Planlama yazı dizisinin önceki bölümünde, 1970’lerin krizine sosyalist blok ve Çin’in verdiği farklı yanıtları ele almıştım. Doğu Avrupa, dış borç bağımlılığı ve IMF dayatmalarıyla giderek daralan bir manevra alanına sıkışırken, Çin kademeli ve deneysel bir reform çizgisiyle bu sıkışmayı aşabildi. Bu tartışma bize, sosyalist planlamanın kriz karşısında nasıl evrildiğini göstermişti.
Bu haftadan itibaren ise odağımı kapitalist dünyadaki planlama biçimlerine kaydırıyorum. Sosyalist planlamanın yanı sıra, özellikle geç kapitalistleşen ülkelerde ortaya çıkan iki farklı planlama türünü inceleyeceğim: Yol gösterici planlama ve disipline edici planlama. Her iki planlama türü de hızlı sanayileşme ihtiyacının ürünüydü; ancak devlet-sermaye ilişkilerinin niteliğine göre farklı sonuçlar doğurdular.
Bu çerçevede ilk örnek olarak Hindistan’a bakmak anlamlıdır. Çünkü Hindistan, bağımsızlık sonrası dönemde iddialı bir kalkınma planlaması yaklaşımını gündeme getirdi ve diğer geç kapitalistleşen ülkelere örnek olarak gösterildi. Hindistan planlaması, Vivek Chibber’in Locked in Place: State-Building and Late Industrialization in India (2003) [Kilitlenmiş Düzen: Hindistan’da Devlet İnşası ve Geç Sanayileşme] kitabında ayrıntılı biçimde gösterdiği gibi, hiçbir zaman “disipline edici” bir nitelik kazanmadı. Sermaye sınıfı üzerinde bağlayıcı bir otorite kurulamadan, daha çok “yol gösterici” planlama düzeyinde kaldı. Bu yazıda Hindistan planlamasının ekonomi politiğini ve günümüz açısından çıkarılabilecek dersleri ele alacağım.
Kalkınmacı devletin inşası: Planlama Komisyonu ve ilk yıllar
1947’de bağımsızlığını kazanan Hindistan, İlk Başbakanı Jawaharlal Nehruliderliğinde güçlü bir kalkınmacı devlet (developmental state) kurmayı hedefledi. Bu doğrultuda 1950’de Planlama Komisyonu (Planning Commission)oluşturuldu ve düzenli olarak beş yıllık planlar hazırlandı.
Nehru, Sovyet deneyiminden ilham alarak devletin yönlendirici rolüyle hızlı bir sanayileşme ve altyapı inşası öngörüyordu. Amaç, ülkeyi tarım ağırlıklı bir yapıdan modern bir sanayi toplumuna dönüştürmekti. Ancak uygulamada sermaye sınıfı devletin bu hedeflerine direnç gösterdi.
Sermaye, devletin sağladığı yüksek gümrük vergileriyle koruma, ucuz kredi ve sübvansiyonlardan yararlanmaya istekliydi. Fakat yatırımların yönlendirilmesi, kaynakların emek verimliliği yüksek olan sektörlere zorunlu aktarılması veya performans kriterleriyle denetlenmesi girişimlerini kesinlikle reddetti. Bu nedenle Hindistan’daki planlama hiçbir zaman sermayeyi disipline edici bir nitelik kazanamadı.
Disiplin mi rehberlik mi? Hindistan’da planlamanın yönü
Chibber’e göre “Disipline edici planlama” (Disciplinary planning), devletin sermayeye sağladığı destekleri belirli performans kriterlerine bağlamasıdır. Başarısız olan firmaların kaynakları kesilir, yatırımlar yönlendirilir ve böylece devlet sermayeyi verimlilik artışına zorlar. Güney Kore’nin ihracata dayalı sanayileşme modeli bu tanıma uyar. Devlet krediler ve teşvikler sağlarken, aynı zamanda ihracat hedeflerine ulaşamayan firmaları cezalandırdı.
