O sahneyi çok iyi somutladım. Asılma günü gelip çatınca, o sevdiğim giysilerimi giyeceğim. Postallarımı, parkamı. Beyaz ölüm gömleğimi giydirmek isteyecekler, giymeyeceğim. Kesin direneceğim ve giymeyeceğim. Oyle her zamanki gibi, eyleme gidiş tavrımla gideceğim darağacına.
Yazar, yayıncı Erdal Öz, 11 Eylül 1971’de konulduğu Ankara, Mamak Askeri Cezaevi’nde tutukluluğu bitene kadar, 6 Mayıs 1972 sabaha karşı Ankara Merkez Kapalı Cezaevi avlusunda idam edilecek Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan’la yaşamları, mücadeleleri ve kendilerini bekleyen son üzerine konuştuklarını kaydetmiş ve cezaevinden dışarı çıkarmayı başarmıştı.
Bir eşi bir kez daha gerçekleştirilemeyecek bu söyleşi, kaleme alan Erdal Öz kadar bu söyleşiyi bir bakıma ona yaptıran Deniz Gezmiş’in “ortak eserleri”, üç devrimcinin idamından yıllar sonra “Deniz Gezmiş Anlatıyor” başlığıyla yayımlanabildi.
Bugün Deniz’in (Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın da) kısa ama olağanüstü yaşamının 12 Mart askeri diktatörlüğünce elinden alınışının 53. yılında 25 yaşındaki bu gencecik devrimcinin ölüm ve yaşam, sıradan olan ve istisnai olan, devrimcilik ve karşı devrimcilik, hayal ve hakikat üzerine eşsiz bir saflık kadar eşsiz bir derinlikle de dolu anlatısı, okuma fırsatı bulan herkesi kendileri ve timsali oldukları düşünce ve eylem çığrını kavrayabilmek açısından paha biçilmez bir tarihsel kayıtla başbaşa bırakıyor.
Üzerinden yarım yüzyıldan da uzun bir zaman geçtikten sonra, hayatına son verilişine dokuz ay kala, Deniz Gezmiş’in bu yüzleşmeye kendisini bir virtüözün en önemli resitali öncesindeki titizliğiyle hazırlayışının kayıtlarını Erdal Özün kaleminden yeniden okumak bir büyük insalık dersini bir kez daha hatmekten farksız.
Deniz Gezmiş’i dinliyoruz. (*)
***
Pusuda
İlk anda ölmemeyi düşünüyordum; yaralanmayı, yaralı ve rahat bir ölümü. Ama bir süre sonra, dünyanın dört bir yanında ölen bir sürü devrimciyi düşünüyorsun ve bir an nasılsa rahat bir ölümü düşünmüş olduğun için korkunç bir utanç duyuyorsun kendi kendine. Bir devrimci nasıl ölmesi gerekiyorsa öyle ölmeli.
[…] Yakalanışım mı?
O da bir garip hikayedir.
Pusu. Son düştüğüm pusu. Yakalandığım tarlanın içinde. Çukurda. Tarla vıcık vıcık çamur. Her yan çamur. Bir yandan da aralıksız yağmur yağıyor, sulusepken. Parkamın başlığını başıma geçiriyorum. Ellerim üşüyor. Eldivenlerimi, silahı daha rahat kullanayım diye daha önce bir yerlerde fırlatıp atmıştım. Eldiven de yok.
Hava buz gibi. Bir çukurun içindeyim. Çepeçevre sarmışlar. Bütün arabaların farları üzerimde. İçine girdiğim çukur, işte bu hücre kadar bir yer. Jeep’lerin Üzerlerine A-4’leri kurmuşlar. Sağıma soluma yağmur gibi mermi yağıyor. Mermiler, düştüğü yerden çamurları savuruyorlar havaya. Farların aydınlığında yağan sulusepkeni renklendiriyor havaya sıçrayan çamurlar. Ben çukurun dibine, çukurun biçimine uyarak U harfi gibi uzanmışım. Ayağa kalkarsam, başım dışarı çıkıyor. Atılan mermilerden korunmak için ya çömelmek zorundayım, ya da böyle çukurun dibine uzanmak zorundayım. Çukurun dibinde kar var. Altım kar, üstüm sulusepken yağmur ve mermiler. Yattığım yerden yukarıyı gözlüyorum, çukurun üstünü. Sanki donanma fişekleri atılıyor üstümde. Korkunç güzel bir renk cümbüşü tepemde. ‘Cıvv ‘ diye giriyor çukurun yanındaki çamurlara mermiler, çamuru savuruyorlar tepeden inen farların aydınlattığı sulusepkenin içine, üstüme renk renk koca bir dünya yağıyor. Korkunç güzel, anlatılmaz bir görünüş.
