1984 Ağustosu’ndan bu yana geçen kırk yıllık sürede, gün geçmiyor ki Kürt sorunu temelli bir çatışmanın, güvenlik güçlerinin veya yargı organlarının operasyonlarının ya da siyasi gündemin sert tartışmalarının olmadığı bir an geçmiş olsun.
80’li, 90’lı yılların, bitmeyen yurt içi ve sınır ötesi operasyonları, sivil ölümleri, adam kaçırmalar, yargısız infazlar, köy boşaltmalar, korucu vukuatları, ile dolu TV, gazete haberleri, Türkiye’yi, ülkenin Doğu ve Güneydoğu’sunda yaşanmakta olan korkunç siyasi ve sosyal deprem gerçekliğiyle yüzleştiriyordu.
Sıkıyönetim ve OHAL’in hüküm sürdüğü TRT’li yılların tek taraflı propagandası altındaki halk, “Anadolu’dan Görünüm”le resmi söyleme göre şartlandırılmaya çalışılıyordu. Yeni yayın hayatına başlamış olan özel kanallarda ise, siyasal ve yargısal kısıtlılık altında derdini anlatmaya çalışan Kürt sözcüleri ve resmi söylemin konforu ve kibriyle onlara karşı nobran ve suçlayıcı dil kullanan had bildiricilerin tartışmaları merakla izleniyordu.
Derken internet ve cep telefonları hayatımıza girdi. Bilgiye ve habere erişmek hem daha hızlı, hem de farklı kanallar kullanılarak çapraz doğrulamalarla görece daha sağlıklı hale gelmişti. Çatışmaların tüm acımasızlığı, mağdurların tüm trajedileri, sansürsüz olarak ilgilenenlerin bilgisi dahiline girmeye başlamıştı. Devlet korkunç bir ekonomik kaynak ayırıyor, yoksul halkın temel ihtiyaçlarına harcanacak paralar artık kamuoyunun iyi kötü bilgi sahibi olduğu bir isyana ayrılıyor, kamusal güç rutin/hukuk dışına çıkıyor, demokrasi, güçler ayrılığı, kurumsal özerklikler güvenlik ihtiyaçlarına göre hizalandırılıyordu. Yani sadece insan kaynakları ve ekonomik kaynaklar değil devletin kurumsal yapısı ve tüm demokratik birikim de bu kavga için berhava ediliyordu.
Gelinen an itibarıyla artık anlaşıldı ki, bu iş, resmi söylemin ifade ettiği gibi, bir grup maceracı bölücü gencin dış güçlerin kışkırtmasıyla ülkenin huzurunu bozmak için giriştikleri bir kalkışma olarak izah edilebilecek bir mesele olmaktan çok daha fazlasıdır; ve ardında tarihi bir derinlik ve sahici bir talep ve öfke olmadıkça bunca bedel bunca geniş bir halk kitlesi tarafından göze alınası değildir.
Meselenin kökü, Türkler’e 1071’de Anadolu’nun kapılarını açan, 1514’te de İdris-i Bitlisi ve Yavuz’un Amasya’da imzaladıkları federasyon anlaşması ile Ortadoğu’nun kapılarını açan Kürtler’in, Tanzimat’a kadar sorunsuz devam eden bu anlaşmayı, “devleti merkezileştireceğim” diye tek taraflı olarak bozan Osmanlı’ya karşı başlattıkları ve yenildikleri isyana, 1847lere, kadar dayanmaktadır.
Kısacası, sözünde duran Kürtlerin sözünü çiğneyen Osmanlı’ya karşı isyanıdır işin temeli. Sonra 1880 Ubeydullah isyanı gelir. Hamidiye Alayları ile maaşa bağlanıp sadakatleri tahkim edilmeye çalışılır Kürtlerin, bir dönem. Müslüman Arnavutlar 1912’de bağımsızlık ilan ederken Kürtler merkeze bağlılıklarından ödün vermezler. Osmanlıcılık’tan Türkçülüğe evrilen İttihad Terakkili yıllarda, Dünya savaşı günlerinde, Araplar ayrılmaya yönelirken Türklerle kader birliğinden yine ödün vermez Kürtler. Hatta öyle ki, içlerinden bazıları, merkezi hükumetin uygulamakta olduğu Ermeni politikasında işbirlikçiliği bile yaparlar. Çanakkale’de yine birlikte savaşırlar. Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde beraberdirler. Mustafa Kemal İstanbul Hükumeti temsilcileriyle Amasya’da protokoller imzaladığında, vatan diye tanımladığı toprak parçası, Kürtlerin Türklerle beraber yaşadıkları yerdir ve buna mukabil Kürtlerin tüm ırki/milli hakları garanti altına alınacaktır.
