“Şarkıcı Kurbağalar ve arkadaşlarının doğalarının yok edilmesi karşısında süper kahraman, veya teknolojik donanımlı kahramanları mı çıkarmalıydık? Hayır! Bu gelinen noktada onlara gerek yok. Çünkü gün be gün dünyamızın doğası yok edilse de, dünyamızda hala bu yok oluşu durdurabilecek canlı kahramanlar mevcut.”
Söyleşi: Ebru Yıldırım
Ertan Uçan bir öğretmen. Eski adıyla ilkokul öğretmeni, şimdilerde sınıf öğretmeni denilenlerden. Sinop’un köy okullarında başlayan eğitim hayatı, Manisa ve Lice’nin köy okullarında, bu sefer öğretmen kimliği ile devam etmiş.
Uçan, yıllardır yazıyor. Deyim yerindeyse, öğrencileri için yazıyor. Yazdığı çocuk öykülerinin bir kısmını herhangi bir yayınevine bağlı kalmaksızın kendi imkanlarıyla yayımlamaya karar verdiğinde karşımıza Ateş Karıncaları ve Şarkıcı Kurbağalar ve Arkadaşları isimli iki kitabı ile çıktı. Rengarenk çizimlerin de eşlik ettiği öyküler, devlet dersinde anlatılanlardan çok daha fazla ‘değer’ içeriyor. Resimlerini de kendisinin çizdiği öykü kitaplarının grafik çalışmasını Emrah Yıldırım, editörlüğünü Özge Ay yapmış. Kitaptaki ara başlıklar ve kullanılan punto okumayı kolaylaştıran cinsten.
Kendisiyle güneşli bir İstanbul sabahı Kadıköy’de buluştuk. Söyleştik. Çocukların dedikodusunu yaptık.
Yazdığın metinleri çocuk edebiyatı olarak mı, “çocuklar için kitap” diye mi tanımlıyorsun?
Yazdığım öykülerin edebi bir yönünün olduğunu düşünüyorum. Hikayelerimdeki dil ve anlatımın, çocuklara tavsiye niteliğinde ya da nasihat verici sıradan bir yanının olmadığını düşünmekteyim. Piyasada çok sayıda "çocuklar için kitap" mevcut. Okuyucuya tat veren çok sınırlı sayıda eseri saymazsak bunların birçoğunun çocuk dünyasının inceliklerini dikkate almadan yazıldıklarını, edebiyatın akıcılık, coşkunluk, betimsellik özelliklerinden uzak olduklarını görmekteyiz. Yazdığım hikayeleri biraz da bu sebeple, sıradan "çocuklar için kitap"ın ötesine taşımaya çalıştım. Bu yönüyle metinlerimi, çocuk edebiyatının öykü-hikaye türü içinde ele alınması gerekir diye düşünmekteyim.
Son yıllarda çocuk kitapları yazma atölyeleri düzenleniyor, bunu neye bağlamak gerek?
Çocuk kitapları yazım atölyelerinin ortaya çıkışı bir kısım yazma heveslisi yazar ve yazar adaylarının girişimi olarak ele alınabilir. Tabii, yazma yönünde kendini geliştirmek isteyenlerin arayışını ticari bir metaya dönüştürme yönünde projelendirenlerin olduğunu da gözlemlemekteyiz.
Benim bu konuyla ilgili olarak asıl söylemek istediğim, yazma etkinliğinin yazan kişinin iç dünyasının yazıya aksettirilmesiyle doğrudan bağlantısının olduğu. Yazar yazarken sadece ve sadece kendisiyle var olur. Kendi varoluşunu yazısıyla biçimlendirir ve yazdıklarına dilediği şekli verir. Yazara atölye vasıtasıyla şekil vermek istenirse, gel seni yazar yapalım denirse ne olur? Adı üstünde atölye! Bence her ne atölyesi olursa olsun, o atölyeden özgün bir çıkış mümkün değil. Yazarlık ise özgünlük, bireysel zihinsel yoğunlaşma gerektirir. Atölyeden birbirine benzer kalıplarda yazarlar çıkar ki bu da yazarın özgünlüğüne gölge düşürür. Bence yazarlık, bireysel birikimin verdiği bir sonuçtur ve yazı bu anlamda yazarın çevresiyle kurduğu bağın kendi zihinsel izdüşümüdür. Ben yazdığım bütün öykülerimi kendimle baş başa iken kaleme aldım, biçim verdim. Yeri geldiğinde danıştığım arkadaşlarım, dostlarım oldu elbette. Fakat sırf fikir almak için de sanırım atölye kurulmaz.
