SYKP Eş Genel Başkanı Prof. Dr. Nejla Kurul, aylardır kuşatma altında olan, savaşın ağır bir biçimde tahrip ettiği Cizre ve İdil ziyaretinin ardından bölgedeki izlenimlerini aktardı.
Röportaj: Emek Kılınç
Röportaja önce şunu sorarak başlamak istiyorum. Cizre ve İdil’i ziyaret ettiniz. Bölgede sivillere dönük olarak da ciddi sonuçları olan bir çatışma başlamış; bu çatışmalı süreçte, günlerce sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş; ancak çatışmanın durdurulması ya da orantısız güç kullanımının engellenmesi konusunda ne TBMM’de ne de başka bir alanda bir politika ve eylem üretilememişti. Üst üste geçen seçimler ve görece demokratik bir sürecin ardından gelen şiddet dalgası, Türkiye’de neden bu kadar kolayca kabullenildi? Bu konuda görüşlerinizi söyler misiniz?
Kimi filozoflar 20 Yüzyılı şiddetin yüzyılı olarak tarif ederler. 20. yüzyıl insanlık için olumlu gelişmelerin yanı sıra büyük paylaşım savaşlarını, bölgesel savaşları, iç savaşları da getirdi. Bu tarif kısmen doğruysa 21. Yüzyıl’da da, karşı bir toplumsal muhalefet yükselmediği sürece, kapitalist ulus devletlerin savaşları sürdüreceği, insanlığın şiddet sarmalından kurtulmasının güç olacağı söylenebilir. Gerçekten şiddet araçlarının teknik gelişimi öyle bir noktaya geldi ki savaşların yarattığı yıkım, insan tahayyülünü aşmış durumdadır. İnsanlık, kendine döndüğünde sonuçlarına katlanamayacağı silahlar üretiyor artık! Arenth’in deyişiyle, en eski dönemlerden beri uluslararası anlaşmazlıklarda nihai ve amansız hakem olarak karşımıza çıkan savaş, artık tüm etkililiğini ve ihtişamını yitirmiş bulunuyor. Ancak buna rağmen kapitalizmin ulusal çitleri içinde savaşlar, insan hayatlarını derinden etkiliyor. Siyasal sahnede savaşın yerine koyabileceğimiz “başka bir toplum”, ‘başka bir hakem’ üzerine düşünmemiz gerekiyor.
Hele ulusal sınırlar içinde, hangi nedenle başlamış olursa olsun savaşın bir tarafı devlet ve iktidarı sürdüren Hükümet ise, şiddet daha çok iktidar hanesine yazılır. Çünkü bir cezaevi yaratılmışsa şayet sevilmeyen taraf, gardiyanlardır. Bu nedenle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden 27 Nisan’da çıkan kararı ile Türkiye Devleti yeniden tazminat ödemeye mahkûm edildi. Türkiye kamuoyunda CHP’nin mal varlığının geri verilmesi ve Alevilere dönük hak ihlalleri tartışıldı ama şimdi sözünü edeceğim karar yeterince gündemde kalmadı. Devlet şiddeti ve yaptığı soruşturmalar konusunda açılan davanın sonucunda “17 MKP üyesine ilişkin yürütülen soruşturmanın yeterli olmadığı, askeri raporların birbiriyle çeliştiği, gerillalara karşı orantısız güç kullanıldığı şikâyetlerini değerlendiren Mahkeme, gerillaların yaşam hakkı ve sonrasında da etkili soruşturma haklarının çiğnendiğine hükmederek 17 MKP gerillasının ailelerine 77 biner avro (yaklaşık 240 biner TL, toplam 4 milyon TL) tazminata hükmetti.
Şimdi sorunuza gelince, Türkiye halkının demokratik deneyimler geliştirmesine egemenler izin vermedi; ama bu demokratik hakların alınmayacağı anlamına gelmiyor. Ne zaman yaşamını daha özgürce yaşamak üzere kafasını kaldırsa askeri darbelerle ve devletin zora dayalı güçleri ile karşılaşmış insanlardan söz ediyoruz. İnsanların toplumsal belleği bu bakımdan oldukça güçlüdür; demokratik yaşamı kuran özgürleştirici deneyimler ise yeterince kökleşememiştir. Haziran İsyanında Anadolu yakası başını kaldırmışken zor ile bastırılmış, bugün direnç Mezopotamya’dan yükselmekteyken, Fırat’ın Batı’sında ki sessizlik Fırat’ın Doğusunda şiddetin meşrulaştırılmasına yol açmıştır. Bu iki yakanın asi kentleri demokratik ve sosyal bir Cumhuriyet için ortak mücadele hattını henüz örememişlerdir.