Yarım saat, bir saat sürüyor bu. Mermi çok az kalmış yanımda. Bir süre sonra bitecek.Ara sıra doğrulup, başımı çukurdan yavaşça çıkarıyorum, bir el ateş ediyorum boşluğa. Rasgele yakıyorum mermiyi. Aklıma ilk gelen, Mayakovski’nin şu dizeleri oluyor:
Susun artık konuşmacılar,
savdınız sıranızı.
Söz şimdi mavzer arkadaşta,
şimdi o konuşacak.
Bu dizeleri aklımdan geçiriyorum ve kalkıp bir mermi daha yakıyorum. Sonra yine sinip bekliyorum çukurun dibinde. İşte orada ölümü düşündüm bak. Ölüm ürkütücü gelmiyor insana. Ama insan ölümü kabul edemiyor. Kesin bir gerçek bu.
Bilimi düşünüyorsun orada. İki yüz yıl, üç yüz yıl sonrasını düşünüyorsun. Ve bilimin insanlığa getireceklerini. Ve birden içinde bulunduğun o durum anlamsız geliyor sana. Ionesco’nun oyunları gibi bir şey. Saçma geliyor kimi şeyler sana o anda. Yaşaman gerektiğini kavrıyorsun. Bilim almış başını yürürken, karşındaki bir sürü insanın ne kadar küçük şeylerle uğraştıklarını düşünüp acınıyorsun. İçerliyorsun. “Lanetli adamlar” diye geçiriyorsun kafandan. İnsanlığın geleceğini, ve senin o günleri göremeyeceğini düşünüyorsun; insanı hüzünlendiriyor bu. Bir yanda güzel, eşsiz bir gelecek, bir yanda o güzelim günleri ·göremeyeceğin duygusu. “Nasılsa öleceğim” diye düşünmeye başlıyorsun.
Mermi vardı oysa yanımda. Birazdan bir bomba sallayacaklar üzerime diyordum. Ölüp gideceksin. İlk anda ölmemeyi düşünüyordum; yaralanmayı, yaralı ve rahat bir ölümü. Ama bir süre sonra, dünyanın dört bir yanında ölen bir sürü devrimciyi düşünüyorsun ve bir an nasılsa rahat bir ölümü düşünmüş olduğun için korkunç bir utanç duyuyorsun kendi kendine. Bir devrimci nasıl ölmesi gerekiyorsa öyle ölmeli.
Ve daha önce hiç aklıma gelmeyen birtakım anılar geçiyor gözümün önünden. Bir film gibi ve çok hızlı geçiyor bunlar. Örneğin çocukluk günlerim gelip geçti gözümün önünden nedense. Çocukluğum: Bahçeli bir evimiz vardı. Çiçekler doluydu bahçemizde. Onların, o çiçeklerin arasında koşup oynayışım. Sonra gözümün önünden gelip geçen şeyler arasında ansızın, bir sevgili. Çok buruk bir duygu bu. Kızın gülüşü, oturuşu, düşünüşü. Kesin ve çok net görüntüler bunlar. Değişik durumlarda ve öylesine canlı ki. Dipdiri. Karşımda sanki. Renkli bir film gibi. Sen o durumdayken, o anda, onun evinde oluşu, sıcacık bir odada oluşu, belki de neşeli oluşu, gülüyor oluşu…
Bütün bu anımsanan şeylere, kişilere karşı, bütün yaşayanlara karşı o anda içinde küçücük bir kıskançlık duygusu. Ve birden, ansızın çok gülünç, matrak bir şey de geliveriyor aklıma, gülüyorum. Daha bir sürü görüntü. Üniversite günleri. Beyazıt alanı. Beyazıt’ın ara sokakları. Polisle çatışmalar. Öbür arkadaşlar. Hani gazetelerde sosyete haberleri, dedikodulardaki kişiler. İşte o zaman ölmemek, yaşamak ve savaşmak isteği. Mücadele etmek isteği. Bunlar yeniden kabarıyor, büyüyor içimde. Savaşmak, mücadele etmek isteği.
Sonra, ölen arkadaşlarım geliyor aklıma. Daha çok Taylan’ı anımsadım orada. Sonra Filistin’deki çocukları. Ve bak en önemlisi, üniversite kantinlerinde, özellikle Siyasal Bilgiler Fakültesi kantininde filan “halk savaşı” üzerine tartışmaları, sıcacık çaylarını yudumlayarak tartışanları geçirdim kafamdan. Gülünç geliyor bütün bunlar sana ve alabildiğine hüzünleniyorsun. Canın sıkılıyor.
