KESK Eş Genel Başkanı Mehmet Bozgeyik: “1 Mayıs’ta bizler KESK olarak Türkiye’nin hemen hemen tüm illerinde emek ve demokrasi güçleriyle birlikte, AKP’nin baskıcı, otoriter, faşizan politikalarına itiraz eden herkesle birlikte sokağa çıkmakta kararlıyız.”
Röportaj: SiyasiHaber – Halit Elçi/Büşra Özçelik
1 Mayıs işçi ve emekçilerin Birlik, Mücadele ve Dayanışma günü yaklaşırken Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) Eş Genel Başkanı Mehmet Bozgeyik ile 24 Haziran seçimlerini, siyasal koşulları, 1 Mayıs hazırlıklarını, işçi ve emekçilerin temel sorunlarını, sendikal hareketin sorunlarını ve yapılması gerekenleri konuştuk.
1 Mayıs öncesi işçi ve emekçilerin sorunları üzerine konuşmak üzere bu röportajı planlamıştık ama araya “baskın seçim” girdi. 1 Mayıs’ın gündemini de seçimler işgal etti doğal olarak. Biz de oradan başlayalım. KESK Eş Genel Başkanı olarak 24 Haziran seçimlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Seçimler işçi sınıfı ve emekçiler açısından ne anlama geliyor?
Öncelikle KESK Eş Başkanı olarak teşekkür ediyorum, bu çalışmadan dolayı. Türkiye’de emekçiler 22 aydır Olağanüstü Hal (OHAL) koşullarında baskı altında bulunuyor. Üyelerimize, sendikalarımıza ve genel olarak demokratik muhalefete yönelik baskı politikalarına karşı yoğun bir mücadele yürütürken, Türkiye emekçileri olarak bir “baskın seçim”le karşı karşıya kaldık. Doğal olarak emekçileri, hem genel siyasal durum, hem bu baskın seçim, hem Türkiye’nin nereye doğru evrileceği konusu doğrudan doğruya ilgilendiriyor. Doğal olarak KESK olarak sendikal özgürlükler mücadelesini seçimlerle beraber değerlendirme yaklaşımı içindeyiz.
Türkiye uzun süredir bir ekonomik krizle karşı karşıya. Uluslararası finans kuruluşları buna işaret ediyor. Türkiye’nin ihracat/ithalat dengesi, cari açığın sürekli büyümesi önemli göstergeler. Hükümet birçok kurumu Varlık Fonu’na devrederek, ikinci bir hazine yaratarak ve bu kurumları ipotek ederek uluslararası finans kuruluşlarından borçlanmaya çalışıyor. Yakın zamanda Şeker Fabrikalarının özelleştirilmesi de bu tablonun bir parçasını oluşturuyor. AKP-MHP iktidar bloğunun yaşamakta olduğu kriz ortada. Dolar’da, Euro’da, enflasyon oranlarında, işsizlik rakamlarında sürekli bir artış var. Son dönemlerde özellikle eğitimli işsizlik oranları Cumhuriyet tarihinin en yüksek düzeylerine ulaşmış durumda. 1,5 milyon dolayında yüksek öğrenimli/eğitimli, nitelikli/kalifiye diye adlandırabileceğimiz bir kitlenin işsizliği söz konusu.
Türkiye, AKP iktidarının çözemeyeceği bir ekonomik krize evrilecek durumdaydı.
Dünya kapitalizmi 2008’den sonra girmiş olduğu krizle birlikte, neo-liberal politikalarda bir restorasyon süreci yaşayarak bir yol almış durumda. Türkiye, 2008 krizinin “teğet geçtiği” ileri sürülse de bu krizden ciddi biçimde etkilendi. Hem dışarıdan gelen kriz etkileri, hem Türkiye’nin Ortadoğu’daki emperyalist politikalara dahil olması ve dış politikada da bir kriz sürecine girmesi nedeniyle siyasi iktidar giderek sıkışmıştı. Özellikle 7 Haziran seçimlerinde (2015) AKP’nin kaybetmesi, orada çıkan iradeyi tanımaması, daha sonra MHP ile birlikte geliştirmiş olduğu güvenlikçi savaş politikaları, 1 Kasım’da halkın iradesinin gasp edilmesi ve daha sonra 16 Nisan referandumu ile girilen süreçte AKP, MHP ile birlikte bir baskın seçim kararı aldı.
