“Sizin Veysel” kitabının yazarı Ethem Dinçer’le RÖPORTAJ – Veysel Güney 10 Haziran 1981’de 12 Eylül Askeri Cuntası tarafından Gaziantep Cezaevi’nde idam edildi. Veysel idam edilmesinin ardından kaybedildi (!) Veysel’in hikayesi Ece Ayhan’ın kafamıza mıh gibi çakılan dizelerini hatırlatıyor: “devlet dersinde öldürülmüştür.” Veysel’in hikayesi Türkiye’de devletin de hikayesi aynı zamanda. Ne eksik ne fazla…
bir sokağın ortasında yatıyor,
yoldaşları kenti altüst ediyor,
carlo kalkıyor hesap soruyor,
güneş güneş yine doğuyor,
sabah oluyor sabah oluyor,
şimdi bayrak üstünde salınıyor,
bize miti değil fikri yetiyor,
mahir kalkıyor hesap soruyor,
güneş güneş yine doğuyor,
sabah oluyor sabah oluyor,
bir kimsesiz mezarında yatıyor,
katilleri şimdi resim yapıyor,
veysel kalkıyor hesap soruyor,
güneş güneş yine doğuyor,
sabah oluyor sabah oluyor,
bir kaldırım ortasında yatıyor,
yarasından yalanınız sızıyor,
hrant kalkıyor hesap soruyor,
güneş güneş yine doğuyor,
sabah oluyor sabah oluyor,
hürriyet ve adalet aranıyor,
onlar kanun, biz tarihi yazıyor,
halklar kalkıyor hesap soruyor,
güneş güneş yine doğuyor,
sabah oluyor sabah oluyor!
Bandista
Veysel Güney’in idam edilişinin 40’ıncı yılı yaklaşırken Uğur Yıldız, “Sizin Veysel” kitabının yazarı Ethem Dinçer’le konuştu.
Ethem Dinçer, Uğur Yıldız’a Veysel Güney’i şöyle anlatıyor…
Veysel Güney, Malatya’nın Hekimhan ilçesinin Davulku Köyü’nde doğmuş. Çocukluğu köyde geçmiş. 1980 öncesi pek çoğumuzun yaşadığı gibi çocukluktan ilk gençliğe geçerken politikleşmeye başlamış. İskenderun’a akrabalarının yanına gitmiş, demir-çelik fabrikasında çalışmaya başlamış.
Daha önce örgütlü müydü, bilemiyorum ama fabrika sürecinde dönemin en kitlesel örgütü Devrimci Yol’la yolu kesişmiş. Daha sonra Gaziantep’de yolları yeniden kesişen Ali İhsan Özer de aynı fabrikada çalışan örgütlü bir Devrimci Yol’cuymuş.
İskenderun’da gerçekleşen iki olay Veysel’in yaşam çizgisini etkilemiş. Birincisi Alparslan Türkeş’in İskenderun’u ziyaret etmek istemesi, diğeri Necdet Erdoğan Bozkurt’un gözaltında öldürülmesi.
Türkeş’in İskenderun’u ziyaret etmek istemesine kentteki bütün devrimci hareketler karşı çıkmışlar. Ortaklaşa düzenlenen bir eylemde gün boyu gösteriler sürmüş, çatışmalar yaşanmış. Veysel bu eylemde göze batan devrimciler arasında yer almış. Necdet Erdoğan Bozkurt (yanılmıyorsam bir dönem Dev-Genç genel başkanlığı da yapmış, arkadaşları ona ‘usta’ diyorlarmış), İskenderun sorumlusu kente geliyor ve kısa sürede DY daha da örgütlü bir yapıya kavuşuyor. Necdet gözaltına alınıyor ve gözaltında işkenceyle öldürülüyor.
Necdet’in işkencede öldürülmesine karşı, yoldaşları bir karakola ‘misilleme’ eylemi yapıyorlar. Veysel bu eyleme katıldı mı, bilemiyorum. Bendeki bilgiler Veysel’in bu eylemde olmadığı yönünde. Ama bu eylem sonrası İskenderun’da Devrimci Yol’a karşı ciddi operasyonlar başlıyor.