Biraz da karakterlerinden, Yavrucak ve Bızdık'tan söz eder misin?
Yavrucak ve Bızdık'ın çıkışı sanırım benim hayatımdaki iki olayla bağlantılı. Ya da ben bu iki olayla bağlantılı olduğunu düşünüyorum.
Yavrucak, yumurtadan çıkmaya çalışan, zaman zaman zorlanan, isteksiz davranan, fakat öncelikle Bızdık ve daha sonra da dere kenarında kendisini izleyen Şarkıcı Kurbağalar'ın desteğiyle beraber yumurta kesesini yarıp dışarı çıkmayı başaran bir karakter. Bu karakter, başarmakla başaramamak arasında gidip gelmekte. İşte o esnada karşısına çıkan Bızdık Kurbağa, Yavrucak'a çok iyi rehberlik etmiştir diyebiliriz. Bızdık'ın rehberliğine ise, dere kenarındaki Şarkıcı Kurbağalar'ın alkışları eşlik etmiş ve Yavrucak keseden dışarıya çıkmayı başarmıştır. Aslında Yavrucak'ın başarısı, toplumsal bir başarıdır diyebiliriz.
Ne diyorduk? Hayatımdaki iki olay…
Bunlardan birisi ablamın hamileliği. Yeğenim Güneş'in dünyaya gelişine yakın bir dönemde yazmıştım Şarkıcı Kurbağalar ve Arkadaşları'nı. Sanırım bu olay beni etkilemişti.
İkincisi de Sarıyer ilköğretim Okulu'nda öğretmenlik yaparken, öğretmenlik yaptığım sınıftaki öğrencilerimden birisi başarmak için gayret ediyordu fakat zaman zaman başaramayacağı duygusuna kapılıyordu. Ben de (Bızdık Kurbağa) ona destek olmaya çalışıyordum.
Her iki kitapta da dikkatimi çeken ortak nokta olayların nehirde veya derede geçiyor oluşu. Senin Ateş Karıncaları'n Küçük Kara Balık olmaya ne kadar yakınlar?
(Gülümsüyor.) Aslında yakınlar. Fakat birbirinin izdüşümü değiller. Birbirinin aynısı olmalarına da gerek yok zaten. Ortak yön her ikisinde de aslında büyük bir mücadele arzusu, sonuca ulaşma isteğinin oluşu. Küçük Kara Balık karanlık, umutsuz, yüreksiz toplulukların içinde açan bir güneş. Kendi kabuğunun dışına çıkıp başka diyarlara ulaşma isteği hakim Küçük Kara Balık karakterinde. Ölüm karşısında da diz çökmez ve özgürlük, tanıma, bilme arayışı her daim sürer. Öyküde çoğunlukla bu kahramanın bireysel çabalarını, bu çabaların ırmakta yaşayan tüm canlılara umut olması arzusunu görürüz.
Ateş Karıncaları ise, bir selle karşılaşırlar. Sel sonrası yuvaları yerle bir olur ve yuvalarını terk etmek zorunda kalırlar. Bu terk ediş aslında onlar için yeni bir arayış, yönelimdir. Hayatta kalma mücadelesi verirler. Azgın suları aşmak, avcı balıklara, yengeçlere ve Davgeri karıncalarına karşı kendilerini ve özellikle de Kraliçe Karınca ve yavrularını korumakları, yer yer savunmaları gerekir. Ateş Karıncaları, birlikte hareket eden karınca topluluğunun güçlü organizasyonu olarak karşımıza çıkar ve bu birliktelik onları başarıya ulaştırır.
Her iki öyküde de mücadele vardır diyebiliriz. Küçük Kara Balık'ta karanlık dünyanın birey kahramanının verdiği mücadeleyi, Ateş Karıncaları öyküsünde daha çok topluluğun mücadelesi olarak okuruz.