1921 Anayasası hazırlanırken kimlik ve idari özerklik talepleri üzerine ısrarcı Koçgirililerin istekleri 1921 Anayasası’nda öngörülmüş olmasına rağmen, Anayasa kabul edildikten sonra tenkile maruz bırakılır Koçgirili Kürtler. Anlaşılan Amasya protokolleri unutulmuştur.
1921 Ekim’inde Fransızlarla Suriye sınırını belirleyen Ankara Anlaşması sonrası, 1922 Mart’ında Ankara’ya gelip Türkiye’ye bağlı özerk bölge olmak istediklerini belirten Kürtdağlı Kürtlerin bu talebi Meclis tarafından kabul görmez. (Afrin-Cerablus bölgesinde, resmi adı Kürt Dağı olan ve tüm tarihi-coğrafi kayıtlarda bu adla anılan dağlar, Suriye içsavaşı döneminde, hiçbir kaynakta olmamasına rağmen Erdoğancı Türkiye tarafından Türkmen Dağı olarak anılmaya başlanmıştır. Bir başka örnek de, Kürtçe yer adları olan Kabanê, Serekaniye ve Girespi yerine Aynelarab, Rasulayn ve Telabyad tercih edilirken, Arapça yer adı olan Er Rai yerine Türkçe Çobanbey tercih edilmektedir. Erdoğancı Türkiye’nin özellikle Kürtlere dönük inkarcı politikasının en ibret verici ipuçlarından biri, isim değiştirme konusundaki Türkiye deneyimine sıkı sıkıya bağlı kalan bu pratikte gizlidir.)
Musul Kerkük sorunu nedeniyle 1924 Şubat’ında inkitaya uğrayan Lozan Konferansı sırasında Süleymaniyeli Şeyh Mahmud Berzenci Türkiye’ye bağlı özerk bölge talebini Meclis’e iletmiş olmasına rağmen Ankara tarafından bu talep Teşkilat-ı Esasi’ye uygun bulunmadığı gerekçesiyle reddedilir.
1923 Temmuz’unda Lozan imzalanıp Türkiye’nin mevcut sınırları kesinleştirilirken, Lozan heyeti Ankara hükumetini, Türklerin ve Kürtlerin ortak hükumeti diye takdim ediyordu.
3 Mart 1924’te hilafet ilga edilip 20 Nisan 1924’te de yeni anayasa ile her şey Türkleştirilence, tüm tarihleri boyunca Türklerle en sadakatli ilişki kurmuş olan, ama her fırsatını buldukça Kürtlerin ırki/milli ve idari taleplerini ihlal eden Türkler ile Kürtlerin zayıflamış olan bağları neredeyse tamamen kopmuştu.
1924 Beytüşşebap ayaklanmasını 1925 Şeyh Said isyanı takip etti. Takrir-i Sükun, İstiklal Mahkemeleri ve Şark İslahat Planı’yla adeta Kürt bölgelerinin kolonizasyonu başlatılmıştı. 1926-27-30 Ağrı, Zilan Motki, 1935 Sason ve 1937-38 Dersim ile fetih tamamlanmıştı. Bu süreç sonrasında, korkunç denilebilecek ölçekte Türkleştirme pratikleri yaşandı. Yaklaşık 21 yıllık sessizliği
Mele Mustafa Barzani hareketliliğiniden etkilenen 1959’daki 49’lar yargılamaları ve 1960 sonrası Kürt büyüklerinin Sivas kampında toplatılması takip etti. Büyük sessizlik bozulmuş ve Kürt sorunu yine gündeme oturmaya başlamıştı.
1961’de sosyalist ideolojinin etkisindeki TİP kurulunca, Kürt sorunu, Doğu sorunu kamuflajı ile yeniden Türkiye siyasetinin en temel ve korkutucu gündemi olarak baş köşeye oturdu. 67-68-69 lar, Avrupa’yı kasıp kavuran 68 kuşağının etkisiyle, Türkiye’de hem sol hem de Kürt hareketinin özgüvenle açığa çıkmaya başladığı yıllardır. TİP’in Doğu mitingleri ve Devrimci Doğu Kültür Ocakları bu dönemin ürünleridir. TİP, 12 Mart sonrası kapatılırken, gerekçesi bölücülük yapmaktır. İllegal devrimci öğrenci hareketleri, Kürt sorununu hem kendi içlerinde hem de kamuoyu önünde özgürce tartışırken sol örgütlerdeki Kürt öğrencilerin kendi örgütlerini aşan beraberlikleri 1978’de PKK’nin kurulması ile sonuçlanır. Sonrası, hem Türkiye sınırları içinde, hem Irak ve Suriye sahasında devam eden, sonuçlarına yakinen maruz kaldığımız 40 yılı aşan çatışma süreci.