Bu erken seçim kararının alınmasının iki temel gerekçesi var: Bir, Türkiye’nin yaşamakta olduğu ve derinleşen kriz; bir de Ortadoğu’da Suriye’nin işgali ile birlikte içine girilen öngörülemez süreç.
Yerel seçimlerden sonra yapılacak bir seçimde AKP’nin kaybedeceği görülüyordu. Hem bu nedenle hem toplumsal muhalefeti hazırlıksız yakalama amacıyla AKP bu kararı aldı.
Tayyip Erdoğan önceki gün bir kez daha ifade etti: “Ey patronlar, OHAL’e itiraz ediyorsunuz ama bu işleri sizin için yapıyoruz. İşçilere grev bile yaptırtmıyoruz.” İktidarın emek düşmanı politikaları ve faşizmi kurumsallaştırma çabaları karşısında emekçiler olarak nasıl bir tutum almak lazım?
Özellikle AKP’nin 16 yıllık iktidarı döneminde sendikal hak ve özgürlüklerimiz -örgütlenme özgürlüğümüz, ifade özgürlüğümüz…- açısından baktığımızda gerçekten yoğun bir baskı altındayız, özellikle biz kamu emekçileri olarak… Genelde Türkiye emekçileri açısından baktığımızda da… 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında siyasi iktidar, yıllarca bu ülkenin kaynaklarını beraber ranta çevirdikleri Cemaat’le bir çatışma sürecine girdi. Daha sonra AKP 20 Temmuz’da kendi sivil darbesini yaptı ve OHAL ilan etti. Bunu iç ve dış kamuoyuna “OHAL sadece Cemaat’e karşı olacak, halka karşı değil” şeklinde gerekçelendirdiler. Ama biz gördük ki, AKP’nin 20 Temmuz sivil darbesinden hemen sonra tüm baskılar muhalif kesimler üzerine yöneldi. Kamu emekçileri de bundan nasibini aldı. Özellikle bu 22 aylık OHAL, faşizan baskılar sürecinde üyelerimize yönelik yoğun baskılar, işten çıkarmalar, açığa almalar, sürgün uygulamalarını yaşıyoruz.
Kaç üyenize bu tür uygulamalar yapıldı?
Kamu açısından 116 bin 700 olarak ifade edilebilir. OHAL ve KHK olmadan Yüksek Disiplin Kurulu, farklı denetim organları tarafından da işten çıkartılan arkadaşlarımız var. Özellikle bu OHAL sürecinde 94 belediyeye kayyum atanması, halkın iradesinin yok sayılması, belediye başkanlarının tutuklanması söz konusu. Kayyum atanan belediyelerde hem KESK üyelerine yönelik hem de Genel-İş üyelerine yönelik yoğun bir işten çıkarma, sözleşmelerin feshi uygulaması ortaya çıktı.
Bu 22 aylık süre içerisinde bizim toplam 4 bin 218 üyemiz işten çıkarıldı. Yüzlerce arkadaşımızın sendikal faaliyetler nedeniyle yerleri değiştirildi, sürgün edildiler. Hâlâ açıkta olan arkadaşlarımız var. Kayyum belediyelerinde de de 1100’e yakın KESK üyesi, 3000’e yakın da Genel-İş üyesi, toplamda 5000’e yakın kişi işinden edildi.
Yine güvencesiz çalışma, performansa dayalı çalışma açısından baktığımızda kadrolu çalışma ve iş güvencesini ortadan kaldıran -Parlamentoyu da devre dışı bırakarak- 31 Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile birçok yasal düzenlemeler yapıldı. Yalnızca AKP’nin politikalarına biat edenlerin geçebildiği bir mülakatla seçilenlerin işe alınması yönünde yasal düzenlemeler yapıldı. Kamuda yoğun bir kadrolaşma ile karşı karşıyayız. Özellikle son çıkarılan KHK ile, taşeron çalışmaya son verilip çalışanların sözleşmeli statüye alınmasıyla ilgili yasal düzenlemenin uygulamasına baktığımızda, güvenlik soruşturması vb. gerekçelerle AKP’nin bu baskıcı, otoriter politikalarına, ekonomi politikalarına, eğitimde-sağlıkta yaptığı gerici, neo-liberal politikalara itiraz eden kamu emekçilerinin ve işçilerin sözleşmeleri feshedildiğini görüyoruz. AKP il-ilçe teşkilatlarının referansı, AKP’ye yakın sendikaların referansı ile işe girilebilen yerel yönetimlerde, birçok kurumda, eğitimde, sağlıkta yoğun bir kadrolaşma süreciyle karşı karşıyayız.