Veysel ve Ali İhsan bildiğim kadarıyla ayrı zamanlarda Antep’e gönderiliyorlar. Antep’e geçiş süreçleri 12 Eylül darbesiyle neredeyse eşzamanlı oluyor. Antep’de bir süre DY sempatizanı bir polisin evinde kalıyor, daha sonra Ali İhsan’ın kaldığı eve geçiyor. (Bu ev aynı zamanda İskenderun’da birlikte mücadele ettikleri, sonra Antep sorumlusu olan Ayhan Yalım’ın evi.) Antep DY operasyonunda gözaltına alınan, uzun süre direndikten sonra çözülen birinin adresi vermesi sonucu 28 Aralık’ı 29 Aralık’a bağlayan gece eve operasyon yapılıyor. Ali İhsan ve Veysel operasyona uykuda yakalanıyorlar.
Asker ve polisin birlikte gerçekleştirdiği operasyonda kapı hemen kırılıyor ve yattıkları odanın kapısına kadar geliyor polisler. Ali İhsan uyanıyor ve kapıdakilere ateş ediyor, değişik odalara kaçıyor polisler. Ali İhsan yan odaya geçiyor, odadaki polis otomatik silahla altı kurşunla vuruyor yakın mesafeden Ali İhsan’ı.
Evin her tarafı sarılmış (ben bu eve yıllar sonra gittim ve evi gezdim), Veysel bulunduğu odadan karşıdaki banyoya geçiyor, havalandırma boşluğundan alt kata iniyor. Orada vurularak yaralı yakalanıyor.
Eve giren operasyon ekibinden Teğmen Şahin Akkaya mutfağın balkonunda alnından tek kurşunla vurulup ölmüş olarak bulunuyor. Veysel ve Ali İhsan’ın kaldığı odadan burası görünmüyor, yani oraya ateş etmeleri mümkün görünmüyor. Teğmenin ölümü Veysel’i idama götüren süreci başlatıyor. Operasyon birkaç saat sürüyor, aslında Ali İhsan daha ilk dakikada vuruluyor, Veysel de banyodan aşağı iniyor ama silahlı direniş olunca şaşırıyorlar. Sonradan çelik yelekli miğferli polisler geliyor destek için, onlardan biri mutfağa ateş ettiğini söylüyor ifadesinde. Büyük olasılık teğmen o sırada vuruluyor. Teğmenin ölümü ya kazayla ya da ‘bilerek’ yapılmış olabilir. Kaza ihtimalini anlattım. Teğmenin ‘ilerici’ olduğunu duydum birkaç yerden. Çatışma darbeden 3 ay sonra yaşanıyor. Asker ve polisin içinde devrimciler de var faşistler de var o süreçte. Teğmeni infaz etmiş de olabilirler yani. Zaten bütün polisler söz birliği yapmış gibi ifadelerinde ‘teğmenin eve girdiğini görmediklerini’ söylüyorlar. Sıkıyönetim var, teğmen operasyonun komutanı, tek girişi olan bir apartman dairesi ve teğmeni görmüyorlar. Veysel yaralı yakalanınca polis aracına alınıyor, dönemin sıkıyönetim komutanı infaz edilmesini istiyor. Polis aracında tesadüfen Pol-Der’li bir polis de var. Yaralı halde işkence yapmalarını engelleyemiyor ama ‘öldürürsek yargılanırız’ diyerek öldürülmesini engelliyor. Daha sonra bu polis on arkadaşıyla birlikte görevden alınıyor.
Hastanede ifadesini almaya çalışan Savcı Mete Göktürk ‘bilincinin yerinde olmadığını’ söylüyor. İfade tutanağını imzalamıyor Veysel. Hastaneden işkenceye götürülüyor, orada da konuşmuyor. Sahte kimliği ertesi gün deşifre oluyor, Veysel olduğu anlaşılıyor.
