Erkin BAŞER, Melek GÖREGENLİ’yle röportaj yaptı: “Emekçiler, sadece ‘evde kalabilen’lerin ihtiyaçlarını gidermek için çalışmakla yükümlü değiller; aynı zamanda toplumsal olarak bağışıklığımızı sağlamakla da yükümlüler. ‘Evde kal’ ve ‘sosyal mesafe’ uygula uyarıları, toplumun üretken çoğunluğunun yok sayılması pahasına yapılıyor.”
SiyasiHaber olarak Prof. Dr. Melek Göregenli ile dijital bir röportaj gerçekleştirdik. Pandemi günlerinde ortaya atılan “sosyal mesafe” söylemini karşı çıkan, “fizikî mesafe”lere rağmen toplumsal dayanışmanın önemine vurgu yapan Göregenli, uzun yıllar çalıştığı Ege Üniversitesi’nden üç yıl önce barış imzacısı olduğu için ihraç edilmişti. Çalışmalarına ise hiç ara vermedi. Sosyal psikolojinin önemli isimlerinden biri olmasının yanı sıra, ezilenlerin haklarını, barışı ve özgürlükleri savunmaya her mecrada devam ediyor.
Merhabalar hocam. Dost, hemşehri, meslektaş, iki ihraç akademisyen olarak İzmir’in birbirinden güzel kafelerinden birinde değil de bilgisayar başında bu röportajı yapmak zorundayız. Ama sizin çok yerinde tarifinizle fizikî mesafelerimize rağmen sosyal dayanışmalarımızın artması gereken günlerdeyiz. İnsanın, örneğin milliyetinin ve cinsiyetinin bile toplumsal olmadan hiçbir şey ifade etmediği gerçeğinden hareket edersek, COVID-19 salgını bize liberal anlayışların artık tamamen iflas ettiğini gösteriyor mu?
Erkincim, biz daha çok muhabbet ederiz; kafelerde, belki meyhanede –çok özledim–. Bunu söyler söylemez, bugünlerin en azından şimdilik en az bedel ödeyenlerinden olduğumu(zu)n farkında olarak liberalizmin sonuçlarının, üretim tarzının sonuçlarının, tam aksine hayatın tüm alanlarında en sert biçimiyle gerçekleştiğini düşünüyorum. Ne yazık ki sistemlerin ideolojileri, sonuçlarından hareketle iflas etmiyor; çünkü zaten hedeflenen, çoğunlukların iyiliği ve refahı değildi. Eşit olduğumuz fikri, kaynaklar, koşullar, her türden sermaye vb. açılardan artık kimse tarafından savunulmuyor, söylenen şu: Başka bir yol ya da yapılacak bir şey yok, olması gereken bu.
Esasen sen, liberalizmin “bireycilik” tezahüründen söz ediyorsun ve bir iyi olma hali nedeni olarak bunun iflas ettiğinden sanırım. Sosyal ve kültürler-arası psikoloji çalışmaları zaten kapitalist-liberal gelişim modelinin varsaydığı “bireyci” insan modelinin üretim ilişkilerinin kapitalistleşmesinin doğal sonucu olarak, dünyanın bütün coğrafyalarında ortaya çıkmadığını ‘70’lerden beri ortaya koymuştur. “Batı-dışı” toplumlarda hayat başka türlü tezahür ediyor; bunun nedenleri uzun konu ama kentleşme, üretim ilişkileri içinde insanın tekilliği vb. pek çok faktör insanı otomatik olarak “birey” yapmıyor ve yaygın yaşam biçimi de “bireyci” yapmıyor.