Aynı zamanda da kamu emekçileri ve tüm emekçiler başta söylediğimiz ekonomik krizin etkileri, enflasyondaki artış, yoksulluk, açlık sınırının altındaki ücretler vb. ile yüz yüze.
Yine aynı süreçte sendikal örgütlenme özgürlüğümüze, düşünce ve ifade özgürlüğümüze yönelik anti-demokratik uygulamalar, üyelerimizin sendikal faaliyeti nedeniyle gözaltına alınması, tutuklanması AKP iktidarı döneminde yoğunlaştı. Bugüne kadar en az 500 arkadaşımız sendikal faaliyetlerinden dolayı işyerinde, sokakta gözaltına alındı; tutuklanan 64 üyemiz halen cezaevinde.
Bu açıdan da 24 Haziran’daki seçimler bizim için önemli. 24 Haziran seçimlerinde AKP’nin baskıcı, tek adam-tek parti rejiminin kurumsallaşıp kurumsallaşmayacağını, onaylanıp onaylanmayacağını göreceğiz.
Özelde kamu emekçilerinin, genelde tüm işçi sınıfının yaşadığı en önemli sorunlar neler?
Birincisi, sendikal örgütlenme özgürlüğü bakımından yoğun sorunlar var. Uluslararası sözleşmeler askıya alınıyor, uygulanmıyor. AKP iktidarı sendikalar arasında açıkça taraf tutuyor, muhalif olanlara baskı uyguluyor. 16 yıllık AKP iktidarı döneminde, hormonlu rakamlar dışında baktığımızda gerçekten de gerek özel sektörde gerekse kamuda sendikalaşma oranlarının giderek düştüğünü görüyoruz. Sendika üye sayılarında düşüş var. Kamu emekçileri bakımından her ne kadar yüzde 70-75 bir örgütlülük gözüküyorsa da, daha çok Hükümet’in doğrudan doğruya destek vererek oluşturmuş olduğu sendikalar söz konusu. İnsanlar baskıyla, zorla bu sendikalara üye yapılıyor.
Bunun dışında, hem aldığımız ücretlerde enflasyondan kaynaklanan erime, hem de Gayrisafi Milli Hasıla (GSMH) içinde emekçilerin aldığı paydaki düşüş açısından baktığımızda, giderek emekçilerin yoksulluk sınırının altında bir ücrete mahkum edildiğini görüyoruz. İşte toplu sözleşmelerde kamu emekçilerine dayatılan zam oranlarına baktığımızda da bunu görüyoruz.
Yine Ocak ayında belirlenen asgari ücrete baktığımızda da, yoksulluk sınırı 5000 liralarda açıklanıyorken, hiç olmazsa 2500 dolayında olması gerekirken onun çok çok altında, 1603 lira olarak kabul edilmesi işçilerin, emekçilerin durumunu gösteriyor. Bu anlamda emekçiler bir yoksullaşma süreciyle karşı karşıya.
Ama bunlardan da önemlisi, hem kamuda hem özel sektörde iş güvencesinin tamamen kalktığı bir döneme giriyoruz.
İş güvencesinin ortadan kaldırılması isteği yeni bir şey değil tabii… AKP öncesi dönemden başlıyor iktidarların bu niyeti… Uzun süredir hazırlık yapılıyordu.
AKP ile biraz daha kurumsallaştı diyebiliriz. Geçmiş dönemlerde kamuda sözleşmeli, 4B, 4C, 4D gibi çeşitli statülerde istihdam biçimleri vardı. Ama geldiğimiz noktada AKP’nin kalıcı kadrolu istihdamı tümüyle kaldırmaya yönelik düşünceleri var. 11. Kalkınma Planı’nda da bunun hazırlıkları görülüyor. Kamuda böyleyken, özel sektörde zaten ciddi anlamda bir iş güvencesi söz konusu değildi, işverenin iki dudağının arasında işçinin işi. Artık kamuda da AKP’nin politikalarına itiraz eden, biat etmeyenlerin iş güvencelerinin tamamen ortadan kalktığı bir dönemin eşiğindeyiz. Sonuçta, kurum amirinin düzenlemiş olduğu bir raporla bir anda işinize son verildiği bir dönemi yaşayacağız.