Teğmeni vurmadığını, işkencede de, mahkemede de, son mektubunda da söylüyor. Darbenin ilk günlerinde ‘silahlı direnişi’ engellemek için ağır ceza verme kararı alıyor darbeciler. Güvenlik güçlerine karşı silah kullandığı düşünülen herkesi ‘ibret olsun diye’ idam etmek istiyorlar. Erdal Eren, Serdar Soyergin, Mustafa Özenç… bunun için idam edildiler. Veysel de öyle oldu elbette.
Veysel’in mahkemesi iki duruşma sürüyor. İkinciye kalmasının tek gerekçesi ‘tanık polislerin’ bir operasyon için kent dışında olması. Yoksa tek duruşmada bitecek. Avukat istiyorum dilekçesi mahkeme bittikten sonra dosyaya giriyor. Teğmenden çıkan mermi operasyona katılan polislere mühürsüz teslim ediliyor, onlarca silah, yüzlerce mermi bir günde çıkan balistik raporuyla inceleniyor, evde keşif yapılmıyor, İskenderun davasından yargılanması (dolayısıyla mahkemenin uzaması gerekirken) o dosyadan yargılanmıyor, hatta ‘mezarıma yumruklu yıldız kazın’ diyecek kadar Devrimci Yol’cu olan Veysel’i dava uzamasın diye DY üyeliğinden beraat ettiriyorlar!
Yakalama, tutuklama, yargılama ve infaz süreci 160 gün sürüyor. Şimdi bile 160 günde iddianame hazırlanamıyor. İki nedenle Veysel’in idamını hızlandırıyorlar bana kalırsa. Birincisi ‘asker öldürdüğü’ iddiasıyla intikam alıyorlar, ibret olsun istiyorlar. İkincisi ise teğmenin ‘infaz edilme’ olasılığının kapatılması isteğidir. Bir an önce dosya kapansın, olay araştırılmasın, gerçekler ortaya çıkmasın diye hızlanıyorlar. Ben öldürülen teğmenin ailesine ulaşmaya çalıştım. Ulaşamadım. Ulaşabilsem olayın yeniden araştırılması için başvuru yapmalarını isteyecektim. (Ölen teğmenin yerine askeriyeye alınan kardeşinin hızla yükselip general olduğunu ve 15 Temmuz’da Fetöcü iddiasıyla tutuklandığını da dip not olarak belirteyim.)
Veysel tutuklu geçirdiği 5 aylık süreçte, sürekli hücrede tutuluyor ve ‘asker öldürdüğü’ gerekçesiyle işkence ve baskı görüyor. Görüşçü yasak, mektup yasak, her şey yasak. Yine de cezaevindeki arkadaşları arada bir görüşme yolunu buluyorlar. İdamının kesinleştiği akşam mektuplarını veriyorlar. Veysel idama gidene kadar türküler marşlar söylüyor. Ailesi idamdan önce görüşmek istiyor. Savcı Mete Göktürk birkaç dakika görüşmelerini sağlıyor ring aracında. Annesini, babasını, kardeşi Ayhan’ı teselli ediyor. Ayhan ‘hesabın sorulacak’ deyince gözaltına alınıyor.
İdam sehpasında yaşadıklarını Savcı Mete Göktürk’ten dinledim. Veda mektubunu yazıyor, ‘ölüm nereden ve nasıl geldiyse hoş geldi, sefa geldi’ diyor ve gidiyor. İdam öncesi oradaki üst düzey görevlilerin ‘bize sehpada küfrederse indirir, …….. sonra yeniden asarız’ sözleriyse tarihin utanç sayfalarında yerini koruyor. Savcı Göktürk, Veysel’in üzerinden çıkan eşyaları ve cenazeyi Babası Ali Güney’e teslim edilmek üzere, Yüzbaşı Burhan Erdem’e teslim ediyor. Yüzbaşı eşyaları veriyor ama cenazeyi teslim etmiyor. Ailenin çabaları karşılık bulmuyor. Böylece Veysel yakın tarihimizde resmen idam edilen ama cenazesi ailesine teslim edilmeyen ilk kişi olarak tarihe geçiyor.
