MUSTAFA KEMAL ERSÖZ yazdı: “Burjuvazinin devletinin, halkların inkar ve imhasına programlı tek-tipçi, şoven, asimilasyoncu, zorba; işçi sınıfının korkusuyla daha da zorba hüviyeti her gün, çeşitli vesilelerle, en ufak çelişkilerde dahi gün yüzüne çıkıyor.”
MUSTAFA KEMAL ERSÖZ
Kısa bir süre evvel AKP’li Esenyurt Belediye Başkanı Tevfik Göksu, Yunanistan’da yayınlanan yerel bir gazetenin, 31 Mart seçimlerinin ardından atılan manşetine dayanarak İmamoğlu’nun etnik kökenine ilişkin iddialarda bulundu, daha doğrusu bunun utanılacak, gizlenmesi gereken bir şey olduğunu düşünerek kendi meşrebince imalarda bulundu ve şöyle söyledi: “Ne dedi Yunan medyası, takip ettiniz değil mi? ‘İstanbul’u Yunan kazandı’ diyor. Bi dakika ya, bu arkadaş nereli? CHP’nin adayı nereli? Ee nasıl oldu Yunan medyası ‘İstanbul’u Yunan kazandı’ dedi, bi sesi çıkmadı… Haa olay büyük kardeşlerim, hesap büyük…” Hususiyetle AKP’ye müzahir sağcı kasaba politikacılarının sıkça başvurduğu kıymeti kendinden menkul komplo teorileriyle, kalibrelerini aşan hesapta derin analizlerle sürdüre geldikleri bu soy-sop-köken arkeologluğu mesleği, özelde Türk sağının genelde tüm sağ akımların en sevdiği uğraşlardandır.
Yine de memleket özelinde bu mesleğin kimi ayırt edici hususiyetlerini söylemek gerek. Şöyle ki; Osmanlı’dan bu yana kapıkulu sistemi, devşirme müessesesi bu topraklarda köklü bir devlet geleneğidir. Genel olarak toplumsal ilişkilerin ürünü olarak ortaya çıktığını, zaman içerisine yabancılaşarak toplumun üstünde özel bir zor aygıtına dönüştüğünü kabul ettiğimiz devletin bu topraklardaki özgül gelişim süreçlerini ve egemenliği ele geçiriş biçimlerini göz önünde aldığımızda, bu geleneğin, devşirmelerin, sömürge kişiliklerin, lejyonerlerin yapılarının, kâhyalık düzeninin özel yanlarının anlaşılması kolaylaşacaktır.
Bu konuda Türkiye Cumhuriyeti devletinin üzerine kurulduğu üç temeli hatırlatmak meramımız için yeterli olacaktır. TC üç temel üzerine inşa edilmiştir. Birincisi; içerde, halkların inkârı ve imhası, ikincisi, işçi sınıfının yok sayılması ve üçüncüsü; dışarda emperyalizmin çıkarları ekseninde Ekim Devrimi’ne karşı bir ileri karakol olarak örgütlenmesi. Bu üç temel sacayağı devlete rengini vermiştir, devletin mayası olmuştur. Bu üç temel dayanak halen de yeni biçim ve görünümleriyle, öz itibariyle ise aynıyla devam etmektedir.
Coğrafyamızda burjuvazinin iktidara yürüyüşüne halklara karşı büyük katliamlar, soykırımlar, zulümlerin eşlik ettiği artık resmi ağızlarca, resmi tarihçilerce bile inkâr edilemeyen, “ama”lı anlatımlarla kabul edilen tarihsel hakikatlerdir. Bir halklar bahçesi olan coğrafyamızda köksüz burjuva egemenlik bir yandan Ermeni ve Rum halkının mallarına çökerek palazlanmış, diğer yandan Osmanlı’nın son yıllarından itibaren devleti kurtarma operasyonunun bir parçası olarak halk hareketlerini ezerek iktidara ilerlemiştir. En nihayetinde “devlete bir ulus yaratma” çabasıyla bu halklar bahçesinin üzerine beton dökmeye, bu toprakları bir halklar hapishanesine dönüştürmeye, halkları köksüzleştirmeye, soysuzlaşmaya, sürüleştirmeye girişmiştir. Tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi kendi kadrolarını da, kapıkullarını da bu faaliyetler içerisinden bulmuştur, diyebiliriz. Bu halklara karşı düşmanlık hem devlette hem de kadrolarında bitmek bilmez bir tedirginlik, şüphe ve alarmizmi beslemiştir. Zira hiçbir korkuya benzemez halkını satanın korkusu!
