Gazze’de soykırım savaşı tüm şiddeti ile devam ediyor. Fakat savaş Filistin ile sınırlı kalmadı. Tel Aviv yönetimi son yıllarda bu savaşın cephelerini Lübnan’a, Suriye’ye, Yemen’e ve İran’a doğru genişletti. Ortadoğu’da ABD destekli İsrail’in saldırıları ile statüko değişiyor. Fakat bu sürecin İsrail’in kendi ‘içerisinde’ son derece dikkat çekici yansımaları var. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’ya karşı muhalefet rehinelerin durumu ve ABD Başkanı Donald Trump’ın siyasi hattına odaklanırken söz konusu ‘savaş’ oldu mu toplumsal/siyasi mutabakat son derece genişliyor.
İsrail Parlamentosu’nda (Knesset) bulunan Hadaş Partisi, İsrail’in savaş politikalarına karşı çıkan ender seslerden. İsrail Komünist Partisi’nin de içerisinde bulunduğu Hadaş seçimlere İsrail’deki Arap partileri ile beraber giriyor. İsrail’de ‘Arap ve Yahudi toplumunun ortak partisi’ olma iddiasındaki tek parti olan Hadaş ‘savaşa karşı aldığı tutum nedeniyle çoğu zaman ana akım siyaset sahnesinin dışına itiliyor. Vekilleri ise ‘ihraç tehdidi’ ile karşılaşıyor.
Kavel Alpaslan Bianet adına İsrail siyasetinin güncel durumunu, savaş mutabakatının nasıl işlediğini ve toplumsal bölünmeleri Hadaş Genel Başkan Yardımcısı Noa Levy ile konuştu.
“Amerikan çıkarları gelişti”
Güncel durum değerlendirmesi ile söze başlamak gerekirse, bugün Netanyahu yönetimindeki İsrail hükümetini nasıl tanımlıyorsunuz? Hakim politik atmosfer nasıl? Bölgenin mevcut durumu nasıl okuyorsunuz?
İsrail’in gelmiş geçmiş en aşırılıkçı hükümeti ile karşı karşıyayız. İktidardaki Likud Partisi’ni açıkça Kahanist1. aşırı milliyetçi, köktenci ve ırkçı partilerle bir araya getiriyor. Bu koalisyonda ‘ılımlı’ olanlar ultra-Ortodoks gruplarken yanlarındaki milliyetçi-dinci kötenciler komşularımızı yok edilmesi gereken ‘Amalekler’2 olarak görüyorlar ve Tapınak Dağı’na Üçüncü Tapınak’ı3 inşa etmeyi hedefliyorlar.
İktidara geldiğinden beri bu Hükümet, topluma ve denge-denetlemeyi sağlamakla görevli tüm hükümet kurumlarına daimi bir saldırı halinde hareket etti. Göreve gelir gelmez, hukuk devleti ilkelerinden saparak yargıya, basın özgürlüğüne ve medeni haklara darbe vuran bir dizi anti-demokratik adım attı.
Gazze’deki imha savaşı, Netanyahu hükümetinin aralıksız saldırı zincirinin son halkasıdır; bu saldırılar yalnızca komşularımıza değil, aynı zamanda İsrail halkına da zarar veriyor.
Komşu ülkelerde savaşın etkisi değişken oldu: Kimisinde büyük dönüşümlere neden olurken, kimisinde daha hafif izler bıraktı. Diktatörlükle yönetilen ve ABD ile müttefiklerinin bölgedeki başlıca düşmanı olan Esad’ın Suriye’si çöktü. Suriye’deki yeni rejim, Trump’ın yanında durmaya hevesli. Lübnan’da, Güney Lübnan’ı kontrol eden İslamcı gerilla örgütü Hizbullah İsrail tarafından yok edildi ve Amerikan yanlısı devlet toparlanmaya başladı. İsrail saldırısı, Orta Doğu’daki Amerikan çıkarlarını geliştirdi, müttefiklerini güçlendirdi ve hasımlarını devirdi.