Deniz’i, Yusuf’u, Hüseyin’i teslim eden devlet Veysel’i neden teslim etmiyor? Kesin bir cevap yok kafamda ama çeşitli olasılıklar var.
Birincisi kişisel olabilir. Bölgenin Sıkıyönetim Komutanı tam bir faşist. Devrimcilere düşman hukuku uyguluyor. Yine tutanakta sözü edilen Burhan Erdem, öldürülen teğmenin arkadaşı olabilir ve kişisel bir düşmanlık gütmüş olabilir.
İkincisi teğmenin infaz edilme olasılığının unutulması, cenazesi bile olmayan birinin hakkının aranmayacağı hissiyatı olabilir.
Üçüncüsü Devrimci Yol dönemin en kitlesel hareketiydi ve Veysel DY’den idam edilen ilk devrimciydi. Veysel’in köyünün de olduğu bölgede DY’nin ‘gerilla’ hazırlıkları vardı, gerillalar o süreçte o bölgelerde dolaşıyordu. Köyde yapılacak mezarın ‘sembol’ olabileceğinden çekinmiş olabilirler. Hareketin ‘intikam’ eylemlerini tetikleyeceğini düşünmüş olabilirler. (35 yıl sonra köyde yapılan anıtta yaptığım konuşma nedeniyle dava açtılar bana, Hala korkuyorlar!)
2004-2005 yıllarında 78’liler hareketi ivme kazanmaya başladı. ‘Geçmişin güncellenmesi’ en önemli hedeflerimizden biriydi. Benim de içinde bulunduğum Mersin 78’liler Derneği bu süreçte bazı araştırmalar yaptı. Kızıldere, Erdal Eren Dosyası, 16 Mart Katliamı, 1 Mayıs 1977 katliamı, Denizlerin idamı, Ali Uygur’un öldürülmesi gibi pek çok konuyu gündeme taşımaya çalıştık. Basın açıklamaları yaptık, mahkemelere başvurduk, davacı olmaya çalıştık. Tabi pek çoğunda süreç tersine işledi ve bize davalar açıldı. Veysel Güney’in mezarının ve veda mektubunun verilmediğini de bu süreçte öğrendik. Dernekte bir komisyon oluşturduk, neler yapabileceğimizi konuştuk. Aileyle iletişime geçtik, avukatlarımıza vekalet vermelerini sağladık. Veysel’e ilişkin çok az bilgi vardı, Google’da sadece 4 bilgi çıkıyordu mesela. Arkadaşlarından, aileden bilgi almaya çalıştık. Ölüm yıldönümünde başvuru yapma kararı aldık. Kamuoyu oluşturmak için eldeki bilgilerle bir yazı yazdım. Birkaç internet sitesinde yayınlandı. BirGün küçük bir haber yaptı. Radikal gazetesinden Timur Soykan’a ulaştık, haber yapacağını söyledi. Savcılığa başvuru yapacağımız gün yayınlamasını rica ettik.