Size ilginç bir filmden söz etmek istiyorum. “Stanford Cezaevi Deneyi” filmin adı. Film, bir psikoloji profesörünün projesinin bir gereği olarak, simule edilmiş bir cezaevi için gardiyan ve mahkûm olarak yer alacak erkek üniversite öğrencileri arasından bir grup gönüllü (günlük 15 dolar karşılığında) öğrencinin seçilmesiyle başlıyor. Sözleşmede öngörülen süre anımsadığım kadarıyla 15 gün. Öğrencilere deney başlamadan önce hangi rolü almak istedikleri soruluyor; bunların çoğu mahkûm olmak istediklerini, çünkü gardiyanları kimsenin sevmediğini söylüyorlar. Bu öğrenciler yazı ve tura atılarak mahkûm ya da gardiyan olarak rollerini oynamaya başlıyorlar. Başlangıçta sadece bir deney olarak başlayan cezaevi yaşamı, proje yöneticileri, gardiyanlar ve mahkûmlar arasında süregiden bir mücadeleye dönüşüyor. Gardiyanlar, cezaevinde düzeni sağlama adına baskıyı, sözlü şiddeti ve fiziksel şiddeti giderek artırırken, mahkûmların genel olarak boyun eğen, ama zaman zaman açığa çıkan direncine tanıklık ediyorsunuz. Gardiyanların uyguladığı şiddet, kontrol edilemeyen bir aşamaya ulaşınca Profesör, beş gün sonra deneyi bitirmek zorunda kalıyor.
Filmde bana göre öğretici gelen, gerçekten “çok kötü bir gardiyan” olan bir öğrencinin deneyden çıktıktan sonra söylediği sözler: “Ben görevliydim ve bir yandan da gerçekte kendi deney’imi yapıyordum, mahkûmların sözlü ve fiziksel tacize ne kadar dayanabileceklerini denedim. Ancak benim için sürpriz olan bana kimse ‘yapma dostum’ demedi, kimse beni durdurmadı, bana ‘böyle şeyler söyleyemezsin’ demedi, kimse otoritemi sorgulamadı, ben de taciz ve şiddetin dozunu artırdım”.
Sözlerin öğreticiliği, mikro alanlarda ya da makro yapılarda iktidar karşısında “dur”, “yapma”, “böyle söyleme” diyecek bir muhalefetin, hele bir taraf devletse, deney ya da savaşta, şiddet sınıra dayandığında durduracak bir mekanizmanın olmadığı, ama olması gerektiğidir. Kürt illerinde süregiden savaşta, devletin güvenlik güçlerinin “gücünü sınırlayan” ya da “hesap vermesini” sağlayan bir mekanizmanın olmadığı, Parlamentonun, muhalif bakanların ve muhalif milletvekillerinin dahi devreye girememiş olması nedeniyle, çok sayıda sivil ölümler, savaşan taraflardan ciddi kayıplar ve zorunlu göçlerin yarattığı acılar büyümüştür. Müdahale edilebilmiş olsaydı, şiddetin yerini yeniden demokratik siyaset alabilirdi, ne yazık ki bu olamadı. Yani sorun, “kitlesel zorunlu göç ve şiddete son ver!” diyecek bir muhalefetin, toplumsal hareketlerin ve burjuva kamusallığı içinde herhangi bir mekanizmanın olmamasıdır. Uluslararası hukukçularımızdan olan Rıza Türmen’in Güçsüzlerin Gücü adlı kitabında fark ettiğim bir bilgiyi paylaşmak istiyorum. Öğrendiğim şey, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin başlangıç bölümünde şöyle bir ifadenin yer alıyor olması: “İnsanın zulüm ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için insan hakları hukuk rejimi ile korunmalıdır. Bildirgeyi imzalamış olmasına karşın, Türkiye, Anayasa’da ifade edilen “hukuk devleti” olma niteliğini hızla yitirmektedir. Bu herkes için büyük bir tehlikedir; çünkü kontrolsüz güç, herkesi hedef haline getirebilir.
Cizre ve İdil’de savaşın ve yıkımın yarattığı etkiyi tanıklık ettiğiniz kadarıyla anlatır mısınız? Gittiğinizde neler yaptınız, nelerle karşılaştınız? Savaş hali ve sokağa çıkma yasakları kalktıktan sonraki hayat nasıl?