Esnek çalışma, performansa dayalı çalışma, özel sektörde kiralık işçilik ve Özel İstihdam Büroları, son çıkarılan arabuluculuk yasasıyla işten atılan işçilerin yargıya gitmelerinin önünün kapatılması, yargı süreçlerinin uzatılması gibi birçok yasal düzenleme yaptılar. Yine kamuda, eğitimde sağlıkta da, işçilerin aynı işi yapmalarına rağmen 4B, 4C gibi farklı statülerde, farklı ücretlerle çalıştırılmaları, veya geçici sözleşmelerle çalıştırılmaları söz konusu. Bugün hastanelerde tüm hizmetlerin dışarıdan satın alındığı bir süreci yaşıyoruz; laboratuvardır, temizlik hizmetleridir, hemşire hizmetleridir, bakım hizmetleridir… Aynı laboratuvarda çalışan bir kamu çalışanı ile şirket çalışanı tamamen farklı koşullarda ve farklı ücretlerle aynı işi yapıyor. Farklı statülerde çalışma, güvencesiz çalışma sendikal örgütlenmenin önünde de en büyük engeli teşkil ediyor.
Bütün bunlara bakıldığında AKP hükümetleri döneminde işçi ve emekçilerin koşullarının son derece kötüleştiğini söyleyebiliriz. Bundan dolayı 24 Haziran seçimlerinin bizim için çok önemli olduğunu bir kez daha belirtebiliriz.
KESK olarak yapmış olduğumuz çalıştay ve kurultaylarda da, kamuda çalışan herkesi örgütlemek için bir mücadele programı oluşturma kararımız var. Farklı statülerde olsalar da, aynı işyerinde çalışan herkesin aynı sendikada örgütlenmeleri, toplu iş sözleşmesine dahil olmaları gerekir. Bu yönde çeşitli çabalarımız oldu.
Bu yönelime girmekte geç kalınmadı mı acaba? Tam da bu konuya gelmek istiyorduk… Genel bir çerçeveden bakarsak, tabii ki siyasi iktidarın baskıları çok yoğun, siyasi atmosfer çok olumsuz; bunlar sendikal örgütlenmeyi olumsuz biçimde etkiliyor gerçekten. Fakat bütün sorun burada mı? Yani sendikalarımız bu konuda özellikle işçi sınıfının değişen yapısına ayak uydurabildi mi? Buna uygun yeni yönelimler, stratejiler belirleyip uygulayabildi mi? Örneğin ücretli öğretmenlik meselesi… Siz de Eğitim Sen’den geliyorsunuz… Uzun süre ücretli öğretmenleri örgütlemeye yönelik bir inisiyatif geliştirilmedi. Niye olmadı bu?
Bu dediğiniz doğru. Kapitalizm her dönemde çeşitli krizler yaşıyor. Her krizden kapitalizm kendisini yenileyerek, yeni politikalar geliştirerek çıkıyor. Artı-değer sömürüsünü devam ettiren çözümler, stratejiler buluyorlar. Son dönemlerde de fabrikaları çeper ülkelere kaydırarak ucuz işgücü üzerinden kârını arttırıyor. Kapitalizm neo-liberal politikalarla kendisini yeniden örgütlerken, emekçilerin örgütlenmeleri; geleneksel sendikal yapıları, geleneksel örgütlenme biçimlerini, geleneksel mücadele hattını aşamadı. Bu, sendikaların bir özeleştirisi olarak görülebilir.
Özellikle biz KESK olarak başından beri işçilerin ve kamu emekçilerinin ortak örgütlenmesini savunduk.
Bu konuda yasal bir engel var mı?