Hindistan’da ise tam tersi bir yol izlendi. İthal ikameci sanayileşme modeli, sermayeyi dış rekabetten korudu. Böylece sermayenin verimlilik artırma baskısı ortadan kalktı. Devletin disipline edici kapasitesi hiç oluşmadı. Planlama, ekonomik vizyonu yönlendiren ama sermayeyi zorlamayan bir “Yol gösterici planlama” (İndicative planning) çerçevesinde sıkıştı. Bu Batı tipi kapitalist planlama örneklerine uygundu. Ancak geç kapitalistleşen ülkelerin hızlı büyüme, sanayileşme ve yapısal değişim ihtiyacına karşılık vermekten uzaktı.
İçsel sıkışma: Sermaye, emek hareketi ve birikim modeli
Önceki yazılarda tartıştığım gibi, 1970’lerin krizinde sosyalist Doğu Avrupa ülkeleri dış borç ve IMF müdahaleleriyle dışsal bir sıkışmaya sürüklenmişti. Hindistan’da da benzer şekilde petrol fiyatlarının artması, ödemeler dengesi üzerinde baskı oluşturdu. Ancak Hindistan’da 1970’li yıllarda görülen ekonomik zorluklar daha çok içsel nedenlerden kaynaklanıyordu. Bu nedenlerin başında, yol gösterici planlama üzerine oturan birikim modelinin sınıfsal çelişkileri geliyor.
Sermaye sınıfı, devletin sağladığı teşvikleri kabul etmekle birlikte disipline edilme girişimlerini sistematik olarak engelledi. Bağımsızlık sonrası güçlü işçi hareketi, Kongre Partisi (Indian National Congress) tarafından bölünerek ve bastırılarak etkisizleştirildi. Böylece işçi sınıfının devlete sermaye karşısında toplumsal destek sağlayacak bir güç olma ihtimali ortadan kalktı. Ayrıca ithal ikameci sanayileşme modeli sermayeyi dış rekabetten koruduğu için verimlilik baskısını da ortadan kaldırdı.
Bu üç etken birleşerek, disipline edici planlamanın toplumsal ve ekonomik zeminini yok etti. Hindistan, Chibber’in ifadesiyle, “Kilitlenmiş bir düzene” (Locked in place), yani başarısızlığı herkesçe bilinen ama reform kapasitesi bulunmayan bir kurumsal düzene mahkum oldu.
Hindistan deneyiminden dersler
Sosyalist planlamada devlet, üretim araçlarının mülkiyetini de elinde tutarak, toplumsal hedeflere göre üretim ve yatırımı koordine eder. Yol gösterici planlama örneği olarak Hindistan’da ise devlet, kapitalist sınıfla uzlaşma temelinde hareket etti. Bu nedenle merkezi koordinasyon kapasitesi hiçbir zaman sosyalist planlamaya yaklaşamadı. Hindistan örneği, planlamanın yalnızca teknik bir tasarım değil, aynı zamanda sınıfsal ittifakların ve krizlere yanıt verebilme kapasitesinin ürünü olduğunu gösteriyor.
Bugün iklim krizinden jeopolitik gerilimlere, finansal kırılganlıklardan sağ-popülist/faşist hareketlerin yükselişine kadar birçok dinamik, piyasa mekanizmalarının kendiliğinden işleyişiyle aşılamayacak bir çoklu kriz tablosu yaratıyor. Yirminci yüzyıldaki Hindistan deneyimi, planlamanın başarısının yalnızca teknik tasarımlara değil, aynı zamanda devlet ile sermaye arasındaki güç dengelerine bağlı olduğunu ortaya koyuyor. Sermayeyi disipline edemeyen bir devletin planlaması, yol gösterici olsa da, yapısal dönüşüm yaratmakta yetersiz kalabiliyor.
Bu nedenle ileriki yazılarda, disipline edici planlama örneklerine, özellikle de Doğu Asya deneyimlerine odaklanacağım. Böylece farklı planlama türlerinin tarihsel örnekleri üzerinden, günümüzde planlamanın hangi koşullar altında yeniden gündeme gelebileceğini tartışmaya devam edeceğim.