Halkların Demokratik Partisi’nin daveti üzerine, çok sayıda sosyalist parti, kurum ve işçi-emekçi kitle örgütü temsilcilerinden oluşan bir heyet olarak, 16 Nisan 2016 tarihinde Şırnak’ın Cizre ve İdil ilçelerini ziyaret ettik; bu kentlerde yaşanan şiddetten geride kalan izleri gördük. Olayları yaşayan insanları dinledik, dayanışma duygularımızı ifade ettik, yitirilen insanların ailelerine taziye ziyaretinde bulunduk.
Yaptığımız tanıklık, tarihsel bir kesitten bir anlık fotoğraftı. Vahşetin izleri, ne kadar ‘temizlenmiş’ olsa da, belli mahallelerde yoğunlaşan, yıkılmış binalar, ağır tahribat görmüş evler, duvarları kurşunlanmış binalar, yakılmış evler, dışarıya fırlatılmış atılmış televizyonlar; camları kırılmış binalar, kurşunlarla delik deşik edilmiş duvarlar öylece duruyordu. İnsanların yüzündeki acı, ziyaretçilere gösterilen gülümsemeye bir an karışıyor; ama acı tekrar inatla geri geliyor ve yüze ısrarla yerleşiyordu. Çatışmalar nedeniyle göçe zorlanan halkın çok büyük bir bölümü söylenenlere göre evlerine dönmüşlerdi. Bir yandan yitirilen canların acısı yürekleri dağlarken; öte yandan yaralar sarılıyordu; Cizre’deki evler, hasar görmüş binalar, halkın kendi emek ve birikimleri ve civar belediyelerin destekleriyle ağır ağır onarılıyordu. Kuşkusuz bir yandan halk acılarını sararken bir yandan da yeniden umut dolu bakışlar ve konuşmalar direnci ifade ediyordu. Bize; “Gelişiniz barışa, gidişiniz hukuka vesile olsun” diyordu bir Cizre’li uğurlarken…
Biliyorsunuz Cizre’de, beş kez sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Verilen bilgilere göre, Temmuz 2015’ten bu yana, güvenlik görevlileri dışında, 283 kişi hayatını kaybetmiş. Bu kayıpların arasında sivil halktan insanların çoğunluğu oluşturduğu ifade ediliyor. Cizre’deki bodrumlarda tanınmaz hale getirilen 79 ceset hâlâ morgda bekletiliyor; bu insanların kimliklerinin DNA yoluyla belirlenmesi için çalışmalar sürdürülüyor.
İdil’deki görüşmelere göre, ilk sokağa çıkma yasağı 16.02.2016’da ilan edilmiş; 55 gündür devam eden çatışmada kimliği belirlenen 46 kişi yaşamını yitirmiş. İdil’de, hayatını kaybeden insan sayısının 62 olduğu belirtiliyor. Özellikle “operasyonların tamamlandığı” ilan edilen 20. günden sonra 42. gün kadar süren tam günlü sokağa çıkma yasağı döneminde güvenlik güçlerinin, evlere ve eşyalara çok ciddi zararlar verdiği ifade edilmiştir. Sokağa çıkma yasağı adı altında sürdürülen ablukalar, şu an Cizre ve İdil’de saat 21:30 ile 04:30 arası saatlerde, Yüksekova, Nusaybin, Şırnak, Silopi ve Sur’da da tam zamanlı olarak devam ediyor.
Bu ziyarette halkın eski ve yeni Milletvekillerinin, Belediye başkanlarının, evinin kapısının önünden geçen ‘yabancı’ bir heyetle konuşmak isteyen kadınların, zafer işareti ile ellerini kaldırmış 8-10 yaşlarındaki meraklı çocukların ve taziye evlerindeki insanların acı dolu sözlerini dinledik. Saptamalarımızı ve çağrımızı bir basın açıklamasıyla Türkiye’nin Batısında yaşayan ve düzen medyası tarafından her gün asılsız haberlerle bilinci köreltilmeye çalışılan işçi-emekçi halkla ve ezilenlerle paylaştık.
Anayasasında demokratik bir hukuk devleti olduğunu belirtilen bir ülkede yaşanan ve anlatılan olayları, insan aklının anlamlandırması çok güç gözüküyor. Özellikle Cizre’de yaralı insanlar günlerce binaların bodrumlarında mahsur kalmış, buralarda sağlık hizmetine muhtaç yaralılara bu hizmetin verilmesi engellenmiş; vali ve kaymakamlar bu sürece müdahale etmemiş. Daha sonra insan hakları örgütlerinin temsilcileri bu bodrumlarda yanmış bedenlerin bulunduğuna tanıklık etmiştir. Ziyarettenn sonra dönüşte İnsan Hakları Vakfı’nın Cizre Raporunu okudum. Tanıklıklar bize aktarılanlarla örtüşüyordu; rapor çok detaylı idi; çok sayıda derinlemesine görüşmeyi aktarıyor; kentten kalan izleri fotoğraflarla kamuoyu ile paylaşıyordu. Ne kadar gizlenmeye çalışılmış olursa olsun, halkın hakikati bu raporda açıkça ortaya konulmuştu. Güvenlik güçlerinin hakikatini ise “devlet sırrı” olsa gerek hala bilmiyoruz.