On yıllardır İsrail ile Amerikan destekli barış anlaşmaları imzalayan Ürdün ve Mısır, savaşın ve onun döküntülerinin dışında kaldılar. Bu sadakatin bedeli ise şuydu: Mısır, Gazze savaşında taraf oldu ve İsrail’i desteklercesine hareket ederek Refah Sınır Kapısını kapattı; İsrail’in Gazze’de uyguladığı açlık politikasına dair uluslararası raporlara rağmen insani yardımları bloke etti. Tüm dünyadan aktivistler Filistin halkıyla dayanışma yürüyüşü yapmak üzere Mısır’a geldiklerinde, Kahire yönetimi yüzlercesini gözaltına aldı ve tutukladı. Ürdün ise İsrail’in kendi hava sahasını kullanarak diğer ülkelere saldırmasına izin verdi. Bunun karşılığında, kendi toprakları üzerinde İsrail’i hedef alan ülkelerin hava saldırıları ve misillemelerle karşılaştı.
Bölgedeki Amerika karşıtı güç olan İran da İsrail ve ABD’nin yoğun saldırılarına maruz kaldı. Savaş başladığı gibi bitti, bir anlaşma üzerindeki müzakereler ile sona erdi. Birçok kişi Amerikan ekseninin, İran’ı Trump’ın istediği anlaşmaya zorlamak üzere İsrail’i bir baskı aracı olarak kullandığını düşünüyordu.
“Toplum faşist bir dönüşüm geçirdi”
Savaşın tırmanmasından bu yana, “Netanyahu, aleyhindeki yargı süreci ya da popülerlik kaybı nedeniyle iktidarını korumak için bu savaşı yürütüyor” gibi yorumlar duyduk. Şimdi bu savaşı, kazandığı bir zafermiş gibi gösteriyor. Ülke içindeki popülaritesini savaşlarla mı sağlamayı başardı? Yoksa İsrail halkı içinde hâlâ ciddi meşruiyet sorunları yaşıyor mu?
Ne yazık ki İsrail halkı ciddi bir faşist dönüşüm geçirdi. Birçoğu açıkça “7 Ekim’deki vahşi terör saldırısından sonra artık Filistinlilerin acılarına empati duymuyoruz” diyor.
Ancak bu geniş mutabakat bile çatırdamaya başlıyor. Son haftalarda Netanyahu’nun muhalifleri protestolarını savaşın sona ermesi talebine doğru kaydırdılar. Destekçileri ve muhalifleri arasındaki derin kutuplaşma savaş sırasında azalmadı. Ülkenin hemen hemen yarısı Netanyahu’yu ‘siyasi çıkarları için herkesi yakıp ülkeyi sonsuz bir savaşa sürüklemeye hazır, yozlaşmış bir tiran’ olarak görüyor. Başbakan’ın eşi Sara Netanyahu, geniş çapta alıntılanan kayıtlı bir konuşmasında, “Bırakın ülke yansın” diyerek liderin ruhunu gerçekçi bir şekilde yansıtmıştı.
Savaş konusunda -özellikle İran’la ilgili olarak- gerçekten de geniş bir kamuoyu mutabakatına vardı. Güvenlik söylemi, İran’ı İsrail için nesnel bir tehdit olarak kolayca resmediyordu; ki bu da pek de abartılı değildi. Çünkü İran yönetimi ‘İsrail’i yok etmek istediklerini’ ve ‘İsrail’in tüm düşmanlarını finanse ettiklerini’ defalarca dile getirmişti. Bu nedenle birçok kişi, saldırının zamanlamasının İsrail çıkarlarından ziyade Amerikan çıkarlarından veya belki de Netanyahu’nun siyasi çıkarlar elde etme umudundan kaynaklandığını düşünse de, özünde İsrail’in çıkarları için doğru olduğuna hâlâ inanıyor.