Veysel’in ölüm yıldönümünde Radikal, haberi manşetten verdi. 25 yıldır mezarın kayıp olduğu vurgusunu yaptılar. Biz Mersin’den 30 arkadaş Antep’e gittik aynı gün. Veysel’in kardeşi Ayhan ve kuzeni Yılmaz da geldiler. Antep’ten de katılan arkadaşlarla birlikte adliye önünde ilk basın açıklamamızı yaptık, sloganlarımızı haykırdık. Dört beş ayrı makama yönelik dilekçeler hazırlamıştık. Savcılık, Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı ve Belediye diye hatırlıyorum. Savcılığa avukatlarımız, ben ve Ayhan girdik. Dilekçeleri ve o gün yayınlanan Radikal Gazetesini verdik. Savcı şaşırdı. ‘Gerçekten kayıp mı?’ diye sordu. Dilekçelerden ayrı olarak Ayhan aile adına, ben de Mersin 78’liler Derneği adına ifade verdik, şikâyetçi olduğumuzu, mezarın bulunmasını istediğimizi söyledik. Belediyeye verdiğimiz dilekçede ‘Gaziantep Şehir Mezarlığı’nda olduğunu bildiğimiz’ ifadesini kullanarak mezarın yerinin gösterilmesini istedik. Bilmiyorduk tabi ki ama tahmin ediyorduk. Ertesi gün başvurularımız bütün gazetelerde haber oldu, Radikal’deki haber de durumu yaygınlaştırdı. Bu arada Ankara’da da mektuba ulaşmak için çaba göstermeye başladık. Sıkıyönetim mahkemeleri kapandığı için dosyalar Genelkurmay arşivine gitmişti. Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na ‘bilgi edinme yasası’ doğrultusunda aile adına başvuru yaparak dosyayı istedik. Mektuptan hiç söz etmedik, mektubu istersek gizlerler diye düşündük, dosyayı verirlerse mektup da içinden çıkar diye umduk. Antep’te savcılığa yaptığımız başvuru ‘zaman aşımı’ gerekçesiyle olumsuz sonuçlandı. Belediye Mezarlık Müdürlüğü de ‘incelediklerini ama mezarı bulamadıklarını’ belirten bir cevap gönderdi. Kara Kuvvetleri ise ‘başvuruyu yapanın akrabalık ilişkisini kanıtlamasını’ istedi. Ailenin nüfus kaydını gönderdik hemen. Sonra da ‘fotokopi parası’ istediler. Onu da yatırdık hesaplarına ve beklemeye başladık. Aynı günlerde bir kitap yayınlandı. Veysel’in yaralı yakalandığı sırada ifadesini alan, sonra dosyadan el çektirilen, idam sırasında da ‘infaz savcısı’ olarak görev alan Mete Göktürk ‘Adaleti Gördünüz mü?’ adıyla bir kitap yayınladı. Kitapta Veysel’in idam gecesi de ayrıntılarla anlatılıyordu ve savcı net bir şekilde ‘Veysel’in silah kullandığına dair delil yoktu’ diyerek idamın hukuksuzluğunu vurguluyordu. Milliyet Gazetesi’nden Şükran Özçakmak, savcı ve benimle yaptığı söyleşiyi manşete taşıdığında olay daha da bilinir hale geldi. Milliyet o dönem Türkiye’nin en etkili ve en çok satan gazeteleri arasındaydı. Mezarlık Müdürlüğü’nün ‘mezar yok’ diye cevap gönderdiği gün ‘gizli numaradan’ biri beni aradı. Mersin 78’liler Derneği Başkanı olduğumdan emin olduktan sonra ‘mezarın yerini bildiğini, birkaç güne kadar belgeleriyle bize ulaştıracağını’ söyledi. Bekledik ama tekrar arayan olmadı. Bir kaç gün sonra yine telefonum çaldı. ‘Ahmet Kaya’ diye biri arıyordu. İsim ‘sahte mi’ kaygısı oluşturdu bende. Telefondaki kişi ‘gazeteci olduğunu, mezar yerini öğrendiğini, ertesi gün mezarlıkta yer gösterileceğini, istersek yer göstermeye bizim de katılabileceğimizi’ söyledi. Doğan Haber Ajansı’nda çalıştığını söyledi. Araştırdık ve doğru olduğunu öğrendik. Ertesi gün öğle saatlerinde Antep Mezarlığı’nda buluşmak için sözleştik. Mersin’den üç arkadaş gittik. Gazeteci arkadaşla buluştuk. Antep Emniyet Müdürü’nün ‘Veysel haberlerinden rahatsız olduğunu, haber yapmamaları için uyarıldıklarını’ söyledi. Müdür’e ‘mezar bulunmazsa bu haberlerin süreceğini, bulunursa bir süre sonra duracağını’ söylemiş. Müdür belediyeyi arayıp ciddi araştırma yapılmasını istemiş, birkaç gün önce bize ‘araştırdık bulamadık’ diye cevap gönderen belediye yetkilileri mezarı bulmuş.