Biz de göreceli olarak, maddî arka-planı bireycilik için daha uygun toplumsal gruplara baktığımızda bile, bir Batı Avrupa ülkesi gibi ve ölçüde bireyci değiliz. Bence iyi ki de değiliz; bireysel ya da küçük aileler düzeyinde hayatlarımızın sınırları artık eskisi kadar büyük aile ve akrabalar, komşuların sınırlarıyla geçirgen olmasa da, onların yerini mesela arkadaşlar alıyor. Yani dünyanın bütün ülkelerindeki toplumlarda, üretim ilişkilerinin toplumsallaşması açısından, bireyler ve gruplar-arası ilişkiler aynı biçimde yansımalarla oluşmuyor. Biz, bu coğrafya, Akdeniz ve Doğu kültürleri, toplumsal olarak dayanışmanın arka-planına kültürel-toplumsal bağlamları gereği daha çok sahip. Aslında bu toplulukçu (kolektivist) kültürel yapı, bence virüsün yayılma hızını, –hani bulaş oranı diyorlar ya, bir kişinin başka kaç kişiye bulaştırabileceği olasılığı– bir kişiye düşen bulaştırma oranını yükseltme yönünde etkiliyor olabilir.
Ayrıca, mesela ölümlerin bizde yaşlılar arasında daha düşük oranda olmasını da etkiliyor olabilir, çünkü yaşlılar büyük oranda çocuklarıyla birlikte yaşıyorlar ve doğal bir sosyal destek sistemine sahipler. Avrupa’da kurumlarda kalan yaşlılar arasında ölüm oranları oldukça yüksekti. Kuşkusuz yaşlıların, orta yaşlıların yakınlarıyla yaşamaları toplumsal cinsiyet eşitsizliğini başka biçimlerde yükseltiyor ve ücretsiz ev içi emek sömürüsüne yeni boyutlar kazandırıyor ama bu başka bir konu.
İnsanlar evlerinden çıkmasalar da, bazen bir mahalle ya da bir apartman kocaman bir ev gibi yaşanan bir yere dönüşüveriyor. Komşular kapılarını açıp karşılıklı kahve içiyorlar. Umreden dönenlere ziyaretler vb. pek çok örnek, yayılımı hızlandırabilir ama bir yandan da bu toplulukçu kültürel yapı, maddî kaynakların, maddî olamayan kaynakların paylaşılması kadar olmasa da, paylaşılmasına yol açıyor. Bu hayatta kalmayı kolaylaştırıyor ve evet belki de yoksunluğun, yoksulluğun isyana yol açmasının önünde de bir sunî denge sistemi oluşturuyor, başka faktörlerle birlikte. Bizlerin hayatı zaten genel olarak “diğer”inin sınırlarının bizimkilerle her anlamda geçişli olduğu bir bağlamda kuruluyor.
Yapılan araştırmalar, liberal –hatta bunun günümüzde aldığı en sert biçimlerine maço-bireycilik diyorlar– bireyciliğin Batı toplumlarında da sınıfsal olarak aşağılara doğru gidildikçe azaldığını, göçmenler ve dezavantajlı diğer gruplar arasında da daha az etkili olduğunu gösteriyor. Yani kaynaklar azaldığında paylaşmak zorunlu oluyor her yerde. Yani, liberalizm doğuşundan iflas etmiş bir insanlık ideali bence, kendini hâkim sınıflar açısından bile gerçekleştirememiş bir kehanet.
Bir bilim kurulu üyesi geçende, bu salgının “Allah’ın emri” bir süreç olduğunu, geometrik olarak artan insan nüfusunun dünyaya fazla geleceğini, belli periyotlarla yaşanan bu tip kitlesel kırımların “doğal bir denge” işlevi gördüğünü ifade etti. Bir yandan Malthus’u bir yandan da Spencer’vari bir sosyal Darwinizmi yüceltti. Bu görüş istisnai de değil. Hatta Boris Johnson’un yakın zamana kadar savunduğu “sürü bağışıklığı” yaklaşımı da bu faşizan anlayışa dayanıyor. Aksine Kropotkin’in 1902’de yayımladığı “Karşılıklı Yardımlaşma” kitabı bize türün gelişiminin başka bir boyutunu da göstermişti. Ne dersiniz?
