarak birçok imtiyaz kazanırdı. Belki de Türkiye Cumhuriyeti hiç kurulmaz, Osmanlı İmparatorluğu ismi zamanla Osmanlı Cumhuriyeti olur, Enver-Cemal-Talat Paşalar ise kurtarıcı kahramanlar olarak anılırdı. Kimse bilemez. Kürtlerin atıfta bulunduğu 1921 Anayasası, Sevr Antlaşması’nın gölgesi altında kabul edildi. 20 Ocak’ta kabul edilen Anayasa adem-i merkeziyetçi, çoğulcu bir anayasaydı. 1921 Anayasası’nın kabul edildiği vakitlerde, Yunanlılarla Ege’de yapılan savaşlar devam ediyordu. Ankara Hükümeti’nin toplumun her kesiminin desteğine ihtiyaç olduğu bir dönemdi. Ankara Hükümeti pragmatist olarak, Sevr antlaşmasını da boşa çıkarmak için, demokratik bir anayasa hazırlamıştı. Ve fakat gerçekte Ankara Hükümeti’nin tasavvur ettiği bir metin değildi. Şartların zorlaması ile oluşturulan bir anayasaydı. Kürtlerin bu nedenle 1921 Anayasası’na vurgu yapmalarının tarihsel olarak bir karşılığı yoktur. Zaten dünya değişti, literatür değişti, yeni şeyler söylemek, yeni paradigmalar yaratmak zamanıdır.
Antlaşmalar ve Kürt fobisi
Sevr’e dönersek, antlaşma maddelerinin çoğu hiç uygulanmadı. Çünkü Avrupa üzerinde Bolşevik Devrimi hayaleti dolaşıyordu. Ankara Hükümeti’nin SSCB ile kurduğu ilişkiler Britanya’yı (İngiltere) rahatsız ediyordu. Bu nedenle Ankara ile ilişkiye geçtiler. Türkiye’nin SSCB’nin uzağında kalması karşılığında Sevr’i geçersiz kıldıkları gibi, Sevr Antlaşması’nı imzalattırmak için Yunanistan’a verdikleri desteği de çektiler. Böylece 1. İnönü, 2. İnönü olarak bilinen cephe savaşları, İngilizlerin desteğini çektiği Yunanlıların geri kaçış savaşlarıydı. Yunanlıların Ege’yi bırakıp kaçması sonucu, Batı’nın Türkiye Cumhuriyeti ile yeni bir antlaşma yapma ihtiyacı doğmuştu. Sevr’de taraf olan ülkeler ile 24 Temmuz 1923 tarihinde İsviçre’nin Lozan kentinde yeni bir barış antlaşması yapıldı. Tarihe Lozan Antlaşması olarak geçen bu Antlaşma ile birlikte Sevr Antlaşması yürürlükten kalktı. Uygulanmayan, 3 yıldan kısa bir sürede yürürlükten kalkan Sevr Antlaşması, Türkiye’de Kürtlerin önüne bariyer gibi çekilmeye devam ediliyor. Sevr’i kazanan ülkelerin bile hatırlamadığı bir döneme aitken, Sevr’den paranoya yaratmanın da tarihsel hiçbir gerçekliği yok. Lozan Antlaşması, Türkiye’nin SSCB’nden kesin kopuşunu başlattığı gibi, Batı ve özellikle İngiltere ile de yakınlaşmasını pekiştirmiştir.
Lozan Antlaşması ile dünyada resmi olarak tanınan Türkiye’de, Atatürk yeni süreçte hayal ettiği Anayasa’ya kavuşmak istiyordu. Artık kesin iktidarını sağlamıştı. Ulus devlet modelini hayata geçirmek istiyordu. 1. İzmir İktisat Kongresi sonrası Yeni Anayasa için çalışmalara hız verildi. 1921 Anayasası’nın çoğulcu yönünün aksine 20 Nisan 1924’te kabul edilen ikinci Anayasa tekçi bir Anayasa olarak hazırlanmıştı. Bugüne kadar Türkiye’nin resmi ideolojisinin ana omurgası da bu anayasadır. Tekçi, Kürtleri yok sayan bu anayasanın Kürt sorununun çözümü ile birlikte değişmesi de kaçınılmazdır.
