MUSTAFA KEMAL ERSÖZ yazdı: “Gramsci, hakkında üretilen tüm sivil toplumcu, liberal tevatürlere rağmen sadece gerçek anlamıyla bir Marksist değildi, gerçek anlamda bir Leninistti. Bize bilmemiz gereken çok yalın bir hakikatten bahsetti; iki sınıf vardır biri bujuvazi diğeri proleterya!”
MUSTAFA KEMAL ERSÖZ
1937 yılının Nisan ayının 27. günü, hücre duvarlarının arasında aydınlık beyninin işlemeye ve üretmeye devam etmesi bile faşist yöneticileri korkuya ve endişeye sevk eden 19. yüzyılın en ilham verici entelektüellerden, en cüretkâr aydınlarından, en keskin zekâlarından biri, tüm bunlarla beraber, cesur bir partizan, atılgan bir örgütçü, çağını aşan bir devrimci, İtalyan komünist Antonio Gramsci’nin fiziksel yaşamı Musolini’nin zindanlarından son buldu. Oysa Gramsci, diğer tüm emsalleri, büyük insanlık kavgasına organik biçimde bağlanmış tüm diğer aydınlar, devrimciler, sıra neferleri gibi dününe, gününe, yarınına dair fiziksel yaşamını aşan, çağları aşan bir biçimde konuşmuştu. Elbette düşünmek, yazmak ve söylemekle yetinmemişti. Tam da düşündüğü gibi yaşamış, yaşadığı gibi düşünmüş, fikrini eylemiş, örgütlemişti. Öyle ki, Gramsci için entelektüel, bulunduğu toplumun koşullarından ve yapısından etkilenen ve bu etkileşim sayesinde ise dünyayı yorumlayarak belli yargılara ulaşan kişiydi. Ve entelektüel, kendisini sadece düşünceleri ile değil; örgütlenerek ve toplumsal hayatın içinde yer alarak var edebilirdi. Onun düşünüşüne göre entelektüellerin görevi, toplumsal düzeni değiştirmek için, insanlığın kurtuluşunu olanaklı kılacak devrimi hazırlamak için kitleleri örgütlemek, yönetmek, yönlendirmek ve eğitmekti. Ve o da bunu yaptı. Bunu yaparken felsefeden, edebiyata ve siyasete yayılan sahalar arasında güçlü köprüler kurarak ve bunları bütünlüklü bir biçimde bağdaştırarak; determinist, kaderci, pozitivist, kaba maddeci düşünme tarzlarına karşı, eleştirel anlayışla karşı çıkarak Marksizm’in siyasal düşüncesine ve 19. yüzyıl siyaset kuramına özgün ve çığır açıcı katkılar yaparak, hepimiz için, hususiyetle tüm ezilenler için bir yol açtı.
İşte belki de insanlığın ortak bir değeri olarak düşünmemiz gereken bu büyük devrimci, bizlere “aklın kötümserliğinden, iradenin iyimserliğinden” söz etti. İnsan eylemini, özelde devrimci eylemi düşünüşünün ve çalışmalarının merkezine koymuş olan Gramsci, teori ve pratik, düşünce ve eylem, özne ve nesnenin diyalektik birliğine ulaşmaya çalıştı. Harekete geçecek olan kitlelerin açığa çıkacak olan yaratıcı potansiyellerini canlandırmayı ve uyandırabilmeyi öngören, bunu devrimci sıçrayışın kaldıracı olarak ele alan “açık”, Ortodoks olmayan bir teori kurmaya gayret etti. İşte bu düzlemde Praksis kavramı onun düşüncesinde kilit bir kavram olarak belirginleşmişti. Köken itibariyle Yunanca hareket, edim manalarını, yaygın İngilizce kullanımında ise pratik manasını karşılayan Praksis mefhumu onun sözlüğünde ‘insanın kendi dünyasını yarattığı, özgürleştirdiği, değiştirdiği alan olarak, temelde insanın kendisini öteki varlıklardan ayrı kıldığı bir etkinliği’ ifade ediyordu. Gramsci işte bu Praksis mefhumu Marksizm çerçevesine yerleştirdi ve bu bağlamda mefhuma sosyolojik, felsefi yeni açılımlar kazandırdı. Antik Yunan’dan beri sofistlerden, idealistlerden varoluşçulara pek çok okuldan düşünürlerin hakkında düşündüğü bu mefhuma yeni bir soluk kazandırarak, yeni bir boyut kazandırdı. Praksis onun için tarihin ve toplumun çelişkilerini bir bütün olarak ele alarak, bu çelişkileri tüm yönleriyle öğrenip, kavrayarak ve dahi tüm uzlaşmacı, barışçı, ezilenleri teskin etmeye çalışan çabaları reddederek yeni bir hegemonyayı inşaya koyulan ezilenlerin, ezilen sınıfların organik aydınlarının felsefesi, siyasetle buluşan silahıydı.