İşte bu çerçevede AKP’li bir sağcı aklıevvelin sözüm ona İmamoğlu’nu zor duruma düşürmek için davrandığı soy-sop sayıp dökme girişiminin bir benzeri de, 31 Mart seçimleri öncesinde Ankara’da yaşanmıştı. Sabık Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek, Mansur Yavaş’ın aslen Makedon olduğunu ileri sürmüştü. Mansur Yavaş da Gökçek’in Kosova göçmeni olduğunu söylemişti. Daha sonra dallanıp budaklanan tartışma AKP adayı Mehmet Özhaseki’nin Ermeni kökenine kadar uzanmıştı. Özhaseki de Ermeni olmadığını 7 göbekten Türk ve Müslüman olduğunu ispatlamaya girişmişti. Yavaş ile Gökçek ise kökenlerini inkâr edemeyerek aralarında Türklük yarıştırmış, “Türkoğlu Türklükleri”ni ispata koyulmuşlardı. İşte devşirme kişilik, sömürge kişilik yapıları böyledir. Kendi aralarında bile sürekli bir şüphe, tedirginlik, korku içerisinde yaşarlar. Birbirlerinin ayaklarını kaydırmak için de ilk fırsatta utanılacak, gizlenecek bir şeymiş gibi birbirlerinin kökenlerini, milliyetlerini mevzubahis ederler. Biz halklar açısından ise, kim olduğumuzu unutsak bile, buna gönüllü olsak bile onlar bizim aslında kim olduğumuzu hiçbir zaman unutmuyorlar. Zamanı gelince bir kusur, bir ayıpmışçasına bize kim olduğumuzu hatırlatıyorlar.
Ne yazık ki bu topraklarda halklara karşı düşmanlık, inkâr ve imha zihniyeti sadece sağ kesimler içerisinde yaygın değildir. Kemalizm dolayımıyla kimi sol kesimler, demokrat, ilerici kesimler içerisinde de oldukça yaygındır. Öyle ki AKP’li belediye başkanının iddialarının yarattığı tartışmalar henüz durulmamıştı ki Dersim Belediye Meclisi’nin, belediye binası girişindeki “Tunceli” yazılı tabelanın “Dersim” olarak değiştirilmesine ilişkin kararı gündeme geldi. Belediye’nin bu kararına ilişkin itirazlar, itiraz kisvesi altındaki ırkçı-milliyetçi saldırılar, hakaretler sağ-milliyetçi kesimlerden ziyade ulusalcı, sosyal-demokrat, Kemalist kesimlerden hatta kimi sol kesimlerden yükseldi. Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) herkesten önce davranarak kararın yürütülmesinin durdurulması için mahkemeye başvurdu. Ardından da Fatih Mehmet Maçoğlu’nun, listesinden seçime girdiği Türkiye Komünist Partisi (TKP) bu girişimin “yersiz olduğu” yönünde açıklama yaptı.
Kemalizm bir burjuva ideolojisidir. Kemalizm bir yandan egemenleri bir araya getiren bir bayrakken diğer taraftan bir küçük-burjuva yanılgısı olarak küçük burjuva milliyetçiliğinin de bayrağıdır. Kemalizm sağından soluna tüm egemenlerin ortak kümesidir. Ortak ideolojisidir. Biçime ilişkin farklılıklar, tartışmalar, çekişmeler öze ilişkin bu hakikati gizleyemez. Son Dersim tartışması örneğinde olduğu gibi, AKP’nin 17 yıllık iktidarı boyunca Kemalizm’in kurumlarını ve temel dayanaklarını İslamcı bir sosa bulayarak sürdürmesinden ve Neo-Kemalist bir parti olarak yoluna devam etmesinden anlaşılabileceği üzere konu halklar olunca, konu işçi-emekçiler olunca, konu emek-sermayenin kavgası olunca hepsinin aynı noktada birleşiyor olması, tek ses olabiliyor olması bizlere bir şeyler anlatabiliyor olsa gerek. Bu topraklarda Kemalizm, Osmanlı’nın küçülüp, “Bu devlete bir ulus lazım” mantığıyla ulusal bir devlet halinde örgütlenmesi sürecinin, sonradan imal edilmiş teorisidir. Kemalizm, yukarıda bahsini geçirdiğimiz üç temel sacayağının yeniden üretilmesi, onarılması için keşfedilmiş bir teoridir. Özü itibariyle de bu üç sacayağına yaslanır. Kemalizm, burjuva egemenliğinin resmi ideolojisidir.