Hadaş olarak, karşılaştığımız şeyin ‘İsraillilerin Amerikan müzakerelerinde pazarlık unsuru olarak füzelerle vurulduğu bir vekalet savaşı’ olduğunu açıkça belirttik. Ülkemizin hem Filistin halkına hem de tüm komşularımıza karşı işlediği savaş suçlarına ve dayatılan açlık koşullarına ciddi şekilde karşı koymak için her türlü olası ittifakı yapıyoruz.
“Savaş tamtamları susunca sorular başlıyor”
Sizin de söylediğiniz gibi İran’a yönelik son saldırı, savaşın önemli bir safhasıydı. Tahran’ın bu saldırıya verdiği yanıtın İsrail’de net bir şekilde görüldüğünü de düşünecek olursak, kamuoyu bu süreç içerisinde nasıl bir tepki verdi?
Bu geniş bir soru, ama yine de odaklanmaya çalışacağım. Kamuoyu, her yeni askeri operasyon veya savaşta ‘destekleyici’ olduğu gibi, İsrail için nesnel bir tehdit olarak algılanan İran’a yönelik bu saldırıyı da büyük ölçüde destekledi. Zamanlama, amaç ve gerçek çıkarlarla ilgili sorular ise ancak savaş tamtamlarının ilk anki coşkusu dinmeye başladığında su yüzüne çıkmaya başlıyor.
İran’a yönelik saldırının ikinci haftasında bu tür soruları duymaya başladık. Operasyonun ilan edilen ‘İran’ın nükleer programını ortadan kaldırma’ hedefinin gerçekçi olmadığı giderek daha da belirginleşti ve şüpheler arttı. Dahası, savaşın sonunun Netanyahu veya herhangi bir İsrailli yetkilinin değil, tamamen ABD başkanının inisiyatifinde olması, saldırı etrafında yapılan kutlamaların hevesini söndürdü. Savaş o tarihte bitmeseydi, İsrail içinde savaşa karşı doğrudan muhalefet görmeye başlayacaktık.
‘Netanyahu karşıtları orduyu destekliyor”
Dışarıdan bakıldığında, İsrail halkının büyük çoğunluğunun Netanyahu’nun savaşını desteklediği izlenimi var, siz de vurguladınız. Yine de İsrail toplumunu bir bütün olarak değerlendirmek çok da kolay olmasa gerek. Savaşa dair tutum söz konusu olduğunda İsrail toplumunun siyasi/sosyo-ekonomik arka planlarını nasıl kategorize edebiliriz?
İsrail toplumu uzun süredir bölünmüş durumda. 2019-2022 yılları arasındaki beş seçim dönemi bunu açıkça ortaya koydu. Sonuçların da gösterdiği üzere iki siyasi blok arasında defalarca çıkmaza girildi ve taraflar -Netanyahu da dahil olmak üzere- istikrarlı bir iktidar çoğunluğu sağlayamadı. Netanyahu nihayet 2022 seçimlerinde çoğunluk hükümeti kurmayı usul manipülasyonları sayesinde başardı.
Netanyahu, birkaç yıl önce, seçim barajını düşürerek küçük partilerin dışlanmasını ve oylarının diğer partiler arasında yeniden dağıtılmasını sağlamıştı. Son 2022 seçimlerinde, iki küçük parti -Meretz (Siyonist sol) ve Balad (Arap milliyetçisi parti)- her biri yaklaşık yüzde 4 oy aldı; bu oran da seçim barajının hemen altında kaldı. Böylece yüzde 8’lik oyları silinip kalan partiler arasında dağıtıldı. Netanyahu’nun mevcut aşırı sağcı hükümeti -İsrail tarihinin en kötüsü- kurmasının tek nedeni de bu
Netanyahu ve hükümetine karşı çıkan İsrail halkının yarısı pasif olmaktan çok uzak. Bu hükümet kurulduğundan beri, ülke genelinde insanlar haftada en az bir kez, bazen de üç veya dört kez protesto gösterileri düzenliyor. Gösterilere katılanların sayısı binlerle yüz binler arasında değişiyor. İsrail nüfusu ile kıyaslarsanız eğer, hükümete karşı düzenli olarak protesto düzenleyen vatandaşların sayısı devasa. Bu protesto hareketinin istikrarı ve süresi, küresel standartlara göre bile nadirdir.