Hem Cizre’de, hem İdil’de, tahribat çok büyüktü. Birçok evin patlama sonucu veya dozerlerle yıkıldığı gördüm. Kimi durumlarda dışarısı en ufak bir tahribat görmemiş birçok evin içi bütünüyle yakılmış durumda idi. Cizre belediye başkanının anlattığına göre, başka hiçbir tür hasarın görülmediği ayakta kalan evlerin içinde ise beyaz eşya, televizyon, gardrop gibi eşyalar sahiplerince paramparça edilmiş halde bulunmuştu. Sokağa çıkma yasağı döneminde sadece elektrik ve internet dâhil çeşitli iletişim araçlarının kesilmesiyle yetinilmemiş, her iki ilçede de kanalizasyon ve su şebekeleri büyük ölçüde çalışmaz hâle sokulmuştu.
Geçmişte teşhir edilmiş “Esedullah Tim” ve “JÖH” ya da “PÖH” imzalı çeşitli yazılamaların örneklerine heyetimiz de tanık oldu. Tarihi Cizre sokaklarında devasa harflerle şu yazılama okunuyor: “Türk adımız/Oğuz boyumuz/Avşar soyumuz”. İdil’de bir duvara ise boylu boyunca şu yazılı: “Allah tektir/Ordusu Türktür”! Mardin-Cizre karayolundaki polis kontrol noktalarında “Osmanlı şehidi ölmez” türü sloganlar veya üç hilalli simgeler görmek sıradan olaylar…
Heyetimiz Cizre’yi ziyaret ettiğinde bodrumlar büyük ölçüde kapatılmıştı, yani yıkıntı halindeydi. Bodrumlardan yaralılar çıkarılsalardı; burjuva hukuku içinde yargılanacak olsalar dahi, yaşayabileceklerdi. İdil’de ise, bana çok dokunan olaylardan biri cenaze araçları mevcut olduğu halde cansız bedenlerin traktör römorklarında taşınmasıydı. İnsan şu soruları sormadan edemiyor: Hangi yaşamların yaşam sayılacağına ve hangi ölümlerin yasının tutulacağına karar veren kimdir? Ve de her kimse buna hakkı var mıdır?
Cizre ve İdil’de halkın morali nasıldı? Ayrıca geri dönen insanların ihtiyaçları nelerdir?
Cizre ve İdil’in ve muhtemelen kuşatma altında kalmış öteki Kürt kentlerinin hakikatinin tek boyutu bu zulüm değildir. Aynı zamanda direniştir. Yerel halkın ifadesiyle, kaymakamın ya da savcının bile söz geçiremediği bir güvenlik gücü, bölge halkının zihninde ve vicdanında derin yaralar açmış gözüküyor. Ancak umutlar da tükenmemiştir. Sokağa çıkma yasakları sırasında ve sonrasında halkın gösterdiği direncin en belirgin yönü ise, az önce belirttiğim gibi, 1990’lı yılların büyük göçünün tekrarlanmamış olmasıdır. Cizre’de nüfusun yüzde 80’inin geri dönmüş olduğu belirtiliyor. İdil’de ise ailelerin çoğunun ya köylerine yakınlarının yanına sığındığı ya da civar il ve ilçe merkezlerinde (Mardin, Midyat vb.) geçici olarak barındığı söyleniyor.
Bugün Cizre ve İdil’de Rojava yardım faaliyetinin uzantısı olarak gıda yardımı yapılmaktadır. GAP Belediyeler Birliği’nin de katkısıyla su ve kanalizasyon şebekeleri onarılıyor. Rojava Derneği'nin koordine ettiği yardım kampanyasıyla ihtiyaçlar için para toplanıyor ve “kardeş aileler” kampanyasıyla çeşitli ihtiyaçlara yanıt aranıyor. Öte yandan yörenin yaz aylarında iklim özellikleri göz önüne alındığında, kasten tahrip edilen buzdolaplarının ve klimaların tedariki başta gelen ihtiyaç maddeleri. Her ne kadar kaymakamlıklar yasadışı biçimde belediyelerin yetkilerini gasp etmeye ve yardım çalışmalarını polis zoruyla engellemeye çalışsa da halkın ısrarı ve yoğun emeğiyle bu ilçelerde yaşam her gün yeniden ve yeniden kurulmaktadır.
