RÖPORTAJ – Devrimci Turizm İşçileri Sendikası (Dev Turizm-İş) Genel Başkanı Mustafa Safvet Yahyaoğlu ile sendikanın Antalya’daki genel merkezinde Türkiye’nin dış politikasının, siyasal ve ekonomik krizlerin turizme etkisini ve Referandum’un işçi sınıfı açısından ne ifade ettiğini konuştuk. (Röportaj: SiyasiHaber)
Röportaj: SiyasiHaber
Suriye’deki savaş, Rusya’yla aşılmış görünen kriz, Avrupa ülkeleriyle olan gerginlikler turizm sektörünü nasıl etkiliyor?
Suriye’deki savaş Türkiye turizminde onulması zor yaralar açtı. Fakat asıl önemi, ülkede terörün tırmanmasının sebebi olmasındadır. Biz 10 Ekim Ankara mitinginde barış sloganları atarken, 101 arkadaşımızın can verdiği 300 arkadaşımızın yaralandığı bombalı saldırılara hedef olduk. Tabii şiddet bununla sınırlı kalmadı. Sultanahmet’te, Beyoğlu’nda ve birçok şehirde bombalı saldırılar gerçekleştirildi. IŞİD’in bu saldırıları ve terörün tırmanışa geçmesi Türkiye’yi felce uğrattı. Turizm açısından da, demokratik haklar açısından da, ekonomi açısından da Türkiye felç oldu. Bunun zararlarını hepimiz hâlâ yaşıyoruz.
Suriye’deki savaşta Türkiye’nin siyasi tercihleri tamamen yanlıştı. 2016 yılında Rus uçağının düşürülmesi, turizm sektörü başta olmak üzere Antalya’nın iki temel direği olan ihracat ve tarımda sıkıntılar yarattı. Türkiye’de iki buçuk milyon emekçi turizmden ekmek yiyor. Bu iki buçuk milyon işçinin yalnızca 860 bini sigortalı. Yine bu iki buçuk milyon işçinin 600 bini Antalya’da çalışıyor. İktidardakiler, işsizlik oranlarının bu kadar yüksek olduğu, genç, eğitimli üniversite mezunlarının bu kadar yüksek işsizlik oranlarıyla karşılaştığı, yüzde 38’lere varan işsizlik oranlarının konuşulduğu bir dönemde bu durumu iyileştirmek yerine daha da kötüleştirdiler. İktidar, dünya siyasetinde oynadığı yanlış roller sebebiyle ülkesinin turizmini bitirdi, insanların ekmeğiyle oynadı.
Dışarda uyguladıkları saldırgan siyaset kendi iç siyasetleri için malzeme oldu. Kendi iktidarlarını sağlama alabilmek adına, milliyetçi dalgaları yükseltebilmek adına dışarıda yarattıkları gerilimlerin faturasını emekçilere kestiler. Şimdi Avrupa ülkeleriyle yaratılan kriz önümüzdeki günlerde yaşayacağımız ekonomik krizin de, siyasi krizin de çok net sebebi olacaktır. Bu krizlerin bedelini ise yine emekçi halk öderken, birileri saltanatlarını sürdürmeye devam edecek. Tabii ki savaşlar ve krizler yoksulları daha da yoksullaştırırken, zenginler de bu krizleri fırsata çeviriyor.
Krizin turizm çalışanlarına etkisi nelerdir?
2015 yılında bir ruble krizi vardı Rusya’da. Bu kriz Türkiye’ye de yansımıştı ve Rus turistlerin yurtdışına çıkmalarında isteksizliğe neden olmuştu. Türkiye’ye gelen turist sayısında ciddi düşüş olmuştu. Ama 2016 yılında Rus uçağının düşürülmesiyle beraber başlayan kriz, daha önce gelmekte olan yüzde 92’lik bir paya sahip olan Rus turistin Türkiye’ye gelmemesiyle sonuçlandı. Türkiye, turizm açısından yüzde 30’luk bir kayıpla sezonu kapatmış oldu. Bu sadece Rus turistle sınırlı kalmadı, bombalı saldırılar sonucu Avrupalı turistlerin de Türkiye’ye gelişinde ciddi bir düşüş oldu. Böyle olunca Türkiye turizm açısından yüzde 50’lerle ifade edilebilecek kayıplar yaşadı.