Aynı zamanda ‘Netanyahu’ya muhalefet’ ile ‘savaşa muhalefet’ arasında tam bir örtüşme yok. Netanyahu’ya karşı çıkanların çoğu hâlâ orduyu ve İsrail güvenlik sistemini destekliyor, Siyonizme inanıyor ve İsrail’in savaş sırasındaki eylemlerini eleştirmek konusunda son derece zorlanıyor. Bu nedenle, savaş sürecinin büyük bir bölümünde bizler -yani savaşa ve soykırıma karşı çıkanlar- her taraftan ‘hain’ denilerek saldırıya uğrayan küçük bir azınlıktık.
Son dönemde işler biraz değişmeye başladı. Netanyahu, ateşkesin ortasında savaşı yeniden başlatıp rehine anlaşmasını baltaladıktan sonra, milliyetçi-Siyonist kamptaki birçok kişi inancını yitirdi. Netanyahu karşıtı cephedeki sesler, savaş karşıtı protestolara saldırmayı giderek bıraktı ve sonunda şu soruyu sormaya başladı: “Biz ne için savaşıyoruz ki?”
Bugün, Netanyahu karşıtı kampta ‘Bu Lanet Savaşı Bitirin’ (End This Fucking War) yazılı protesto pankartları yer alıyor ve İsrail ordusunda askerlik yapmayı reddeden yedek askerlerin sayısı artıyor.
Bununla birlikte, ana akımdan gelen bu ‘yeni’ savaş karşıtı seslerin ‘muhalefeti’ yalnızca Gazze’deki İsrailli rehineler ve İsrail demokrasisinin geleceği konusundaki endişeleri kapsıyor. Birçoğu hâlâ savaş sürecinde Filistinlilerin acılarından ya da diğer insanların haklarından bahsetmenin ‘ihanet’ ile eşdeğer olduğunu düşünüyor.
“Sloganlar kontrol edilmeye başlandı”
İki yıl öncesine kıyasla, ülkedeki siyasi faaliyetlerin mevcut durumu nasıl? Hadaş olarak savunduğunuz konum dolayısıyla ne gibi engellerle karşılaşıyorsunuz? Size dikkat çekici gelen gözlemleriniz varsa paylaşabilir misiniz?
Protesto özgürlüğü konusunda ilginç ve karmaşık bir süreçten geçiyoruz. Bu süreç hâlâ devam ediyor ve sürekli değişiyor. Savaşın başlangıcında, 7 Ekim 2023’ten kısa bir süre sonra, İsrail polisi aylarca savaş karşıtı protestolara artık izin verilmemesi yönünde bir karar alınmış gibi davrandı. Sahadaki polis memurları, hiçbir protesto izni vermedikleri bir dönemde izinsiz protestolar düzenleyen eylemcilerimize bunu doğrudan ilettiler. Açık açık söyledikleri şey şuydu: Protestolarınız sona erdi, polisten sorumlu Bakan Ben Gvir ve artık sol görüşlü gösterilere izin vermiyor. Birkaç protesto toplu gözaltılar veya yoğun polis şiddetiyle sonuçlandıktan sonra, konuyu Yüksek Mahkeme’ye taşımaya karar verdik. Tel Aviv-Yafa Belediye Meclisi üyesi meslektaşım Amir Badran ile birlikte protesto izni başvurusunda bulunduk fakat başvurumuz reddedildi. Ardından yargı makamlarına İsrail Vatandaşlık Hakları Derneği ile birlikte polisin gösteri yapmamıza izin vermesini talep eden bir dilekçe verdik. Mahkeme, devletin protestoya izin vereceği yer ve zaman konusunda bizimle anlaşmasını şart koştu. Nihayet gösteri yapmamıza izin verildi; ancak yalnızca az sayıda kişiyle ve şehir merkezlerinden uzakta.