Yasal bir engel yok aslında. Konfederasyonlar ortaklaştırılıp federasyon tipi yapılara evrilebilir…
Söylemiş olduğum hem bürokratik anlayış, hem de geleneksel sendikal anlayışı aşamayan bir yaklaşım var Türkiye’de maalesef. Sol/sosyalist hareketler açısından da baktığımızda, nasıl ki reel sosyalizmin çözülüşü sonrasında ülkenin nesnel ve öznel koşullarının yeniden değerlendirilmesi üzerinden yeni bir örgütlenme, yeni bir mücadele anlayışı geliştiremedilerse, sendikal hareket de kendi içerisinde hala bir kriz yaşıyor. Kendi krizini aşmanın bir yolu olarak ortak örgütlenme, özellikle yatay örgütlenme dediğimiz tüm toplumsal kesimleri içerisine dahil eden… hatta işsizleri, ev-eksenli çalışanları, merdiven altlarında çalışanları, mevsimlik tarım işçilerini, inşaat işçilerini de örgütleyen bir yaklaşımı hayata geçirmemiz gerekiyor.
Türkiye’de çalışan kesimin sadece yüzde 10’u örgütlenmiş, bunların büyük bölümü de geleneksel sendikalarda örgütlü, hem kamuda hem özel sektörde… Bu nedenle bizce önümüzdeki dönemin en önemli hedefi, ortak örgütlenme ve ortak mücadele hattının geliştirilmesidir.
KESK bu tartışmaları geçmişte de yaptı, bu dönemde de biz yapmayı düşünüyoruz. Aslında geç kalınmıştır. Yoğun bir saldırı dalgası var, hem emekçilere, hem diğer toplumsal kesimlere yönelik… O açıdan hem emek alanında hem diğer alanlarda ortak örgütlenme ve ortak mücadeleyi geliştirmek gerekiyor.
Son olarak 1 Mayıs’a ve seçimlere yönelik bir sözünüz, bir çağrınız var mı?
1 Mayıs hem dünya hem Türkiye emekçileri açısından önemli bir gün. Genel olarak emekçiler açısından baktığımızda hak ve özgürlüklerimizi en yüksek sesle savunacağımız bir gün. Emekçilerin yaşamakta olduğu ekonomik ve siyasi sorunlar, yoksullaşma, işsizlik, iş güvencesizliği vb. açısından baktığımızda bu 1 Mayıs’ın özel bir önemi var.
Türkiye’de emekten, demokrasiden, barıştan yana olanların, 8 Mart’ta kadınların, Newroz’da Kürt halkının sokaklara, meydanlara çıkmaları ve taleplerini kitlesel olarak dile getirmeleri, 1 Mayıs’ın da önünü açmıştır. 1 Mayıs’ta bizler KESK olarak Türkiye’nin hemen hemen tüm illerinde emek ve demokrasi güçleriyle birlikte, AKP’nin baskıcı, otoriter, faşizan politikalarına itiraz eden herkesle birlikte sokağa çıkmakta kararlıyız.
Bu 1 Mayıs, 24 Haziran’a dönük bir kararlılık gösterisi olmalıdır. Türkiye’nin her yerinde emekçilerin, Kürtlerin, Alevilerin, kadınların, ötekileştirilen herkesin kendi talepleriyle ortak bir mücadele alanında yan yana gelmeleri, seçime hazırlanan muhalefet partilerine de güç ve cesaret verecektir. Bu 1 Mayıs’taki birlik, bir arada durma, sokağa birlikte çıkma ve bu baskı politikalarına, Ortadoğu’daki savaş politikalarına birlikte itiraz etme süreci 24 Haziran seçimlerine de yansıtılırsa, yeni faşizan rejime karşı bir mücadele mevzisi oluşturacaktır. KESK olarak 1 Mayıs’a böyle yaklaşıyoruz. Emekçilere de bulundukları her yerde alanlara çıkma, kendi taleplerini kitlelerle birlikte ifade etmeleri çağrısında bulunuyoruz.
KESK olarak kurulduğumuz günden beri demokrasiden, barıştan, emekten yana, haklarımız için mücadele eden bir Konfederasyon’uz. Bu nedenle 24 Haziran seçimleri bizi doğrudan etkiliyor. Ya biz bu baskıcı, otoriter, faşizan politikalara dur diyeceğiz, ya da Türkiye’nin önümüzdeki dönemde daha fazla kaosa, hem mezhepsel hem etnik anlamda kutuplaşmaya, çatışmaya sürüklendiğini göreceğiz.
Bu nedenle gerek KESK üyeleri gerek tüm emekçiler sürece mutlaka müdahil olmalı, sandıklara sahip çıkmalı, Türkiye halkları ortak mücadeleyle bu sürece yaklaşmalıdır. Biz de bu yönde bir çalışma içerisinde olacağımızı ifade edebiliriz.