Mezarlıklar Müdürü’nün yanına gazeteci arkadaşla girdik. 1981 yılına ait mezarlık kayıt defteri önümüze konuldu. Veysel 9 Haziran’ı 10 Haziran’a bağlayan gece idam edilmişti. O sayfayı açtılar. 9 Haziran’ın son kaydı tarihi bir belge olarak önümüzde duruyordu. ‘Hüviyeti meçhul’ olarak kaydedilmişti, geldiği yer ‘orduevi’ yazıyordu, mezar ücreti ödenmemişti, ölüm nedeni olarak da ‘İ.D’ yazıyordu. Yani idam. 105341 numaralı mezara gömülmüştü. Mezarlık müdürü o yıllarda görevli olan birini çağırmış ve mezar yerini öğrenmişti. Nerden hatırladığı sorulduğunda bu yaşlı adam ‘idam gecesi cezaevine çağrıldığını, oradan cenazeyi aldığını, kendisinin defnettiğini, gömerken siyah büyük bir taş koyduğunu, o taşın parmağını ezdiğini’ söylüyordu. Meslek hayatının unutulmaz günlerinden birini unutmamıştı. Gazeteci arkadaş, mezarlık müdürü ve biz mezara doğru gittik. Etrafta 1980-81-82 yıllarına ait mezarlar vardı. Çok hafif bir tümseği kalmış bir yerde durdular. Burası dediler. Mezar numarası yoktu. Mezara benzer bir yapı da yoktu. İki mezarlık görevlisi kazma kürekle orayı hafifçe kazdılar. Altta mezar olduğu ortaya çıktı. Doğrusu bu kadar kolay bulacağımızı hiç düşünmemiştik. Duygulandık, ‘selam verdik’ Veysel’e. Bu kadar uzun süre gelemediğimiz için af diledik. Mezarlık müdürü ‘mezar bulundu, alın gidin’ modundaydı. Gazeteci arkadaşa teşekkür ettik, mezarlık defterlerinden ‘resmi’ kayıtlar aldık, defteri fotokopisiyle götürüp o sayfanın fotokopilerini aldık.
Aileyi aradık, başka kentlerdeki 78’li arkadaşlarımızı aradık, gazeteci arkadaş ‘basına haber verilmemesini’ rica etmişti, kendi haber yaptıktan sonra duyurmamızı istemişti, saygı duyduk. Ertesi gün aileyi ve gelebilecek 78’lileri Mersin’e davet ederek basın toplantısı yapacağımızı duyurduk. Mersin 78’liler Derneği hiç olmadığı kadar kalabalıktı. ‘Veysel’i bulduğumuzu, kaybedenlerin kaybettiğini’ duyurduk. DNA testi ve devamında cenaze töreni için hazırlıklar yapmaya başladık. Cenaze törenini büyük bir darbe karşıtı gösteriye çevirmek istediğimizi, ailenin onayı olursa cenazeyi Mersin’e getirmek istediğimizi ya da Ankara, İzmir gibi bazı aile bireylerinin de yaşadığı kentlerden birinde tören yapma önerimizi aileye ilettik. Köye istediklerini belirttiler, saygı duyduk.