Özetlersek, içinde Çanakkale Savaşı’nın da olduğu 1. Dünya Savaşı’nı Osmanlı İmparatorluğu kaybetti. Kaybettiği için bütün kaybeden devletler gibi masaya da yenik oturmak zorundaydı. O masadan Sevr Antlaşması çıktı. Sevr’in gölgesi altında Yunanlılarla savaşan Ankara Hükümeti’nin Anadolu’daki her halkın desteğine ihtiyacı vardı. Bunu şeklen göstermek için 1921 Anayasası yapıldı. Batı ile ilişkiler sonucu imzalan Lozan Antlaşması, Sevr’i ortadan kaldırdı. Akabinde de savaş bittiği için Kürtlerin desteğine ihtiyaç kalmamıştı. Tekçi bir ulus-devleti hayata geçirmek için Lozan sonrası 1924 Anayasası yapıldı. Kürtlerin 1921 Anayasası’nı örnek göstermeleri anlaşılır. Ne var ki zaten 1921 Anayasası yukarıda belirttiğim gibi pragmatist nedenlerle yapılmış geçici bir anayasaydı. Atatürk’ün gerçekte Kürtlere muhtariyet (özerklik) vermek gibi bir niyeti yoktu. Kürtlere olan ihtiyaç bitince yeni anayasa ile yok sayıldılar. Yani kandırıldılar. O yüzden buralarda takılıp kalmamak gerekiyor. Günümüzün evrensel, demokratik değerleri içinde kolektif hak taleplerinde bulunmak, bunun mücadelesini yürütmek de mümkün.
Çözüme karşı olan ulusalcı, faşist çevrelerin Sevr sendromu gerçekçi değil. Daha doğrusu yapay bir sendrom yaratmak istiyorlar. Kürtlere bir şey verirsek Sevr önümüze gelir söylemi ahlaki olmadığı gibi koca bir yalan. İmzalandıktan 3 yıl sonra ortadan kalkmış, üzerinden 105 yıl geçmiş. Şimdi bir Alman siyasetçi Versay Antlaşması’nı hortlatmak istiyorlar derse, tımarhaneye kapatırlar. Lozan’a yapışmalarının nedeni ise aslında Lozan Antlaşması’ndan daha çok, hemen sonrasında yapılan 1924 Anayasası’dır. 1924 Anayasası’nın Kürtleri inkar eden bir Anayasa olduğunu bildiklerinden, direk anayasa fetişizmi yapamıyorlar. Çünkü Anayasalar tanrısal metinler değil ama Lozan Antlaşması’na sarılabilirler. Sonuçta ikisi de Kürtleri yok sayıyor. Dertleri ne Lozan Antlaşması ne de 1924 Anayasa’sı. Tek bir dertleri var, Kürt nefreti ve fobisi.
Koruculuk üzerine birkaç not
Kürt sorununa bağlı savaşın sonuçlarından biri de koruculuk müessesesi. Esas itibariyle devletler, ulusal mücadelelerde savaştıkları ulustan bir kesimi para karşılığı silahlandırarak, kendi halklarına karşı cepheye sürer. Hal böyle olunca, süreç sonlanınca koruculuk başlı başına bir sorun olarak ortaya çıkar. Çünkü çatışmalara katılmış, silahlı bir yapıya dönüşmüştür ve bunları da para karşılığında yaptığı için bir anda açıkta kalma durumu ile karşılaşır. Doğal olarak bir reaksiyon verir. [Korucular] çatışmalar sürecinde devletler tarafından kahraman olarak anıldıklarından, çözümlerde atıl duruma gelmenin yarattığı bir hayal kırıklığına uğrarlar. Üstelik yaptıkları, kendi halklarının gözünde pek de itibarlı görünmediğinden, sonrasında sosyal izolasyona uğrama durumları da muhtemeldir. Koruculuk sistemlerinin çok örneği var. En bilinenleri Rusların Kazak Alayları, Osmanlı İmparatorluğu’nun Hamidiye Alayları’dır. Cezayir bağımsızlık mücadelesinde Fransızlar tarafından, Vietnam savaşında ise hem Fransız hem de ABD tarafından uygulanmış pratikler de var. Ayrıca 2. Dünya Savaşı sırasında Naziler tarafından oluşturulan toplama kampları ve gettolarda gönüllü görev alıp Yahudilere karşı Nazi Almanyası’nın ayak işlerini yapan ve kendileri de Yahudi olan, Kapo olarak bilinen, bir başka çeşit koruculuk biçiminin de altını çizmeliyiz. Eğer Kürt sorununun barışa evrildiği bir süreçten bahsediyorsak, yapılacak ilk işlerden biri de koruculuk sisteminin lağvedilmesidir. Elinde silahla yaşadığı bölgede kız kaçırma, uyuşturucu gibi adli suçlara karışmış koruculara ait dosyalar, mahkeme süreçleri, basında hiç eksik olmadı. PKK’nin silah bırakması ile birlikte korucuların da devlet nezdinde görevleri bitmiş sayılmalıdır. Özlük hakları verilmeli, silahları teslim alınmalıdır.