Cizre, İdil ve diğer Kürt illerinde Devletin yürüttüğü operasyonlar “Terörle mücadele” mi yoksa bir “savaş” mıdır?
Biz Cizre’ye ulaştığımızda çatışmaların bittiğini ve hayatın “yeni” bir normale döndüğü belirtilmişti; ancak güvenlik görevlileri kontrol noktasında Cizre’de araçtan inemeyeceğimizi ve halkla görüşmeyeceğimizi, basın açıklaması vb. yapamayacağımızı çok net bir biçimde söyledi; ayrıca güvenlik açısından Cizre ziyaretini, özel harekâtçılar eşliğinde yapabileceğimizi yoksa topluluğu “dağıtacağı”nı açıkça ifade etti. Çatışmanın bittiği, göç edenlerin geri döndüğü bu aşamada dahi Anayasada güvence altına alınmış olan ‘seyahat etme özgürlüğü’ ve ‘ifade özgürlüğü’ yoktu. Bu nedenle sorunuza bizim ziyaretimizdeki gözlemlerimizle ilgili ancak bu kadar yanıt verilebilir. Ancak başka raporların desteği ile bu sorunun cevabının izleri sürülebilir. İki muhalefet partisinin (CHP ve HDP) hazırlamış olduğu Cizre raporlarında, onbinlerce insanın göçe zorlanması, çatışmaların belli mahallelerde yoğunlaşsa dahi tüm kente yayılmış olması, güvenlik güçlerinin kentin içine ağır silahlarla girmiş olması, kentin barınma ihtiyacını göremeyecek biçimde yıkık alanlarının olması, sivil halktan ölümlerin çok sayıda olması, Cizre’de yaşananın “sıradan bir terörle mücadele” olgusuna karşılık gelmediğini ortaya koyuyor.
Biz sadece Cizre’nin bir mahallesinden geride kalanları gözlemledik. CHP Heyeti, bölgeyi ziyareti sonrasında bir rapor hazırlamış ve kamuoyu ile paylaşmıştı. Rapor sunulurken CHP Milletvekili Fikri Sağlar’ın sözleri özellikle çarpıcıydı. Fikri Sağlar’a göre operasyonların gerçekleştiği 4 mahalle yaşanmayacak hale gelmişti; “evler, apartmanlar çökertilmiş”ti. Halka karşı, “Tanklar, toplar, doçkalar kullanılmıştı”. Sağlar sözlerini tamamlarken Suriye’deki savaşın sonuçlarıyla bir ilişki kurarak bir karşılaştırma yapmıştı. Çok iyi anımsıyorum; 'Suriye’den gelen milyonlarca insana bağrımızı açtık' diyen hükümetin kendi yurttaşına bakışı esef verici” demişti. CHP’li vekil, bölgedeki hukuki düzenlemelerin rafa kaldırılmış olmasına işaret etmiştir; ona göre, bölgedeki vali ve kaymakamlar etkisizdir; Cizre’ye ilişkin bilgilerin Terörle Mücadele Şubesi ve Silahlı Kuvvetler’de olduğunu ifade etmiştir Cizre Kaymakam’ı. Yine Fikri Sağlar, 1990’larla AKP döneminde olanları karşılaştırmıştır; Milletvekili, 90’larda dahi böyle bir manzara görmediğini, o zaman JİTEM ve diğer güçlerin faili meçhul cinayetler işlediğini, ne var ki bugün olayın kitlesel çatışmalara dönmüş olduğunu, bodrumlarda yanmış ceset parçalarını gördüklerini ifade etmiştir. (http://t24.com.tr/haber/cizreye-giden-chpli-vekiller-suriyeden-farksiz-boyle-giderse-bati-da-karisir,330913) Öte yandan HDP’nin “Cizre’de Sokağa Çıkma Yasağı Sırasında Sivil Yurttaşlara Yönelik İnfazlar ve Hak İhlalleri Raporu, görgü tanıklarının sözlerini de içerecek niteliktedir.