6 Cumhurbaşkan , 10 Başbakan, bir o kadar da Genel Kurmay Başkanı eskitmiş Kürt sorunu son 40 yılda hepimize ağır bedeller ödetti:
– Çeşitli kaynaklarda farklı ifade edilse de, verilen en büyük rakam, siviller dahil, 107 bin civarında ölüm
– Binlerce faili meçhul,
– Binlerce kalıcı bedensel ve ruhsal yaralanma,
– 10 binlerce insanın cezaevine girmesi,
– 10 binlerce insanın sürgünlere gitmesi, ki bugün Avrupa metropollerinde en fazla duyacağınız ikinci dil Kürtçedir,
– 10 binlerce insanın dağa çıkması,
– Yüzlerce köyün boşaltılması,
– Metropollerin varoşlarında küçücük evlere sığınmış, sömürüye, yozlaşmaya açık hale gelen parçalanmış hayatlar, ensest, namus cinayetleri, fuhuş, uyuşturucu ve suç çetelerinin ve kapitalist sömürünün istihdamına hazır hale getirilmiş enfekte hayatlar
– sıkıyönetimler,
– OHALler,
– Siyasi partilerin kapatılması, partililerin cezaevlerine atılması,
– Milletvekillerinin, Belediye Başkanlarının, yerel yöneticilerin ceza evlerine atılmaları,
– Demokrasinin ağır yara alması,
– Basının, sivil toplumun, sendikaların ve çalışanlarının işlevsizleştirilmeye çalışılması,
– Güvenlik kaygısıyla Yargı’nın ve Yasama’nın özerkliklerini yitirip Kuvvetler Ayrılığı’nın yok olması,
– Koruculuk sistemiyle yozlaşmış kamu yönetimi ve parçalanmış sosyoloji,
– Ve bütün bunların üstüne ağır bir ekonomik maliyet.
Araştırmacı İzzet Akyol’a göre 40 yıllık çatışmalı sürecin dolaylı maliyetleri de hesaplandığında yaklaşık maliyet 3 trilyon 630 milyar Dolar’dır. Bu da, temel yatırımlara ayrılması gereken kaynakların askeri harcamalara yönlendirilmesi, Turizm gelirlerinin kaybı, gelememiş olan yabancı sermaye, veya yabancı sermaye girişinin azalması, hayvancılık ve tarım üretiminin bazı bölgelerde bitirilmesi gibi kalemleri içermektedir. Sözü edilen yaklaşık 3,6 trilyon Dolarlık zarar, Türkiye’nin bu sürede %22,6 büyüyememesi anlamına gelmektedir.
1924’te başlayan Kürt inkarına dayalı resmi inat, 40 yıllık bu sürdürülemez tabloyu ortaya koymuştur.
Son 40 yılda bir kaç barış denemesi maalesef sonuçsuz kalmış ve her başarısız deneyimin arkasından daha sert ve toplumu daha fazla yaralayan çatışma süreçleri yaşanmıştır. 2024 Ekim’inde başlatılan son süreci bu sefer başarıyla sonuçlandırmalıyız. Bu sürecin başarıya ulaşması için resmi muhatap olarak açıkça ilan edilen Öcalan’ın örgütü ve kitlesi ile teması mutlaka sağlanmalıdır. Öcalan üzerinde uygulanmakta olan yasadışı tecrid kaldırılmalıdır. Bir de, çatışmaya gerekçe teşkil eden sorunun çözümüne dair atılacak adımlar; vatandaşlık tanımı, anadilde eğitim, yerel yönetimlerde anadil kullanımı, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, demokratik standartların yükseltilmesi vs gibi, anayasal, yasal önlemler halkla paylaşılmalıdır.
Hükumet, İmralı heyetinin bir daha adaya gitmeyeceğini ilan ettiğine göre, anlaşılan ileriki günlerde İmralı’dan yapılması beklenen çağrı ya detaylı bir yazılı belge ya da sesli görüntülü bir mesajla olacaktır. Kırk yılın çatışması 40 dakikalık sesli veya görüntülü kayıtla çözülemez.
Ayrıca DEM Parti ve DEM Parti ile belli bölgelerde yerel seçim ittifakı yapmış olan CHP’nin bu işbirliğinin hükümetçe kriminalize edilmesi, bu sürece duyulan güveni zedelemektedir. Kayyım uygulamalarına derhal son verilmelidir. Hükümet, anlaşılan, Kürt siyasi hareketinin sadece kendisiyle ilişki içinde olmasını istemektedir, ama Kürt sorunu gibi tarihi kökleri olan kadim bir sorun sadece iktidarla değil, muhalefetin de işbirliği ile ancak çözülebilir. Zaten Öcalan’ın Meclis’i işaret etmiş olması da, bu konunun önemini ifade babındandır.
Sürecin toplumda, beklenen heyecanı yaratamamış olması, hem sürecin ruhuna uymayan hükumet uygulanaları hem de halktaki temkinli ve tedbirli yaklaşım nedeniyledir. Hükümetten beklentimiz, temkinimizi daha fazla yormamasıdır.