O zamandan beri polis, savaş karşıtı protestolara gönülsüzce izin veriyor, ancak içeriklerine sürekli müdahale etmeye devam ediyor. Son bir buçuk yıldır yeni bir olguya tanık olduk: Eylem girişlerinde görevli polis memurları her dövizi ve pankartı kontrol ediyor, hangilerinin içeri alınıp hangilerinin alınmayacağına karar veriyor. Yasaklanan dövizlerde ‘Bomba değil, yiyecek’, ‘Katliamı durdurun’ ve ‘Öldürmeyeceksiniz’ gibi sloganlar yer alıyordu.
Siyasi zulüm, protestocuların çok ötesine geçiyor. Özellikle sosyal medyada savaşa karşı çıkan ve Gazze halkının acılarıyla dayanışma gösterenler – özelikle Arap yurttaşlar ve birkaç Yahudi yurttaş- iş yerlerinde, akademide disiplin soruşturmalarıyla karşı karşıya kaldı. Kimileri iş yerlerinden uzaklaştırıldı veya internette kişisel karalama kampanyalarının hedefi haline geldi.
Meclis’ten atılma gündemi
Bu dönemde siyasi yıldırma politikası büyük ölçüde parlamentoda yoğunlaştı. Rejim, partim Hadaş’ı ‘hükümete ve savaşa muhalefetin asli merkezi ve sembolü’ görerek hedef aldı, Knesset üyelerini inatla takibe devam ediyor. Grubumuzdaki üç milletvekili de görüşlerini ifade ettikleri için Knesset Etik Komitesi tarafından görevden alındı veya susturuldu. Hadaş Milletvekili Ofer Cassif, tamamlanmayan bir azil süreciyle karşı karşıya, şimdi de Hadaş-Ta’al listesinin başındaki isim Milletvekili Ayman Odeh aynı şeyle karşı karşıya.
Odeh, yaklaşık altı ay önce attığı ‘ateşkes anlaşması kapsamında rehinelerin ve tutukluların serbest bırakılmasından duyduğu memnuniyeti dile getirdiği’ tek bir tweet nedeniyle görevden alınabilir. Bu tweet’te “Hepimiz özgür doğduk” demişti. Masum rehineler ile tutuklular -ki İsrail onları ‘terörist’ olarak görüyor- arasında yaptığı öne sürülen benzetme, görevden alınmasını haklı çıkarmak için bir bahane olarak kullanıldı.
Ayman Odeh görevden alınırsa, tarihte ilk kez bir milletvekili Knesset’ten ihraç edilmiş olacak. Öte yandan aynı zaman diliminde diğer kimi milletvekilleri Gazze’ye atom bombası atılması çağrısında bulunmuş, orada masum sivillerin bulunmadığını beyan etmiş ve kadın ve çocukların öldürülmesini desteklemişti. Odeh’in açıklamasına duyulan sözde öfkeye rağmen, azil için gereken yasal dayanakların hiçbirinin karşılanmadığını Knesset ve hükümetin hukuk danışmanları da dahil olmak üzere tüm hukuk uzmanları da doğruluyor. Bu, meclisteki oylamada azil için gerekli 120 oydan 90’ını alarak önergenin kabul edilmesi durumunda bile, hukuki inceleme için derhal Yüksek Mahkeme’ye başvurulmasının gerektiği anlamına geliyor.
Eğer böyle olursa, Netanyahu’nun sağcı propaganda makinesi -ki zaten Arap halkına olduğu kadar yargıya da sürekli saldırıyor- yargının bağımsızlığına yeni bir saldırı başlatmak için bulunmaz bir fırsata sahip olacak. Yüksek Mahkeme’nin, ‘teröristleri ve destekçilerini koruyan, meclis çoğunluğuyla alınan demokratik bir kararı bozduğunu’ haykıracaklar. Böylece Arap azınlığa karşı yürütülen geniş çaplı kışkırtma kampanyasını Mahkeme’nin kendisine karşı kışkırtmaya dönüştürecekler.