Egemen medyanın yansıttığından farklı olarak bu saldırılar ‘terörle mücadele’ söylemi ile geçiştirilemez. İki seçim arasında, HDP ciddi bir terörist saldırı ile karşı karşıya kaldı. HDP’ye yönelik ilk büyük saldırı, 7 Haziran seçimleri öncesinden Diyarbakır mitingindeki patlama ile oldu. Ardından Ankara’nın en seçkin bölgesindeki HDP genel merkezi, göz göre göre yakıldı. Çeşitli kentlerde HDP il/ilçe binalarına dönük saldırılar devam etti; bu saldırılar karşısında direnen HDP yöneticilerine yönelik gözaltı ve tutuklamalar giderek arttı. Bu gelişmelere Suruç ve Ankara katliamları da eklendiğinde görünen odur ki HDP ve demokrasi güçleri ‘kör bir terör’ün hedef tahtasına oturtuldu.
Türkiye’nin siyasal iktidarca götürülmek istendiği Başkanlık sisteminin önündeki en büyük engel, “Seni başkan yaptırmayacağız!” şiarı ile 7 Haziran seçimlerinde kampanya ören HDP olmuştur. Yasal bir parti olan HDP, Türkiye’nin imzalamış olduğu uluslararası belgeler, Anayasa ve yasalara aykırı biçimde siyaset yapamaz duruma getirilmek istendi. Son olarak ziyaret gerçekleştiğimiz Cizre ve İdil’de saldırı kararı alındıktan sonra halk şehri terketmeye yani zorunlu bir göçe zorlandı ve çocuklarını bırakamayan, gidecek bir yeri olmayan insanlar ya da mahalleleri ve evlerinde kalan ve direnen insanlar bölgedeki vahşetin mağduru oldu. Siyasal iktidarın yaklaşımı, HDP’nin siyasal özgürlükler temelinde siyaset yapmasını sağlamak olmadı; kendisini desteklemeyen buna karşın halkların kurmak istediği ortak vatan projesine acımasız biçimde saldırmak oldu. Gezi isyanı sırasında, sokaklarda özgürlüklerinin kısıtlanmasına karşı çıkan insanlar nasıl iktidar tarafından suçlu olarak gösterilmek istendiyse, benzer biçimde Cizre ve İdil halkı da toptan “terörist” ilan edildi.
Cizre, İdil ve yıkılan tüm ilçelerde yürütülen saldırılara karşı en şiddetli tepki, “Bu suça ortak olmayacağız” diyen 1128 akademisyenden geldi. İmzaladıkları bir bildiri nedeniyle, savaşı andıran operasyonları alternatif medya ve sosyal medya üzerinden izleyen bu akademisyenler Cizre’de yaşananlar ve sonrasında olabilecekler konusundaki endişelerini ifade ettiler ve barış içinde yaşam hakkını tesis etmesi için siyasal iktidarı uyarmak istediler. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın karşı saldırısıyla birlikte sıradan bilim insanları olarak eğitim ve araştırma faaliyetlerini sürdüren akademisyenler bir gecede “terörist propaganda yapan kişiler” olarak ilan edildiler.
Sizce savaş, yıkım ve göçe zorlama özelde kadınları nasıl etkiledi? Savaşın kadın yüzü ne idi? Kadın bedeni ve düşmanlığı üzerinden yürütülen savaş hakkında ne düşünüyorsunuz?
Kuşkusuz her türlü savaş, göç ve yıkım, kadın, erkek ve çocuk tüm insanları etkiler; ancak kadınlar bu acıyı daha çok yaşarlar. Bizler ziyaretimizde Cizre’de kalan kadınların yüzündeki keskin acılara tanıklık ettik. Kadınların bedenleri öldürüldükten sonra bile nefretin doğrudan nesnesi olmuştu, bu bedenler insanlar üzerinde baskıyı ve acıyı artırma konusunda kullanılabilmişti. Güvenlik görevlilerinin Cizre’de kadınlara yönelik düşmanca uygulamalarından biri, hatırlarsınız kıyafetleri çıkarılmış bir kadın bedeninin görüntülerinin sosyal medya hesaplarınca paylaşması ile gerçekti. Ayrıca öldürülen birçok kadına tecavüz edildiği bilgisi de mevcut. Sokağa çıkma yasakları boyunca güvenlik görevlilerinin cinsiyetçi politikaları, evlerdeki cinsiyetçi, ağır hakaret içeren yazılamaları gördük. Raporlarda, fotoğrafları çekilen duvarlara “fistanla devlet kurulmaz”, “kızlar geldik neredesiniz”, “kızlar geldik yoksunuz” gibi doğrudan kadını ve kadınlığı hedefleyen duvar yazılamaları karşısında insanların hissettiklerini kendi anlatılarından okuduk. Az önce sözünü ettiğim filmde de şiddet ve öfke anlarında erkeklerin, cinsiyetçi küfürlerle birbirlerine daha çok zarar vermek istedikleri görülmektedir. Cizre hakkındaki raporlarda da bu konuya değinilmiştir.