Evrimci yaklaşımlar, biyolojik sonuçları açısından çok değerlidir; ama iş doğadaki varsayılan düzen, toplumsal olguları anlamak için neredeyse aynen uyarlandığında sonuç, sistemik, insan eliyle yaratılmış eşitsizliklerin normalleştirilmesine varır. Büyük balık küçük balığı yutar, o zaman küçük balıksan büyük balıktan kaçmak ve küçük balık olmaklığına yanmak dışında yapabileceğin bir şey kalmaz. Kropotkin, hayvanlar arasında da besin ve hayatta kalmak için müthiş bir rekabet olduğundan kuşku duyduğunu yazar; evrimin bu rekabetten değil dayanışma-yardımlaşmadan geliştiğini savunur. İnsan toplulukları için de kaynakların ve hayatın farklı ölçeklerinin ortaklaştırılarak hayatta kalınan pek çok örnek verir. Örgütlenmek de, dayanışma biçimlerinden biridir aslında.
“Allah’ın emri”: “Amerikalılar ya da Çinliler yaptı” vb. komplo teorileri sayılabilecek pek çok açıklama ayrıca üzerinde düşünülmeyi gerektiriyor ama “sürü bağışıklığı” fikri aslında Boris Johnson’un açıksözlülüğü olarak değerlendirilebilir. Yoksa mesela 20-65 yaş arası grubun –ki 20 yaş altı çalışanlara da serbest– sokağa çıkma, yani çalışma serbestisi olduğu bir uygulamanın, bağışıklığı sağlama görevini toplumun hangi grubuna verdiği açık değil mi? Adına sürü dememek çok kibarca tabii.
Açıkça biliyoruz ve sıklıkla ilan ediliyor: Sokağa çıkan, diğer insanlarla arasına fiziksel mesafe koyamayan, toplu ulaşım kullanan, işyerlerinde birlikte çalışan yani kısaca emekçiler, daha fazla hastalanma riski dolayısıyla daha çok ölme riski taşıyorlar ve toplumun yüzde 60’ı hastalanınca bağışıklık kazanacağız. Emekçiler, sadece “evde kalabilen”lerin temel ya da değil ihtiyaçlarını gidermek için çalışmakla yükümlü değiller –zaten zorunlular da–; aynı zamanda toplumsal olarak bağışıklığımızı sağlamakla da yükümlüler. “Evde kal” ve “sosyal mesafe” uygula, “ellerini yıka” uyarıları, toplumun üretken çoğunluğunun yok sayılması pahasına yapılıyor.
Yani Erkin, hayat eve sığmayacağı gibi, hakikat de el yıkamakla maske arasında bir yerde sıkışıp kalabilecek bir şey değil, çırılçıplak ortada. Kaldı ki, zaten yetersiz, proteinden zayıf beslenme, olumsuz çevre-yaşam koşulları, sağlık hizmetlerine ulaşımda eşitsizliklerin vb. daha bir çok adaletsizliğin yaşam normalini oluşturduğu bu gruplar, haliyle virüsün hedefi olmak bakımından evde kalabilenlerle eşit değil ki. Ve bunu herkes çok iyi biliyor. Evde oturabilme, hatta bir köyde olabilme, bir maaş alabilme şansına sahip ben mesela, ihtiyaçlarımı getiren kargocuya, “bir ihtiyacınız var mı; su, çay, kahve” diyerek bu bilginin ağırlığından kurtulmuş olmuyorum. O, benim de yerime hasta olacak belki ve bunun nedeni evrimsel rekabetçi süreç değil, ne olduğunu o da biliyor ben de, yine de gülümsüyor.
Hocam senin de dediğin gibi, emekçiler baştan kaybetmiş durumda. Yani COVID-19 virüsünün “demokratik” veya “âdil” olduğu kuyruklu bir yalan.