Yüksek Mahkeme dilekçeyi kabul edip Milletvekili Ayman Odeh’in görevden alınmasını iptal ederse, Mahkeme’ye karşı kamuoyu kampanyasını yoğunlaştıracaklar. Mahkeme’yi ‘Arapların Mahkemesi’ olarak nitelendirecekler. Şüphesiz bu da yargının meşruiyetine ve gelecekteki işleyiş kabiliyetine zarar verecektir. Mahkeme, dilekçeyi reddedip yasa dışı azil sürecini olduğu gibi bırakırsa, olası sonuç bir sonraki seçimlerde Arap seçmen katılımı üzerinde güçlü bir caydırıcı etki yaratacaktır.
Birçok kişiye göre, azil girişiminin asıl amacı da bu. Netanyahu’yu devirme konusunda en büyük potansiyele Arap seçmenin seçimlere katılımı sahip. Arap halkı, İsrail’deki seçmenlerin yüzde 20’sinden fazlasını oluşturuyor. Bu sebeple daha önce bahsettiğim siyasi bloklar arasındaki sert mücadeleyi belirleyebilirler. Ayman Odeh’in ihraç edilmesi, milletvekilleri Cassif ve Süleyman’ın görevden alınmasıyla birlikte, Arap halkına ‘liderlerinin seçmenlerinin görüşlerini dile getirdiği anda demokrasi oyununa katılımlarının geçersiz sayıldığı’ mesajını veriyor. Haliyle bu da seçimlerin boykot edilmesine yol açıyor. Netanyahu için Arap boykotu iktidarın devamının garantisidir.
“Etnik temizlik Gazze ile sınırlı değil”
Eklemek istediğiniz başka bir gündem var mı?
İsrail’in Gazze’deki savaş suçlarına değinmeden önce, savaşla birlikte hızla ilerleyen iki etnik temizlik alanı daha var: Batı Şeria’da -özellikle Ürdün Vadisi ve Güney El Halil Tepeleri’nde- ve İsrail topraklarının yaklaşık yarısını kaplayan Necef Çölü’nde. Bu konudan söz etmek isterim. Ürdün Vadisi ve Güney El Halil’de, Filistinli köylüler, komşularını, hayvan sürülerini ve çocuklarını sürekli kovan yerleşimciler tarafından her gün yaşadıkları topraklardan vahşice sürülüyorlar. Elbette İsrail ordusunun yardımı ve desteğiyle. Hırsızlık, kundaklama, pogromlar, taşlama, gece baskınları ve silahlı tehditler, yerleşimcilerin Filistinli köylüleri yıldırıp göçe zorlamak için kullandıkları gündelik taktiklerden sadece birkaçı. Buna ‘gönüllü ayrılış’ diyorlar.
Bu bölgelerden yerinden edilip A Bölgesi’ne (İsrailli yerleşimcilerin girmesine izin verilmeyen Filistin Yönetimi kontrolündeki bölgeler) taşınan düzinelerce Filistin köyüne ek olarak, Necef’te de yaygın bir yerinden etme harekatı yürütülüyor. Necef’teki Bedevi köylerinin sakinleri İsrail vatandaşlığına sahip, ancak bu onlara köylerinin tanınmasını veya su, eğitim, sağlık gibi temel devlet hizmetlerine erişimlerini hiçbir zaman sağlamadı. Köylerine oy kullanma merkezleri bile kurulmadı.