Bu noktada coğrafyamızda burjuvazinin iktidara yükseliş sürecini, ona karakterini veren kuruluş koşullarını bir kez daha hatırlamak tüm bu söylediklerimizin anlaşılması için faydalı olabilir. Kapitalizmin doğuşundan ve onun bir dünya sistemi haline gelmesinden uzun bir müddet sonra gecikmeli olarak gerçekleşmiş olan Türkiye Burjuva Devrimi, Paris Komünü deneyiminin peşi sıra bütün ilerici, devrimci hususiyetlerini, ağır basan gelecek (proleterya) korkusuna karşılık geçmiş (feodalizm) korkusuna teslim ederek asalaklaşan, tarihi olarak gereksizleşip, gericileşen Avrupa burjuvazisinin tüm arıza ve marazlarını taşıyarak doğmuştur. Diğer yandan ise yine peydah olduğu konjonktürün etkisi altında şekillenmiştir. Ekim devriminin, dünya devrimine dönüşebilme potansiyelinin dünya kapitalist düzenine saldığı korku, öte yandan iktidarı ele geçirdiği Anadolu ve Kürdistan özelinde kendi sınıfsal cılızlığı, iktidarı ele geçiriş merhalesinde yürüttüğü kanlı iç savaş ve iktidarı ele geçirir geçirmez kendisine karşı baş gösteren isyanların neticesinde kapıldığı beka kaygısıyla döneminin tekelci kapitalist Avrupa ulus-devletlerinin standartlarını bile aşan alarmist, aşırı defansif, ulusçu, tek-tipçi, bir polis devleti aygıtı üretmiştir.
1919-1923 sürecinin nihayetinde kesin zaferini ilan eden burjuva devriminin başlangıcı 1908 ve hatta daha öncelerine dayanmaktadır. Buna binaen daha sonraları Türk ulus devletinin kimliğinde, icraatında ve lafzında vücut bulacak, kesinleşip belirginleşerek resmi bir ideoloji halini alacak olan Türk milliyetçiliği de Burjuva Devrimin geliştiği aynı zaman aralığına denk gelerek 19. yy son çeyreğinden başlayarak bir yığın devinim, gelişim ve merhalelerden geçerek Cumhuriyet’e devrolmuştur. İşte bu gelişim emekçi sınıfların ve halkların ideolojik ve fiziki inkâr ve imhasına dayalı olarak gerçekleşmiş, bir yandan sömürgecileşirken öte yandan sömürgeleşen baskıcı, şoven, militarist devlet aygıtının hüviyeti olmuştur.
Hülasa halklara karşı düşmanlık, inkâr zihniyeti, onlara yönelik kıyım, sürgün, asimilasyon politikaları Türkiye Burjuvazisinin mayasıdır, karakteridir. O burjuvazinin devletinin, halkların inkar ve imhasına programlı tek-tipçi, şoven, asimilasyoncu, zorba; işçi sınıfının korkusuyla daha da zorba hüviyeti her gün, çeşitli vesilelerle, en ufak çelişkilerde dahi gün yüzüne çıkıyor. Her ne kadar üstü örtülmeye çalışıyorsa da yama dikiş tutmuyor. Zira güneş balçıkla sıvanamıyor.
Karadeniz coğrafyası bir dünya cenneti olmakla beraber bir halklar bahçesidir. Mezopotamya coğrafyası insanlık medeniyetinin, ilk inançların filiz verdiği bir halklar beşiğidir. Anadolu coğrafyası güneşin ülkesi, medeniyetlerin beşiğidir. Dersim coğrafyası kadim halkların ve inançların evidir. Bu coğrafyalara HES’ler, barajlar, sahil yolları ve türlü yöntemlerle yapılan doğa talanı, yağma, katliamlarla, bu coğrafyalardaki halkların asimilasyon ve inkâr politikaları aynı sömürü düzeninin birbirini tamamlayan farklı veçheleridir. İç içe geçmiş durumdadır. Coğrafyamıza, doğamıza, tarihimize, kimliklerimize, renklerimize sahip çıkmak bugün her zamanki kadar önemlidir. “Evet, ben bir Rum’um, burası Rum’ların da yurdudur”, “Evet, burası Dersim’dir. Onur duyduğumuz bir tarihimiz, kültürümüz var” diyebilmek cesaretini göstermeliyiz. Bu cesareti sürdürmeliyiz. Bu aynı zamanda ideolojik bir saldırıya karşı da bir direniştir.
Coğrafyamızda yok edilen/edilmeye çalışılan tüm zenginlikleri tekrar gün yüzüne çıkarmak, tüm halkların siyasi ve kültürel hakları için mücadele etmek, bir halklar hapishanesine dönüştürülen bu toprakları halklar arasında saygıyı ve kardeşliği egemen kılmak suretiyle bir halklar cennetine dönüştürmek şüphesiz devrimci bir görev olmakla beraber bir insanlık vazifesidir.