Evleri yok edilen aileler için çeşitli bölgelerde yeni imar projeleri hazırlanıyor. Göçe zorlanan ailelerin yaşamları geri döndüklerinde nasıl olacak? Bu ‘yıkımlardan fırsat çıkarma hali’ için ne söylemek istersiniz?
Göçe zorlanan ailelerin Cizre’ye büyük ölçüde döndükleri belirtildi. Bu konuda görüştüğümüz Cudi Mahallesi’ndeki bir kadın, 1990’lardaki gibi, Kürtlerin bölgeyi terk edip gitmediklerini çoğunun topraklarına, kentlerine ve evlerine geri döndüklerini söyledi. Ayrıca göç sırasında yaşadığı güçlükleri de anlattı; biraz daha şanslıydı, evi çok fazla hasar görmemişti. Ama onun evinin karşısındaki üç katlı güzel binanın tüm camları kırık, camları kırık pencereleri akşam soğuk girmesin diye naylonlarla kaplıydı; duvarlar ise kurşun izleriyle doluydu. Geri dönenler belli ki evlerini özlemişlerdi; sessiz bir telaşla yıkım, bakım ve onarım çalışmaları sürdürülüyordu.
Biliyoruz ki kapitalizm, her türlü doğal ya da toplumsal yıkımı fırsata çevirir. Bu ilçelerdeki yıkım, kentsel rant peşindeki bürokrat ve müteahhitlerin beklentilerini yükseltmiştir. Belediye ekiplerinin tetkikleri sadece 1200’ün biraz üzerinde evin kullanılamayacak halde olduğunu ortaya koymuş olmasına karşılık, merkezi devlet yetkilileri 3200’e yakın konutun “kamulaştırılması”nı ve yıkılarak kentsel dönüşümden geçirilmesini öngörüyor. Öyle anlaşılıyor ki, Ahmet Davutoğlu’nun Sur ile ilgili olarak açıkladığı yağma planının bir benzeri Cizre için hazırlanıyor. En büyük sorun ise özellikle Cizre’de geçmişin mimari dokusunun ortadan kaldırılması planıdır.
Peki sizce barış ve müzakere masanın devrilmesi ve ardından gelen seçimlerle bu şiddet politikasının bir ilişkisi var mıdır?
Şırnak’ın sınır ilçeleri olan Cizre ve İdil’de yaşanan savaş, kuşkusuz Suriye savaşından da etkilenmekle birlikte asıl olarak Hükümetin iç ve dış politikasının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı. Ne yazık ki masa devrildi ve barış ve müzakere süreci buzdolabına kaldırıldı. Ardından Türkiye siyasetinin çok renkliliğini yansıtan 7 Haziran 2015 Genel Seçimlerinin yok sayılması ve 1 Kasım seçimlerinde AKP’nin hem Cizre hem de İdil’de sandıktan adeta silinmesiyle birlikte kentte gerilim arttı; sandıktan çık+an büyük oy oranlarıyla radikal demokratik talepler de hızla yükselmişti. Bildiğiniz gibi, Türkiye’de 1 Kasım seçimlerini % 49,5 oy oranı alan AKP, Cizre ve İdil’de, hatta Kürtlerin çoğunlukta olduğu bütün kentlerde seçimi kaybetmiştir. Güvenlik görevlilerinin mahallelere girişini engelleyen hendekler ve ardından gelen ‘özyönetim ilanları” siyasal iktidarın tüm gücüyle Cizre’ye saldırmasının ‘nihai bahane’sini oluşturdu. Süren çatışmalar ve gündelik yaşamı sürdürülemez kılan sokağa çıkma yasakları nedeniyle anneler, çocuklarının cansız bedenlerini buzdolabında saklamak zorunda kalmıştır. Cizre için, “buzdolabı metaforu” derin acıları simgeliyor.