DNA testi için başvuruları yaptık, bir an önce sonuç almayı bekledik. Test sonucu gelmeden Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndan ‘dosya’ geldi. 299 sayfalık bir dosyaydı ve evet aradığımız mektup da içindeydi. ‘Sizin Veysel’ diye imzalamıştı mektubu ve ‘teğmeni öldürmediğini, halkın mutluluğu için seve seve ölüme gittiğini’ vurguluyordu. ‘Mezarımı yol kenarına kazın/Üzerine devrim şehidi yazın /Başına yumruklu yıldız kazın /Gidiyorum ölümsüzlüğe hoş çakalın’ dizeleriyle mektubu bitiriyordu. 28 Temmuz 2006’da elimize ulaşan mektubu, Ankara’da Yüksel Caddesi’nde yaptığımız bir basın açıklamasıyla paylaştık kamuoyuyla. Ertesi gün pek çok gazete ’25 yıl geciken mektup’ başlığıyla haberi okurlarıyla paylaştı. DNA testi sonuçlarını beklerken yumruklu yıldızlı bir mezar taşı da yaptırdık. Törenden sonra onu mezara koyacaktık, daha sonra daha detaylı bir anıt mezar yapacaktık. Mevsim kışa dönmeden töreni yapmayı umuyorduk. Ama DNA sonuçları bir türlü gelmiyordu. Cenazenin ‘yeni’ bulunmasının ‘zaman aşımını’ ortadan kaldıracağını ve ilk kez ‘darbecilerin yargılanabileceğini’ vurgulamıştık basın açıklamalarımızda. Henüz geçici 15. Madde kaldırılmamıştı ve darbeciler mahkemeye çıkarılamıyordu. Dava dosyası da o kadar çok hukuksuzlukla doluydu ki oradan da faydalanacağımızı düşünüyorduk. Yargılama deyince ‘devlet refleksi’ karşımıza çıkmaya başladı. O güne dek ciddi bir engelle karşılaşmamıştık, o günden sonra engeller başladı.
İstanbul Adli Tıp Kurumu aylarca beklettiği örnekleri ‘benim alanımda değil’ diyerek tekrar Antep’e gönderdi. Bu kez Ankara’ya gönderildi örnekler. Orda da epey bekledi ve sonuç ‘uyumsuz’ geldi. Sonra kardeşinden alınan örnekler yetersiz olabilir diye anne babadan örnekler istediler. Anne baba çok yaşlıydı ve biz durum netleşmeden onlara haber vermek istemiyorduk. Mecburen haberdar oldular. Onlardan alınan örnekler de uyumsuz çıktı resmi raporlarda. Ankara’dan örnekler tekrar Antep’e geldiği gün ‘Antep Maraş yol ayrımında Adli Tıp mühürlü iskelet bulundu’ haberi çıktı gazetelerde! (Aileden kan, saç vs. örnekleri alınırken bulduğumuz cenazenin bütün kemikleri gidip geliyordu bu süreçte).
Yaşadığımız hayal kırıklığını anlatamam. Çok üzüldük, DNA testlerinde hile yapılabileceği kaygısını öngörmemiştik ama yine de mezar açıldığında ben iki küçük parmak kemiğini alıp bir zarfın içinde cebime koymuştum. O kemikleri inceletmeye çalıştık gayrı resmi olarak. O süreçte Türkiye’de bu iş çok zor yapılıyordu. Hele de illegal yaptırmak daha da zordu. Sağ olsun İstanbul’dan bir arkadaşımız Alman Hastanesi’nde yaptırmaya çalıştı. Elimizdeki örnekler ‘yetersiz’ geldi. Diğer parçayı yurt dışında denedik yine ‘yetersiz örnek’ sonucu çıktı.
Daha sonra iki mezar daha açtırdık ‘resmi’ başvuruyla. İlginçtir iki mezar da tamamen boş çıktı. Mezar açma süreçlerinde karşılaştığımız adli tıp doktorunu da unutmadık. Net bir şekilde faşistti ve sürekli sorun çıkartıyordu. Boş çıkan mezarlarda yüzündeki ‘sevinç ifadeleri’ utanç vericiydi.
Daha sonra burada açıklayamayacağım bir aramamız daha oldu. Onun sonuçları da olumlu çıkmadı.
Bana kalırsa ilk açtığımız mezar Veysel’e aitti.
Etraftaki mezarların yılları, tanık mezarlık görevlisi, söylediği taşın bulunması, belirsiz bir yerden mezar çıkması gibi bulgular o mezarın Veysel’e ait olduğunu gösteriyordu.
Bir gün mutlaka bulacağımız inancıyla bütün kayıp ailelerine selam olsun…