Ne yapmalı?
Kararlıyım. Dayanacağım işkenceye. Konuşturamayacaklar. Çözülmeyeceğim. Kesin kararlıyım. Silahımı attım birden. Bir ara ateş de kesilmişti. “Çıkıyorum!” diye bağırdım. Çıktım. Bekledim, ama ateş eden olmadı. Parkamın başlığını geriye attım. Başım dik. Bir elim cebimde, boş tabancamda.
Elli altmış metre ötedeler. Tam bir çemberin ortasındasın. Arada silah sesleri kesiliyor ve “Teslim ol” sesi duyuluyor. Başımı yavaşça çukurdan çıkarıp sesin geldiği yere, birazcık havaya doğru bir kurşun sıkıyorum. Yine siniyorum çukurun dibine. Bu hücre büyüklüğünde bu çukur. Ayağa kalkınca yüksekliği göğsüme geliyor. Sırtımı çukurun duvarına vermişim, arkaüstü yatıyorum çukurda. Dipte, altımda kar var. Daha erimemiş. Çukurun yanlarında çalılar. Bir iki mermi kalmış. Son mermiyi kendine saklamak istiyorsun. Gerekirse vuracaksın kendini, karşı devrimin eline düşmemek için. Bunu düşünürken ölüm korkusu yok. En küçük bir çekinme yok. Namluyu şakağına dayayacaksın. Basacaksın tetiğe; tamam. Oh rahat. Kurşunu yüreğine sıkmaya için elvermiyor, kıyamıyorsun yüreğine. Yürek garip bir değer kazanıyor orada. Kendi kendime, orada, namluyu şakağıma dayayıp öleceğimi, acı duymayacağımı, kurtulacağımı falan da düşünüyordum. Ama , bir de bunun, işin kolayına kaçmak olduğu geliyor insanın aklına. Vazgeçiyorsun.
İki mermim kalmıştı. Mermiler tükenince çukurdan çıkmayı düşündüm. Başım dik çıkacağım. Vururlarsa vuracaklar. Başım dik gideceğim ölüme. Ya vurmazlarsa? O zaman yakalayıp işkence edecekler. İşkence kolay. Bir gün boyunca da sürse işkence, dayanılır, onun acısı nasıl olsa geçer. Zaman nasıl olsa akıp geçecek ve işkencenin acısı da bir süre sonra nasıl olsa kalmayacak diye düşünüyorsun. On beş gün önce işkence görseydim şimdiye çoktan etkileri geçmiş olacaktı, unutmuş olacaktım. Böyle düşündüm orada. Kararlıyım. Dayanacağım işkenceye. Konuşturamayacaklar. Çözülmeyeceğim. Kesin kararlıyım. Silahımı attım birden. Bir ara ateş de kesilmişti. “Çıkıyorum!” diye bağırdım. Çıktım. Bekledim, ama ateş eden olmadı. Parkamın başlığını geriye attım. Başım dik. Bir elim cebimde, boş tabancamda. Gerekli olabilir. Boş ama, olsun. Umursamaz bir hava takındım. Her an bir mermi bekliyorum. Her an bir mermi bir yerime saplanacak. Ha geldi ha gelecek.
Esir düşmek
Öbür büyük devrimcileri düşünüyorsun. Bir devrimci nasıl davranır? O büyük devrimciler nasıl davranmıştı? Che Guevara nasıl davranmıştı? İşte onları düşünüyorsun o anda. Onların davrandığı gibi, onlar gibi davranmak istiyorsun. Hep bunları düşünüyorsun; çatışırken ve yakalanınca. Onlar gibi davranmayı düşünüyorum. Onlar gibi ölmeyi.
“Dur,” falan diyorlar. Bir yığın şey söylüyorlar. Artık söylenenleri duymuyorum. Söylenen sözlerin bir tekini bile anlamıyorum. Biliyorum, görüyorum: bütün namlular üzerime çevrili. Her namlunun ucunda ben varım. Çevrede kum gibi asker kaynıyor. Yola çıkıyorum. Gemerek’e giden yol bu. Ve Gemerek yönünde yürümeye başlıyorum. Ama hep, her an bir kurşun bekliyorum. Etimle kemiğimle bunu bekliyorum. “Kayseri Emniyet Amiriyim. Seni teslim alıyorum,” diyor bir ses. Tepkim büyük oluyor. önceden hiç tasarlamadığım bir tepki bu, hiç düşünmediğim bir şey. Beklenmedik, olağanüstü bir tepki oluyor bende: “Siktir be. Sen kimsin ulan beni teslim alacak!” diyorum. Elimi cebimden çıkarır gibi yapıyorum. Uzaklaşıveriyor. Yine yürüyorum. Bir albay çıkıyor yolumun üstüne. Ve bir arabaya binip gidiyoruz .