131 bin civarında nüfusa sahip Cizre’de, Kürt halkı 2011 genel seçimlerinde % 79.4 oy oranı ile bugünkü HDP çizgisindeki bağımsız adaylara oy verdi; AKP ise o dönemde ancak % 16.7 oranında oy alabildi. Cizre halkı, 7 Haziran genel seçimlerinde % 92 oy oranı ile desteklediği HDP’yi, 1 Kasım 2015 seçimlerinde ise % 93’ün üzerinde oy oranı destekledi ve onun sunduğu toplum projesine onay verdi. 1 Kasım genel seçimlerinde İlçede, AKP % 4.9 oy oranı ile sandığa gömüldü. Öte yandan İdil’e gelince, 2011 genel seçimlerinde bugünkü HDP çizgisindeki bağımsız adayların oy oranı % 71.5’ken AKP’nin oy oranı % 22.1 oldu. 1 Kasım 2015 seçimlerine gelindiğinde HDP’nin oy oranı % 82.7’ye yükselirken (7 Haziranda % 83.7) AKP’nin oy oranı % 14.8’e geriledi. AKP bu ilçelerde adeta hüsrana uğratıldı. Şırnak genelinde 1 Kasım seçimlerinde HDP % 85.5, AKP ise 11.1 oranında oy aldı. Kürt halkının büyük bir çoğunluğu, HDP’nin demokratik bir cumhuriyetin önünü açan toplum projesini destekledi. Şiddet politikasına dönüşün temel nedenlerinden biri, seçim sandığından çıkan bu sonuçlar olsa gerektir. İktidarın bölgesel düzlemde kaybı ve ortak mücadelenin yükselişi karşısında iktidar, rıza üretme yerine şiddeti tercih etmiştir.
Son olarak size göre bundan sonra ne olacak? Kadınlara, öğrencilere, emek ve demokrasi güçlerine düşen görevler nelerdir? Ne yapmalı?
Yeniden çatışmalı ortama evrilen Kürt sorununda, siyasi çözüm arayışlarına yönelik çabaların artırılmasına ihtiyaç var. Yaklaşık kırk yıldır şiddet ile geriletilmeye ve yok sayılmaya çalışılan bu sorun, güvenlik politikaları ile çözülmüyor, tersine büyüyor ve derinleşiyor. Hem sivil halktan hem de çatışan taraflardan ölümler, kutuplaşmayı ve ayrışmayı derinleştiriyor. Üstelik son çatışmalar bir kopuşa işaret ediyor. Tarihten alınacak derslerle bugünün sorunlarını demokratik siyasetle çözmekten başka çıkışımız yok. Asıl üzerinde durulması gereken sorun, Anadolu ve Mezopotamya’da birlikte barış içinde nasıl yaşayabileceğimiz üzerine düşünmek ve eylemek. Barış içinde yaşama hakkını hayata geçirecek demokratik mekanizmaları kurmak ve nihayetinde demokratik ve sosyal bir cumhuriyetin önünü açmak…
Bugünden yarına atılacak ilk adım, emek ve demokrasi bloğunu büyütmek ve toplumun geniş kesimleri ile ortak mücadele zeminlerinin örülmesini sağlayacak görevler üstlenmektir. Sınıf mücadelesi ile demokrasi mücadelesini birlikte ahenk içinde yürütmenin yol ve yöntemlerini bulmak, keşfetmek ve uygulamak gerekiyor. En makrodan mikro yapılara kadar, devlet, işyeri, aile ve sokaklarda iktidarın her türlüsü görebilmek ve teşhir etmek, bunun için eleştirel bilince ihtiyacımız var. Bu bilinç, Freire’nin deyişiyle, “…sosyal, siyasi ve ekonomik çelişkileri kavramak ve gerçekliğin insanları ezen koşullarına karşı harekete geçmek için gereken öğrenme süreci”dir. Öte yandan iktidarın karşısına demokratik alanları çıkarmak ve bunların geliştirilmesini sağlamak gerekiyor. Kapitalist bir toplumda zaten varolan sınıfsal, cinsiyet ve cinsel kimlik, ırk ve etnisite temelli tüm bölünmeler içinde, eşitliği, barışı ve özgürlüğü inşa etmek ve yaşatmak gerek. Zira insanlar gördükleri ve içinde yaşadıkları etkili ve insancıl deneyimleri farkeder, benimser ve başka alanlarda ve hayatlarında uygulamaya geçirirler. Basit ve mütevazı görülen sıradan gündelik yaşamları, barış ve demokrasi pratikleriyle örmek ve işlemek gerek. Bu alanlarda sömürücü, tahakkümcü, milliyetçi/ırkçı, militer, cinsiyetçi ve homofobik eğilimlerle mücadele büyütülmelidir. Zira eşitlikçi zeminden beslenmiş bir demokrasiyi hiç yaşamayan insanlar, ne ellerindeki az sayıda hakları savunabilirler; ne de daha demokratik ve sosyal bir toplumu özleyebilirler. Demokrasilerde ise iktidar olmaktan çok muhalefet olmanın önemi büyüktür. Stanford Prison Experiment filminde olduğu gibi, iktidarlara karşı iyi temellendirilmiş bir savunmayla “dur!” diyecek ya da “isteğimiz budur!” diyecek bir muhalefet örülmelidir.