Bu kayıpların faturası elbette yine turizm emekçisine kesildi. Turizm sektörünün patronları ciro eksikliği yaşayacaklarını fark ettiklerinde, otellerini hiç açmamayı tercih etti. Yüzbinlerce turizm işçisi sezonluk çalışabileceği otellerin açılmaması sonucu memleketlerine geri döndü. Isparta’dan, Burdur’dan, Konya’dan, Trabzon’dan, Diyarbakır’dan, Adana’dan gelen işçiler çöken turizm sektöründe iş bulamayınca memleketlerine geri dönmek zorunda kaldı.
Bu krize Hükümet bir çözüm bulacağım diye yeni bir formül üretti, turizm sektöründe çalışan kalifiye işçileri İŞKUR üzerinden işbaşı eğitimi altında otellere stajyer olarak gönderdi. İşçiler, işsiz kaldıklarında almaları gereken paraları “stajyer” adı altında oldukça düşük ücretler karşılığı çalışarak aldılar. İşverenlerin ödemesi gereken ücretleri devlet, işsizlik sigortasının fonlarından ödemeye başladı. Bu durum kendi paralarıyla işsiz kalan işçiler yarattı. Kendi yarattıkları fonla işsizliğe mahkûm edilen işçiler yarattı.
Çok net bir şekilde yüzbinlerce işçi işsiz kaldı ve bunların dışında on binlerce işçi ücretlerini alamadıkları oteller tarafından sezon sonu işten çıkarıldılar. Hem normalde almaları gereken ücretlerini hem de tazminat haklarını alamadıkları için otellerin önünde eylem yapacak hale geldiler. Bunun somut örnekleri; Mardan Palace, Queen Elizabeth, Euphoria otelleridir. Seferihisar’da, Kızılağaç’ta ve Tekirova’da ve daha bunlara eklenebilecek birçok otellerde işçiler ücretlerini dahi alamadılar. Savaşın ve ekonomik krizin bedeli işçilere ödettirildi.
Turizm çalışanlarının genel sorunları nelerdir?
Turizm çalışanları açısından şu an öncelikli olarak düşük ücret sorunu var. Kenan Evren 12 Eylül döneminde “Öyle beş yıldızlı oteller var ki, garsonları ve şefleri benden çok ücret alıyor” dedi. Aradan 6 sene geçtikten sonra Turgut Özal, “Türkiye ucuz emekçi cenneti, gelin buraya yatırım yapın” dedi. 6 senede işçilerin reel ücretlerini öylesine gerilettiler ki, Türkiye’yi ucuz emekçi cenneti haline getirdiler. O günlerden bugüne hâlen bu anlayış devam ediyor. Türkiye’deki 20 milyon çalışanın büyük çoğunluğu asgari ücretin altında çalışıyor. Hâlbuki bu ülkenin imkânları bu değil. Son 15 yılda, 44 tane dolar milyarderi üretebilen bu ülkenin demek ki kaynakları sağlam, fakat emeğiyle çalışanlardan esirgeniyor. Gelirin dağılımındaki bu adaletsizlikler dolayısıyla, yoksullar yoksullaşırken, zenginler daha da zenginleşiyor.
İkinci sorunumuz, uzun çalışma saatleri ve ücretsiz fazla mesai. Bunu Çalışma Bakanlığı müfettişleri de tespit ettiler. Ortalama 14 saat çalışıldığını ve bunun karşılığında fazla mesai ücretlerinin ödenmediğini tespit ettiler ve işletmelere ciddi cezalar verdiler. Bir kısım otellerde, bir kısım kurumsallaşmış işyerlerinde bu nispeten düzeldi. Oteller servislerini eskiden istedikleri zaman kaldırabilirken şimdi 8 saatin sonunda kaldırmak zorunda kaldılar. Ama buna rağmen lojmanda kalan çalışanları tekrar otele çağırarak yine fazla mesai yaptırarak, mesai ücreti ödemeden çalıştırıyorlar. Biz onlara bir kampanya önermeyi düşünüyoruz. İlk 8 saati bedava çalışalım, ikinci 6 saati zamlı ödeyin biz daha kârlı çıkarız diyebilecek noktaya geldik. Espri bir yana, neredeyse bunu gerçekleştirecek bir hâle getirdiler. 6 saat çalışan bir işçinin ücreti 9 saatliktir, hâlbuki 7 buçuk saatlik bir ücrete 14 saat çalıştırıyorlar.