Yakalandığımda saat gecenin 02.30’u falandı. Beni alıp doğruca Kayseri’ye götürdüler. Ellerim kelepçeliydi. İki yanımdan iki iri adama kelepçelemişlerdi. Yolda durmadan soruyorlar. Ara vermeden soruyorlar. Hiç konuşmuyorum. Kayseri’ye varıyoruz. Vakit gecenin yarısı. Vali’nin karşısına çıkarılıyorum.
Vali, “Yakalandın mı sonunda?” dedi küçümsemeye çalışarak. “Sen bir köpeksin. Köpek kalacaksın,” dedim. Hiç ummuyordu böyle bir şey söyleyeceğimi. Apışıp kaldı karşımda. Sözümün altından kalkamadı. Bastı gitti. Oturdum. Çay getirdiler. Polisler dönüp duruyor çevremde. Hiçbir kaba söz, kaba davranış yok. “Ağabey, ne istersin?” “Bir istediğin var mı Deniz ağabey?”
Bir de şunu gördüm: Çok duygulanıyorlar. Hele yakalandığımda, Kayseri’ye götürülürken, iki koluma kelepçeyle bağlı o iki iri polis vardı ya, ben Ankara’ya getirilirken, ikisi yine beni getirdikleri arabadaydı. Yolda ağladılar. İsteyerek yapmadıklarını söylediler, üzüntülerini belirttiler. Ankara’ya candarma pikabıyla ve uzunbir konvoy halinde girdik. Saat sabahın 8’i falandı. Yollar tıklım tıklım insanla doluydu. Ankara, yeni bir güne başlıyordu. İşlerine giden memurlar. Okullarına giden öğrenciler. Yağmur yağıyor. lslak bir Ankara sabahı. Sevdiğim sabahlardan biri. İndiriyorlar.
[…] Devrimci, yakalanınca, karşı devrimin eline düşünce, tamam mı, korkunç, çok boktan bir durum oluyor. Adamların yüzlerindeki o, keyifli, aşağılık durum, illet eder insanı. Sanki büyük bir şey başarmışlar gibidirler. İşte orada, o durumda, yakalandığına müthiş pişman oluyorsun. Normal, silahlı bir çatışmada sık sık vurulduğunu sanıyorsun. Yaranın sıcaklığıyla, vurulduğunu daha pek anlamadığını sanıyorsun. Arada bir, yokluyorsun kendini, yaralandım mı diye. Ama, çatışma sırasında yaralanmış olmanın kesinlikle hiç önemi yok.
Öbür büyük devrimcileri düşünüyorsun. Bir devrimci nasıl davranır? O büyük devrimciler nasıl davranmıştı? Che Guevara nasıl davranmıştı? İşte onları düşünüyorsun o anda. Onların davrandığı gibi, onlar gibi davranmak istiyorsun. Hep bunları düşünüyorsun; çatışırken ve yakalanınca. Onlar gibi davranmayı düşünüyorum. Onlar gibi ölmeyi. Olüm gelip kapına dayandığı zaman, böylesi bir mücadeleyi sürdürdüğün için, bir bakıma, ortaya koyabileceğin her şeyi ortaya koymuşsun, yapabileceğin her şeyi yapmışsın gibi geliyor sana. Biliyor musun, mutluluk veriyor bu, insana.
İdam
Bir devrimcinin ölümü bile, gündelik olağan eyleminden, olağan mücadelesinden soyutlanamaz. Bir de kendim çıkıp urganı kendim geçireceğim boynuma. Bunu çok istiyorurn. Cellat falan sokmayacağım yanıma. İğrenç bir şey.
Evet, idama gidiyor bu işin sonu. Bunu biliyorsun. Yakalandığın andan sonra bunu hep biliyorsun. Sonu idama gidiyor bu işin. Hele hücreye kapatılıp da, düşünme rahatlığına erince. Bildiğin tek şey var: İdam, ölüm. Ama biliyor musun, pek de korkunç gelmiyor bu sana.