COVID-19 bir virüs ve ne aklı ne ahlakı var, yaşamaya çalışıyor. Belki de varlığını bile, âdil olmayan insanî düzene ve insanlığın doğa karşısındaki hegemonik müdahalelerine borçlu. Yabanıl hayata müdahalelerin, hayvanlardaki bazı organizmaların biçim değiştirmesine ya da insanlarla yabanıl hayat arasındaki sınırların iki taraf açısından da bozulduğuna işaret ediliyor. Âdil olmayan bir düzende hep beraber etkileniyor gibi göründüğümüz hiçbir şeyden eşit etkilenmiyoruz. Yukarıda anlattım, ama ayrıca somut sonuçlar da gelmeye başladı. Belki Türkiye’de bu bilgilere hiçbir zaman ulaşamayacağız ama Amerika’da örneğin salgından hayatını kaybedenlerin çoğunluğunun siyahlar ve Latin kökenli yoksullar olduğu anlaşıldı. Bizde de Zonguldak’ta oranlar, İstanbul’u geçti. Neden? Mesafeyi ayarlayamadıklarından mı?
Cezaevlerine bakın, dünyanın her yerinde yoksullar ve alt sınıflarla, göçmenlerle doludur. “Risk grubu” diye hiç hoşlanmadığım bir kavram kullanılır sosyal bilimlerde. Yarattığımız sistemin sonuçlarını en ağır şekilde yaşayan gruplara “risk grubu” diyoruz. Kimin için risk? Şu anda evde oturabilip canı sıkılan, tek derdi can sıkıntısı, “ekşın” yoksunluğu olan toplumun beyazları için. Can sıkıntısı, bir orta, üst sınıf ayrıcalığı. Bir duvar yazısı vardı twitter’da okudum, mealen şöyleydi: “Normale döndüğümüzde bütün bunlar geçecek deniyor, oysa her şey o ‘normal’ yüzünden olmadı mı?” Bu “normal” sistem içinde hiçbir şey âdil değil, ama her şey norm’a uygun.
Fiziki izolasyon koşullarının ne kadar süreceğini bilmiyoruz. Sanırım insanların korkusunun en önemli kaynağı belirsizlik. Sosyal psikoloji açısından bu süreç nasıl geçecek? Nasıl izler bırakacak?
Sosyal psikoloji araştırmaları, belirsizliğin, özellikle eşitsiz piyasa koşullarıyla birleştiğinde kapanmaya, yani muhafazakârlığa yol açtığını gösteriyor. Çok boyutlu bir belirsizlikle karşı karşıyayız: Tanımadığımız ve karşısında henüz çaresiz olduğumuz bir tehditle karşı karşıyayız; ne kadar etkili olacağını ve nasıl sonuçlara yol açacağını bilmiyoruz. İşsizlik ne kadar sürecek, evde kalmak ne kadar sürecek, hasta olacak mıyız, dahası sağ çıkabilecek miyiz? Ulaşabildiğimiz bilgi ne kadar güvenilir, nasıl manipüle ediliyor, hiçbir şeye güvenemiyoruz, öyle zamanlar. Ne kadar uzun sürebileceğine bağlı olarak sonuçlar da oluşacak.
İzolasyon, tek başına ya da küçük grup halinde olumsuz sonuçları olan bir deneyim, bunu biliyoruz. Özellikle küçücük evlerde, herkese kişisel alan yaratılma imkânı olmayan mekânlarda bu sonuçlar kuşkusuz daha ağır olacak. Evde erkek şiddeti artacak, kadınların kaçacak yeri yok ve feminist dayanışma artık ne kadar etkili olabilecek bilemiyorum. Engelliler, kronik rahatsızlığı olanlar, yaşlılar için hayat daha zor, onlara bakım verenler için de koşullar ağırlaştı. Kurumsal destekler ya sona erdi ya da bu kargaşa içinde giderek daha zor ulaşılır hale geldi.
Peki Corona günleri sonrasında, Türkiye’de ve dünyada ne gibi dönüşümler bekliyorsunuz? Muhtemel bir muhafazakârlaşma yönelimi altında totaliter rejimlerin ömrü uzar mı? Sosyalist, ekolojist, feminist muhalefeti neler bekliyor?