Geçmiş yıllarda insanlar işyerlerine girdiklerinde emekli oluncaya değin aynı yerde çalışırlardı. Şimdi turizm sektöründe beş yıllık bir deneyimi olan bir gence sorduğumuzda 15 tane işyerinde çalıştığından bahsediyor. Ben 66 yaşındayım, bu zamana kadar sadece 3 işyerinde çalıştım. İşsizliğin yüksek oranlarda olması işverenlere bu kozu kullanma fırsatı veriyor. İşyerlerindeki kötü koşullara itiraz eden işçileri, “Senin yerine bu şartlarda çalışacak binlerce insan var” diyerek baskı altında tutuyorlar. Turizm işçileri, giderek kısalan bir sezonda çalışıyor. Geçmiş yıllarda 9 ay bir sezon yaşanırdı. Antalya ve Ege sahillerinde şimdi bu zaman dilimi 4-5 aya düştü. Zaten asgari ücretle çalışan işçilerin, bu 4-5 ayda kazandıklarıyla bütün seneyi geçirmeleri mümkün değil.
Kadın işçilerse rahatsız oldukları zamanlarda o gün işe gelmeye zorlanıyor, gelmedikleri takdirde işten çıkarılmakla tehdit ediliyorlar. Mazeret izinleri, hastalık ve doğum izinleri dahi kullanılamaz hale getirildi. Hamile olan kadınların iş akdini feshediyorlar. Uzun çalışma süreleri insanlarda fiziksel olarak ciddi sıkıntılar doğuruyor. Kadın işçilerde özellikle boyun fıtığı, bel fıtığı gibi rahatsızlıklar ortaya çıkıyor. İşverenler ise bu tür sıkıntıları yaşayan kadınların yükünü hafifletmek yerine doğrudan iş akdini askıya alıyorlar.
İşsizlik sigortasından para alamamak da turizm emekçileri için ayrı bir sıkıntı doğuruyor. Ömür boyu sigortaya para yatıran bir turizm işçisi sezon sonu işsiz kaldığında karşısına türlü sıkıntılar çıkıyor. İşçiler yıllarca prim ödeseler bile, hiçbir zaman bu haktan yararlanamıyorlar. İşsizlik Sigortasından en çok yararlanması gereken alan Turizm sektörüyken, tam tersi bu sektör dışarıda tutuluyor. Bunlar gibi sıralanabilecek mobbing ve fiziksel şiddete varabilen çok sorun var.
Örgütlenme faaliyetlerinde karşılaştığınız sorunlar nelerdir?
Türkiye’de sendikaya üye olan bir işçi sanki yasadışı bir örgüte üye oluyormuş gibi işverenleri tarafından baskı ve tehdit altına alınıyor. Eğer işçinin sendika üyeliği fark edilirse iş akdi hemen feshediliyor. Türkiye’nin imzaladığı uluslararası sözleşmelere baştan sonra aykırı bu davranışın anayasal hiçbir tarafı yok. Bunun karşılığında işçilerin yapabileceği şey mahkemeye gidip haklarını aramak. Türkiye’deki mahkemelerin ne kadar adalet ürettiği çok tartışmalı olsa da işçiler bu haklarını kullanmalılar. En son THY Do&Co şirketinde örgütlendik, 200 işçiyi birden işten attılar. 70 işçi sendikamızın üyesiydi, sendikalaşmayı duydukları anda şirket bunu önlemek için 200 işçiyi birden işten attı. Buna benzer çok örnekler yaşıyoruz.
Sendikalaşmanın önündeki ikinci büyük engel, işçiler “Ben işten atılırım” korkusuyla sendikalaşmaktan korkuyor. Bunu aşmak neredeyse imkânsız. Sendikayı işçinin seçmesi lâzım. Bu korkuyla sendikadan uzak duran bir işçiyi sendikaya ikna etmek zor oluyor. İşyerinde yaşadığı mağduriyetler onu her ne kadar canından bezdirmiş de olsa, aldığı asgari ücret bile onun için evini geçindirmek açısından değerli.