Savaş sırasında Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben Gvir, Necef’teki Arap köylerindeki ev yıkım oranını günde birkaç eve çıkardı. Resmi ve asılsız açıklamaların iddiasına göre amaç onları ‘şehir olarak tanınan yerlere yerleştirmek’. Ancak pratikte tüm taleplere rağmen, devlet gerçek bir alternatif yaratmıyor. Daha bu hafta, Necef’teki El-Sar köyünde 27 ev yıkıldı ve sakinlere yasal bir barınma çözümü sunulmadı. Tek seçenekleri evlerinin yıkıntıları üzerinde kurulan çadırlarda yaşamak ya da spor salonunu gecelik konaklama için açan bir toplum merkezinde konaklamak. Üstelik bu kişiler İsrail vatandaşı; Gazze veya Batı Şeria’daki Filistinliler değil. İsraillilere yönelik herhangi bir terörizm veya şiddet olayı gibi bir iddia olmamasına rağmen de etnik temizlik devam ediyor.
Uluslararası toplum, buradaki durumu kökten değiştirebilecek tek çözümün Filistin devletinin uluslararası alanda tanınması olduğunu anlamalıdır. Filistin kurtuluş hareketi onlarca yıldır bunu talep ediyor. Savaş sırasında birçok ülke bu çağrıya katıldı ve İsrail’e diplomatik baskı uyguluyor. Bir Filistin devleti kurmak, İsrail’in Filistin toprakları üzerindeki askeri kontrolünü sona erdirip Filistinlilerin kendi demokratik liderlerini seçmelerine olanak tanıyacaktır. Bu da Hamas’ı siyasi olarak dağıtmanın gerçek anlamda tek mümkün şeklidir. Uluslararası baskı altında bir Filistin devleti kurma hamlesi, etnik temizlik ve Yahudi üstünlüğü doktrinini çökertecektir. İsrail içinde Filistinli komşularımızla adil bir barış ortamında demokrasi ve eşitlik mücadelesini sürdürmemize olanak sağlayacaktır. Şu anda tek gerçekçi çözüm bu. Bundan kaçınmak, İsrail hükümetine bir armağandır. İmha savaşının karşıtları çözümden bahsetmediği sürece, İsrail mevcut durumu çözümsüz göstermeyi başarıyor ve gündelik katliamını sürdürüyor.
Dipnotlar
1. Kahanizm: Kurucusu Meir Kahane’nin görüşlerine dayanan dindar bir Siyonist ideolojidir. Kah partisi İsrail hükûmeti tarafından yasaklanmıştır. 2004 yılında ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından Yabancı Terör Örgütü ilan edildi. Grubun devam eden faaliyetlerine ilişkin ‘yetersiz kanıt’ nedeniyle 2022’de ABD’nin terör kara listesinden çıkarıldı, ancak Özel Olarak Belirlenmiş Küresel Terörist (SDGT) kuruluşu olmaya devam etmektedir. Ardılı ‘Otzma Yehudit’ partisi, 2022 seçimlerinde altı sandalye kazandı. Mevcut Ulusal Güvenlik Bakanı İtamar Ben-Gvir bu partinin lideridir. (Kaynak Vikipedi)
2. Amalek: İbrani Kutsal Kitabı’na İsrailoğullarının sadık düşmanı olarak tanımlanan bir ulustur. Yahudilikte 613 Mitzvottan (emir) üçü Amalek ile ilgilidir: Amaleklerin İsraillilere yaptıklarını hatırlamak, Amaleklerin İsraillilere yaptıklarını unutmamak ve Amaleklileri tamamen yok etmek. Netanyahu da 2023 yılında ‘Amaleklere’ atıf yaparak saldırılarını sürdüreceklerini açıklamıştı.
3. Yahudilerin Üçüncü Tapınak’ı, Kudüs’te inşa edilmesi beklenen ve ilk iki tapınağın yerini alacak olan kutsal bir mabettir. Bazı Yahudi gruplar tarafından Mesih’in gelişiyle ya da insan eliyle yapılacağına inanılan bu tapınak, halen tartışmalı bir konudur ve siyasi-dini gerilimlere sebep olmaktadır.