Zaman, geleceği öngörebilmek anlamında kontrolümüzden çıktı, ne yazık ki politik tahayyüllerimiz açısından da ezberlerimiz bozuldu. Aslında uzun zamandır, geleceğin dünyasını daha eşit ve adil kılabilme konusunda ezberlerimizin işe yaramadığını düşünüyorum; bu düşünce olan biteni, bir tür günübirlik telaşla, hatta biraz çaresizlikle anlamaya ve yine günübirlik politik tutum alışlara yol açıyor. Sokak zaten büyük ölçüde iktidarların kontrolü altında, dolayısıyla politika daha da çok dijital mecralara sıkıştı. Kendi aramızda, tabii ki zaman zaman güçlü dijital isyanlar da yaratarak ve bazen sonuç alarak muhalifler olarak bir arada durmaya çalışıyoruz.
Totaliter rejimlerin, popüler faşizan söylemlerle kitleleri etkilemeyi başaran liderlik anlayışlarının Avrupa’da bile yükseldiği; ama bir yandan da sokaklardaki kitlesel hareketlerin, grevlerin yükseldiği bir dönemde virüs salgını başladı. Türkiye’de uzun zamandır, feminist hareket ve kısmen de ekolojist hareketler dışında muhalefetin kitleselleşebildiğinden söz edebilmek zor. Bunun nedenleri üzerinde uzun uzun düşünmek, konuşmak gerek. Siyaset, bir tür muhatapları açısından hayatı değiştirebilme gücü ise, feminist hareketin yanı sıra, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği (LGBTİ) hareketlerini ve Kürt hareketini anmadan geçemem. Bu iki hareket bence haklarını savunduğu grupların kimliklerinin tanınması ve görünürlüğünü sağladı, büyük baskılara rağmen.
Sosyalist muhalefetin salgın öncesi durumunu, gücünü değerlendirebilmek için, sanırım salgında emekçilere yapılabilen muameleye bakmak yeterli. Salgından sonra neler olabileceği konusunda düşünebilmek, belki öngörülerde bulunabilmek için, krizin sonuçlarından iktidarların nasıl etkileneceğine ve krizi nasıl aşacaklarına bakmak gerek, zamanla göreceğiz. Azınlıkların, sadece var olabilmeyi sürdürebildiklerinde bile dünyayı değiştirebileceğine inanırım, her zaman. O nedenle, bu kriz, bütün dünyada emekçilerin, yoksulların ödedikleri ağır bedeller, artık dünyayı değiştirmek için büyük hareketlere yol açar mı diye soruyorsan, ben iyimser değilim. Dünyada yaşanan önceki krizlerden sonra biliyoruz ki, demokratik altyapısı olan ülkelerde daha iyi şeyler olabiliyor, ama baskıcı rejimler daha da güçleniyor. Veriye dayalı bir gözlem yapmak mümkün değil henüz, duygularımı söyleyebiliyorum sadece. Bu can pazarı içinde meclisten geçen yargı paketine bak, Trump’ın popülerliği artmış, Ortadoğu’da, Afrika’da neler oluyor, kimsenin umurunda mı?
Neyi ve nasıl görebileceğimizin bu kadar iktidarların kontrolünde olduğu bir çağ var mıydı sanmıyorum. Dayanışma ağları, örgütlenme düzeyi vb, pek çok etken neler olabileceğinde etkili faktörler. İnsanların, kolektif eyleme niyet edebilmelerinin bile, kolektif bir politik kimliğe güvenmelerinin, katılabilmelerinin, geleceğe güven duyabilmeleriyle yani eylemin kendileri için olumlu sonuçlarını öngörebilmeleriyle mümkün olduğunu biliyoruz. Yani, geleceği kendi iyiliğimiz yönünde değiştirebileceğine inanabileceğimiz örgütlü bir üst-kolektif politik kimliğe, örgütlülüğe ihtiyacımız var. Bu koşullar oluşabildiği zaman sanırım gelecek tahayyülümüzü yeniden inşa edebileceğiz.