Bir diğer engelse, sendikalaşma konusunda bilinçli bir kara propaganda yürütülmesi ve sendikalara olan güvenin ortadan kaldırılmış ve itibarsızlaştırılmış olmasıdır. DİSK de olsa, KESK de olsa, mühendis odaları da olsa insanlar sendikalaşmaya “Bal tutan parmağını yalar” gözüyle bakıyor ve uzak duruyor. Sarı sendikaların ve devlet destekli sendikaların bu dejenerasyonun içinde olmaları yüzünden, DİSK’in farklı olduğunu anlatmakta zorlanıyoruz.
DİSK, 50 yıllık sendikal mücadele geçmişinde, sınıf ve kitle sendikacılığını önüne hedef koymuş ve darbelere muhatap olmuş bir örgüttür. Bu uğurda yöneticileri idamlarla yargılanmış bir örgüt olmasına rağmen, işin nimetlerine değil külfetlerine talip olan insanların içinde yer alıyor olmasına rağmen aynı suçlamalarla DİSK de karşı karşıya kalabiliyor. Siyasi yarılmalar ve bilinçsizlik, insanların emekten mi yoksa sermayeden mi yana olduklarının farkında olmamaları ya da kendilerini işçi sınıfının bir bireyi olduğunun farkında olmamaları bizim işimizi daha da zorlaştırıyor. Türkiye’de sınıf bilincinin olmadığından, hayatında ilk defa sendika kelimesi duyan milyonlarca insandan bahsetmek mümkün. Bunun yanında işçilerin sendikalarla önce yandaş medyanın itibarsızlaştırıcı cümleleriyle tanışmış olması bizim en büyük handikaplarımızdan biri.
Taşeron çalışmasının turizmde yarattığı sorunlar nelerdir?
Taşeron çalışması turizm sektöründe çok yaygın değil. Daha ziyade taşeron, devletin çalıştırdığı bir işçi modelidir. Türkiye’de en büyük taşeron işvereni devlettir. 2 milyon taşeron varsa, 1 milyonunu devlet tek başına çalıştırıyor. Güvencesiz, hukuksuz bir çalışma olduğu bütün mahkemelerde, bütün açılan davalarda kanıtlanmış durumda. Hatta taşeron çalıştırma hukukta muvazaa olarak adlandırılıyor. Taşeron sisteminin mahkemeye hile yaptığı mahkeme kararlarıyla belirlenmiş durumda. Dönemin Başbakanı Davutoğlu seçim öncesinde “Taşeronları kaldıracağız, bütün taşeronları güvenceli ve kadrolu hale getireceğiz” sözünü verdi. Fakat kendi görev süresi yetmedi. Ondan sonra gelen Başbakan bunu es geçti çünkü taşeronun en büyük işvereni olarak bu güvencesiz ve ucuz işçiliği sürdürmek istedi.
Turizmde özel sektör olarak taşeronlaşan işyerlerinde verimin alınamadığı ve kalitenin düşürüldüğü görüldü ve taşerona yönelen işverenler otellerde taşerondan vazgeçtiler. Fakat belediyelerde, hastanelerde çalışan işçilerin zaman zaman taşerondan geldiklerini görüyoruz. Her ne kadar işçilerin sendikalaşma, toplu sözleşme hakkı varmış gibi gözükse de taşeron yasası içerisindeki tuzaklar buna müsaade etmiyor. Taşeronu savunamaz hale gelen siyasi iktidar, taşeronla elde edemediği verimi “Kiralık İşçi Yasası” ile sürdürmek istiyor. Yarın bu yasa da mahkemeye gittiğinde, aynı işyerinde çalışmakta olan kiralık işçi muhtemelen yine muvazaa davalarını kazanacak. Fakat mahkemeler tarafsızlığını, yargı bağımsızlığını koruyamazsa hak ettiğimiz sonucu alamayacağız demektir.
Referandumda işçilerin oyu ne yönde olacak?
İşçiler ne yazık ki bu konuda bir bütünlük göstermiyor. Çünkü kendi haklarının ve bulundukları konumun farkında değiller. İşçilerin siyasal açıdan sol tarafta durması gerekir. Mesela Beyrut’ta 1970'li yıllarda sağcı Hristiyanlarla solcu Müslümanlar savaşıyordu. Dünya da bu savaşın Hristiyan falanjistlerle solcu Müslümanlar arasında yaşandığını görüyordu. Solculuk veya sağcılık insanların milliyetine, dinine, mezhebine göre değil, insanların içinde bulundukları üretim ilişkisine göre belirlenir. Çoğunluk yoksul olmasına rağmen, ekmeğini temin etmekte zorluk çekmesine rağmen, insanların celladına âşık olduğu ve kendisini sömürenlere tâbi bulunduğu bir ülkede yaşıyoruz.