Umut mu? Umut her zaman var. Umutsuzluk diye bir şey yok. En azından “Kaçabilirim, kurtulabilirim belki” diye düşünüyorsun. Ama bir şey söyleyim mi, çıkarılacak bir affı düşünmüyorsun. O yok işte. Ve bir devrimcinin, idama nasıl gideceğini, bir mitinge, bir eyleme gider gibi gideceğini karşı devrimcilere, ve herkese göstermek gerektiğini düşünüyorsun. İnan, bunda hiçbir çekincem yok.
O sahneyi çok iyi somutladım. Asılma günü gelip çatınca, o sevdiğim giysilerimi giyeceğim. Postallarımı, parkamı. Beyaz ölüm gömleğimi giydirmek isteyecekler, giymeyeceğim. Kesin direneceğim ve giymeyeceğim. Oyle her zamanki gibi, eyleme gidiş tavrımla gideceğim darağacına. Yok, traş falan da olmayacağım. Önce gidip orada oturacak, bir sigara yakacağım. Sonra demli güzel bir çay içeceğim.
Ha, bak, nu dinlemek isterim orada. Bak bunu çok isterim. Sanırım, asılacak bir insanın son isteklerini geri çevirmezler. Bunları isteyeceğim. Bir de avukatlarımın asılma sırasında orada bulunma hakları var. Onların orada olmalarını isteyeceğim. Bunu kesin isteyeceğim. Gelecekler. Gelmeleri gerek. Orada bulunmaları gerek. Olaya tanıklık etmeleri için bu kaçınılmaz bir şey. Bu işler olup biterken, bizim ölümümüze tanıklar gerek. Çünkü bizden sonrakilere umut verecek bu sahne. Asılışımız gürültüye gelmemeli. İpe nasıl gittiğimizi gelecek kuşaklara anlatacak doğru dürüst, güvenilir görgü tanıkları bulunmalı orada.
Bir devrimcinin ölümü bile, gündelik olağan eyleminden, olağan mücadelesinden soyutlanamaz. Bir de kendim çıkıp urganı kendim geçireceğim boynuma. Bunu çok istiyorurn. Cellat falan sokmayacağım yanıma. İğrenç bir şey. Ve dönüp orada beni asan heriflere, asılmamı seyreden heriflere, diyeceğim ki:
“Burada ölen yalnızca bedenimdir; ki zaten ölümlüydü, ölecekti. Ama düşüncemi öldüremeyeceksiniz. Düşüncem yaşayacak,” diyeceğim.
Sonra avukatlarıma döneceğim. “Sizler de, bizler için gelecek kuşaklara tanıklık edin,” diyeceğim. “Bir devrimci ölüme böyle gider işte. Bayram yerine gider gibi.” Ve şunu da söyleyeceğim: “Herhangi bir trafik kazasında ölmekten falan da güzeldir bu bizim ölümümüz. Hele böyle olursa.”
Aslolan
Aslolan düşüncedir. Önemli olan düşüncedir. Bağımsızlık mücadelesi nasıl olsa sürecek. Bitmeyecek. Ölüm karşısında bütün bu yürekliliği, sana dünya görüşün veriyor. Marksist-Leninist oluşun.
İmam falan gelirse dua mua etmek için, siktir edeceğim. Ve soracaklar bana. O zaman vasiyetim şu olacak: “Cesedim yakılsın” diyeceğim. Cesedim yakılsın, küllerim de belirsiz bir yere savrulsun. Böylece hem benim isteğimin dışında imam, mezar, dua gibi şeyler olmayacak, hem de asıl, düşüncenin önemli olduğunu kanıtlamış olacağım.
Aslolan düşüncedir. Önemli olan düşüncedir. Bağımsızlık mücadelesi nasıl olsa sürecek. Bitmeyecek. Ölüm karşısında bütün bu yürekliliği, sana dünya görüşün veriyor. Marksist-Leninist oluşun. Kazancakis’in o romanını bilirsin: “Günaha Son Çağrı”. O kitabın son bölümünde bu duyguyu ne güzel anlatır Kazancakis. Mücadeleyi bırakmamanın o büyük sevincini ne güzel anlatır. İşte o sevinci duyuyorsun. Devrim, öyle bir sarıyor ki insanı, seni bir yerde insanlıktan çıkarıp, insanüstü bir yaratık durumuna getiriyor. Bu da var…
(*) Erdal Öz’ün “Deniz gezmiş Anlatıyor” başlıklı kitabından yapılan alıntıların paragrafları bu baskı için yeniden düzenlendi.