Gramsci’nin praksisi, sosyalist devrimi başlatacak, sosyalist inşanın yolunu açacak, yeni toplumu, yeni insanı meydana getirecek yolculuğun başlangıcı olacak yeni hegemonyanın kılavuzudur. İşte bu minvalde bizlere, Lenin’den devralarak yeni açılımlar, derinlikler kazandırdığı, Marx’ın yapı ekseninde sınırlı kalan çözümlemelerine yeni anlamlar ilave ettiği, kendi düşüncesinde kilit bir noktayı ifade eden hegemonyadan bahsetti. Gramsci’ye göre bir sınıf politik egemenliğe ulaşmadan önce hegemonyasını kurabilir ve hatta kurmalıdır da. Böylelikle hegemonya, siyasal yönetim olmadan önce, kültürel ve moral yönetim durumuna gelecektir. Ona göre yönetmeye ve siyasal egemenliğe gözünü diken bir sınıf, toplum düzleminde tüm toplumu yönetmeye gücü olduğunu ispatlamak durumundadır. Bu sınıf, sadece kendini örgütlemekle yetinmeyip, tüm toplumu örgütleyip yönetme gücüne sahip olduğunu kanıtlamak zorundadır. Bunun için de yönetmeye talip olan sınıf, öncelikle hegemonik üstünlüğünü kurmalıdır.
Özcesi Gramsci, bizlere yarını bu günden kurmayı salık verir. Fabrika komitelerinden, mahalle meclislerinden, kent konseylerine oradan adım adım devlet aygıtına dönüşecek ya da alternatif devlet iktidarının embriyonik organları öz yönetimlerle örgütlenen böylece bütün işçilerin, bütün teknisyenlerin, bütün köylülerin, hülasa toplumdaki etkin bütün öğelerin, üretim sürecinin aracı olmayı durdurarak onun hâkimi durumuna gelecekleri, kapitalist makinede dişli olmayı bırakarak, sorumlu ve özgür görevliler olmayı öğrenecekleri, iktidara yürüyecekleri, yönetmeyi öğrenecekleri, düşmanı kuşatacakları yeni bir tarihsel blokun inşasından söz etti. Burjuva diktatörlüğünün yeri alacak olan işçi demokrasinin alt yapıdan, üst yapıyı kuşatarak hegemon olacağı bir yürüyüşten bahsetti.
Elbette Gramsci, bu büyük yürüyüşün öncüleri, yeni hegemonyanın inşacıları, yeni tarihsel blokun örgütleyicileri olarak bize yeni aydından; işçi sınıfının organik aydınlarından bahsetti. Daha önce Marksizm’in belli oranlarda göz ardı etmiş olduğu, Lenin’in “Ne yapmalı”da bilimin taşıyıcıları, işçi sınıfının ideologları olarak ilk kez özel bir başlık altında ele aldığı aydınlar konusuna da cesurca müdahalelerde bulundu. Aydınları devrimci stratejinin birer unsuru haline getirdi. Zira ona göre egemen sınıf, toplumda kendisine bağlı organik aydınları aracılığıyla ezilenlerin rızasını kazanıyor, onlar üzerinde hegemonya kuruyordu, bu nedenle, bu hegemonya ancak işçi sınıfının organik aydınlarıyla kırılabilir, karşı hegemonya da ancak işçi sınıfının organik aydınları tarafından gerçekleştirilebilirdi.