Böyle bir ülkede siyasal durumun tahlili çok zor. Bu referanduma “Erdoğan cumhurbaşkanı olsun mu, olmasın mı” şeklinde bakan insanlar var. Hâlbuki Erdoğan zaten cumhurbaşkanı, bu konuda bir bilgi eksikliği var. Oysa bu referandumun tartıştırdığı şeyler açık; yetkiler tek elde mi toplanacak, kuvvetler ayrılığı ilkesi devam edecek mi, yargının bağımsızlığı gerçekleşecek mi? Ne yazık ki çoğunluk bu tartışmanın çok uzağında ve bundan kaynaklı belki de işçilerin bir kısmı Evet diyecek. Ama biz biliyoruz ki, bu sandıktan Evet çıkarsa işçiler bugüne dek ödedikleri bedelin daha da ağırını ödeyecekler.
İşçiler kazanılmış haklarını kaybetmemek için Hayır demeliler. Bize başkanlık diye yutturulan şey aslında dünyadaki başkanlık örneklerinin de ötesinde diktatörlüğe doğru bir gidiştir. Kiralık işçilik yasası, Özel İstihdam Büroları, taşeron işçilikler yaygınlaşıyor. İnsanların daha part-time, daha esnek ve kısmi çalışmalara yönlendirilebileceği, açlık sınırı altında ücretlerle çalışmak zorunda bırakılacakları, daha geç emekli olacakları ya da mezarda emekli olacakları sistemlerin kurumsallaştığı bir döneme girilecek. İşçilerin kıdem tazminatlarını kaldıracakları gün gibi aşikârdır. DİSK bu konuyla ilgili gereken açıklamaları ve duyuruları yapıyor.
Hükümet kıdem tazminatını ve güvenceli işçiliği ortadan kaldırmaya çalışıyor. Devlet memurlarının çalışma koşullarını koruyan 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nu, kamu emekçilerine sağladığı iş güvencesini ortadan kaldırıp, onları da sözleşmeli ve güvencesizler durumuna düşürmeyi amaçlayan hazırlıklar şu an zaten devam ediyor. Referandumda istedikleri yetkiyi aldıkları takdirde, bunları anında uygulayacaklar. Emekçiler hem işlerine, aşlarına hem çocuklarının geleceklerine, hem de ülkelerinin geleceğine sahip çıkmak için Hayır demek zorundalar.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Ben turizm sektörünü şöyle görüyorum; turizm barış ve güler yüz ister, can ve mal güvenliği ister. Bu sektörde çalışan binlerce insan evine ekmek götürme derdinde. Burada yaşadığımız kriz, ülke siyasetinden ve ekonomisinden bağımsız değil. Ülkede bir soğuk hava dalgası estiğinde, turizmin de hastalanacağı çok açık görünüyor. Turizm durduğunda, oteller müşteri bulamaz hale geldiğinde Antalya’daki Organize Sanayi’nin, Akdeniz Sanayi’nin, Eski Sanayi’nin, Alanya ve Manavgat Sanayilerinin çalışma imkânı kalmıyor. Dolayısıyla tarıma da etkisi büyük oluyor. Milyonlarla ifade edilen turistlerin gıda ihtiyaçlarını karşılayacak kaynak aktarımları buradan gerçekleşiyor. Turizmin durması hepsinin durması anlamına geliyor.
Turizm sektöründeki işverenlerin de bu konuda yeteri kadar duyarlı oldukları kanaatinde değilim. Savaşa duyarsız kaldıkları gibi, Antalya’da turizmi baltalayabilecek HES’lere de duyarsız kalıyorlar. Rafting yapılabilecek, turistlerin gezip doğal güzellikleri görebilecekleri yerlerde Nükleer ya da Hidroelektrik Santrallerin yapılmasına izin verebiliyorlar. Türkiye eğer bu savaş ve gerilim ortamından, bu siyasi krizden çıkmazsa 2017 turizmini iyi atlatamayacak.