Çocukları da teknolojinin kuşattığı bir dünyada, hayvan kahramanlar ile yola çıkmış bir kitabın şansı ne kadar sence?
Hayvan kahraman olmaları bir şeyi değiştirmez. Çünkü Şarkıcı Kurbağalar ve Arkadaşları da, Ateş Karıncaları öyküsü de sonuç olarak insan dünyasına sesleniyor, insanlara satır aralarında da olsa bazı mesajlar veriyor. Okuma oranının çok ama çok az olduğu günümüz Türkiye'sinde ne kadar okuyucuya ulaşabilirim bilmiyorum fakat mesela bu karakterleri bir an teknolojik karakterlere dönüştürdüğümüzü düşünelim, daha çok okura da ulaşabiliriz belki. Fakat şöyle bir durum var; günümüz sorunlarının birçoğunun kaynağı da zaten teknolojinin geldiği boyut değil mi?
Şarkıcı Kurbağalar ve arkadaşlarının doğalarının yok edilmesi karşısında süper kahraman, veya teknolojik donanımlı kahramanları mı çıkarmalıydık? Hayır! Bu gelinen noktada onlara gerek yok. Çünkü gün be gün dünyamızın doğası yok edilse de, dünyamızda hala bu yok oluşu durdurabilecek canlı kahramanlar mevcut.
Bu yönüyle çocukların zihinlerini teknolojinin kuşattığı tespiti doğru. Fakat o dünya sanal. Bu yönüyle çocukları gerçekliğe çağıran, ama kaba gerçeklikten de uzak edebi eserlere gereksinim var kanımca. Şansımız fazla olmayabilir. Belki teknolojik karakterli öyküler de kaleme alınabilir. Fakat bunu yaparken, teknolojinin bireyi ve toplumu esir alan yanını kırıcı bir perspektiften hayata bakmak gerekir.
Peki Ertan, ailelere okumayı sevdirme konusunda tavsiyelerin var mı?
(Yine gülümsüyor.) Günümüz Türkiye’sinde okuma oranı yüzde bir bile değil. Kim kime neyi sevdirecek bir düşünmek gerekir. Sonuçta çocuklar, birçok zaman yetişkinleri model alarak öğrenirler. Yetişkinlerin okumadığı bir memlekette sonuç olarak çocuk da, kimi istisnalar dışında, okumaz. Sorunun kendisi toplumsal sistemle de alakalı elbette. Yetişkin insanların günde 13-15 saat çalıştığı bir ülkede, çalışma koşullarının insanın beden ve zihnini yıprattığı bir ülkede, kim okumaya ne kadar zaman ayırabilir, bu da üzerinde durulması gereken bir soru. Memleketin genel hali, düşünceyi açıklayan insanların sorgulandığı, içeri atıldığı olağanüstü bir dönemde yaşıyoruz ayrıca. Kim ne kadar üretebilir, üretmeye cesaret edebilir? Bunu kim alır okur? Bunlar, cevaplarını zaman içinde göreceğimiz sorular. Toplumsal bir değişim gerekiyor. Bunun için taleplerde bulunup hareket etmek lazım.
Ertan Uçan
1977 yılında Sinop’ta doğdu. İlkokulunu Sinop’un köy okullarında, ortaokul ve liseyi ise Kastamonu’nun İnebolu ilçesinde yatılı olarak okudu. Marmara Üniversitesi Sınıf Öğretmenliği bölümünü 2004 senesinde bitirdi ve aynı yıl Manisa ili, Gördes ilçesi, Çatalarmut Köyü İlkokulu’nda sınıf öğretmeni olarak çalışmaya başladı. Diyarbakır’ın Lice ilçesinde, İstanbul’un Bağcılar ve Sarıyer ilçelerinde de çalıştı.
Hala sınıf öğretmenliği yapıyor.
Mandolin çalıyor, kitap okumaktan keyif alıyor ve yazma isteği geldikçe yazıyor.
Henüz yayımlanmamış çok sayıda çocuk öyküsü var. Yakın zamanda o öykülerini de sizlerle paylaşacak.