Aydınlar konusunu incelerken Gramsci, o güne değin sol çevrelerde bile sınıf ilişkilerinin “dışında”, bağımsız, yani “saf düşünce”, bilgi ve bilim yayıcı kişiler olarak “aydınlar” mitosunu yıkmakla işe koyuldu. Bütünüyle bağımsız aydın gruplarının varlığını savunmanın saçmalığından bahsetti. Aydınların hâkim sınıfa (iktidardaki veya “yükselmekteki” sınıf) göre asla bağımsız olmadıklarını söyledi. Tarafsızlık iddiasının taraf olmanın itirafı olduğunu gözler önüne serdi. Bir diğer radikal sıçrayışıyla “bütün insanlar entelektüeldir, çünkü her insanın zihinsel kapasitesi vardır” diyerek elitist yeni kastlar oluşturmaya meyyal kas ve kafa emeği ayrımına ilişkin devrimci, oldukça yeni ve derinlikli bir yaklaşım getirdi. Böylelikle örgütlenen ve toplumsal hayatın içindeki bütün katmanlarda yer alan genişlikte yeni bir entelektüel tanımı yaptı. Kafasıyla çalışan ve koluyla çalışan insanı birleştirecek olan yeni tip insanın nüvesinden bahsetti.
Gramsci'ye göre, kapitalizmin işçi sınıfını içinde tuttuğu bilgisizliğe karşı savaşmak gerekiyordu. “Proleter için cahil olmamak bir görevdi.” Bu yeni insan, yeni aydın, işçi sınıfının organik aydını, organik olarak devrimci bir tarihî görev yapma zorunluluğun farkına varan kişidir.
Nihayet işte bu tarihi görevin zorunluluğuna varan yeni insan, “ortaklaşan insan”; kendini işçi sınıfının en güçlü silahı, son kertede burjuvazinin üst yapısını, devlet aygıtını parçalayacak, yıkacak, en belirleyici devrim olan ekonomik devrimi gerçekleştirecek, burjuva ahlâkının engellerini aşmış, tomurcuk halindeki bütün olumlu ve ileri öğeleri bağrında toplayan, işçi sınıfının ve “tarihsel blokun” en ileri unsurlarının buluştuğu, hegemonyayı tamamlayan egemenliğin ön koşulu devrimci partiyle organik olarak birleşecek, kendini partide eritecektir. Zira Gramsci’ye göre, işçi sınıfının kendi dünya görüşünü geliştirebilmesi ve kendi organik aydınlarını yetiştirebilmesi açısından en önemli araç devrimci partidir. İşçi sınıfı, devrimci partinin, kendi organik aydınlarını geliştirmekte gösterdiği yeteneğe ve organik aydınlarına donanım kazandırmakta sahip olduğu başarıya göre hegemonik kapasitesini artabilecektir. Gramsci bizlere vazgeçilemez bir araçtan, devrimci partiden bahsetti. Zira tarihsel eylem, ancak ‘kolektifleşmiş kişiler’ tarafından gerçekleştirilebilir. Bu kolektif iradenin ortaya konmasında en önemli aracı da devrimci partidir. Gramsci’ye göre, devrimci parti, kolektif iradenin hem etkin bir örgütleyicisi hem de onun ifadesidir.
Hülasa Gramsci, hakkında üretilen tüm sivil toplumcu, liberal tevatürlere rağmen sadece gerçek anlamıyla bir Marksist değildi, gerçek anlamda bir Leninistti. Bize bilmemiz gereken çok yalın bir hakikatten bahsetti; iki sınıf vardır biri bujuvazi diğeri proleterya! İnsanlığın kurtuluşu, proletaryanın devrimci partisinde birleşip burjuvazinin hegemonyasını yerle bir etmekle mümkündür. Bu hegemonya savaşında geriye düşmelere, mevzileri yitirmelere, bir adım ileri iki adım geri gitmelere, hatta yenilgilere rağmen kötümserliğe kapılmamayı, nikbinliği salık verdi: Şöyle söyledi: “Her yenilgi entelektüel ve moral düzensizliği beraberinde getirir. En kötü korkuların karşısında umutsuzluğa kapılmayacak ve aptallığın coşkusuna kapılmayacak ciddi ve sabırlı insanları yaratmak gereklidir. Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliğidir.”