HDP MYK Üyesi Prof. Dr. Beyza Üstün ile ekoloji ve su meselesi üzerine bir röportaj gerçekleştirdik.
Su – yaşam ilişkisinden başlayarak su meselesini bize anlatabilir misiniz?
Suyu konuşmak için suyun önce yaşam içindeki çok temel yerini iyi algılamak lazım ve yolculuğunu yaptığı bütün kara ve sucul ekosistem içindeki davranışını da iyi kavramak lazım. Su döngüsü dediğimizde aslında yerküredeki döngüyü de iyi kavramak lazım. Su yaşamın temel kaynağıdır, susuz hiçbir canlı yaşamını idame ettiremez.
Suyun yerküredeki uzun yolculuğuna bir bakalım: Yağışla yeryüzüne kar ya da yağmur olarak düşen su, havzadaki topraktan süzülerek yüzey sularını yani gölleri, akarsuları, denizleri ve yeraltı sularını besler; birleşerek dereleri, akarsuları oluşturur. Aktığı yol boyunca da cansız yapıdan, topraktan, yer altından süzülürken mineralleri temel besin maddelerini çözerek canlılara besin olarak taşır; yağış olarak düştüğü toprakta yüzeyden akarken yeraltı su katmanlarına sızar, yer altında geçtiği katmanlarda mineralleri çözmeye devam eder ve tekrar yüzeye çıkarak akarsu, göl ve deniz sularını canlı yaşamı için zenginleştirir. Akışı sırasında atmosferden çözdüğü oksijeni de alarak yolculuğu ile ulaştığı her yerde, çevresinde var olan canlılara hayat verir. Bu yolculuğunda su; kaybolmadan, dünyanın var oluşundan bu yana, doğanın var oluşu için döngüsüne devam eder. Suyun yeryüzüne yağış olarak düştüğü en üst koddan akarak geçtiği tüm alan o suyun havzası olarak bilinir. Bir akarsu ya da göl yatağını düşündüğünüz zaman, bu yatağı besleyen, en yüksek kotlardan suyu göle, dereye, denize akıtan tüm karasal alan, bu alanın içinde var olan dereleri, gölleri besleyen yeraltı sularının ve yeraltı akışı ile suyun geçtiği yeraltı katmanı, suyun yolculuğunu sürdürdüğü havzasıdır.
Su havzalarındaki sanayileşmenin etkilerini nasıl görüyorsunuz?
İç Anadolu’da Beyşehir Gölü’nün sularının yeraltı akışı ile Akdeniz’e kadar ulaştığı bilinmektedir. Artvin’de yapılan Borçka Barajı’nın oluşturduğu nemin Hopa’yı, Kemalpaşa’yı etkilediği, coğrafi olarak, başka bir havzada olduğu düşünülen Kemalpaşa-Hopa’da çay hasadını etkilediği bilinmektedir. Bu nedenledir ki su havzasının sınırlarını coğrafi olarak çizmek mümkün değildir, havzayı belirleyen suyun akışı ve döngüsü ile etkilediği bölgedir. Dolayısı ile bu suyun etkilediği alanın tümüne ve tüm yaşama müdahaledir. Kirlenme arttıkça sucul sistemin kendi kendine kirlilikle baş etme yetisi de azalır.
Ne yazık ki Türkiye ve benzeri ülkelerde su havzaları; doğal olarak korunma yerine; kullanıma ve yerleşime açıldığından atıkların doğayı tehdit etmesi engellenememektedir. Toplanamayan ve arıtılamayan atık sular bir şekilde havzanın yüzeysel sularına, yeraltı suyuna ya da toprağına doğrudan sızmaktadır. Suda bulunan oksijen tüketildiğinde; bu ortamda yaşayan diğer canlıların yaşamları tehdit altına girer. Doğanın baş edemeyeceği miktarda kirliliğin ortama verilmesi durumunda ise doğal ortamın kendini yenileyebilmesi zorlaşır. Endüstriyel üretimler sonucunda doğaya daha dirençli kirleticilerin bırakılması durumunda bu kirleticiler suyun akışı boyunca karşılaştıkları canlının bünyesine geçer ve besin zinciri ile bir üst yapıdaki canlıya geçerek insana kadar ulaşır. Canlıyı, yaşamını, ölüme kadar, türünün yok olmasına ve besin zincirinden kopmasına kadar götüren olumsuz sürece sokarlar.
Sözünü ettiğimiz, üretimlerin sonucunda kirlenme ile doğa yıkımları 1970’li yıllardan beri sürmektedir. 2000’li yıllara geldiğimizde, kapitalizmin son krizine kadar su havzalarının kullanıma yerleşime, sanayiye, turizme açıldığını görüyoruz. Bunun sonucunda su havzaları, toprağı ile, dereleri, gölleri, yeraltı suyu ile giderek kirletildi. l992 yılında Rio’da alınan uluslararası kararlar, doğanın kapitalizmin kıskacına sokulmasını, doğal özelliklerini daha fazla ve daha hızlı yitirmesine neden oldu.
“Sürdürülebilir kalkınma” gerçekten sürdürülebilir midir?
BM tarafından protokollere konan, “sürdürülebilir kalkınma” stratejisi uluslararası ve ulusal düzenlemelerle hızlıca yürürlüğe sokuldu. Böylece kapitalistlerin doğayı sınırsızca kirletmeleri, suyu ve toprağı sınırsızca üretimlerinde kullanmaları için yasal dayanak sağlanmış oldu. “Kalkınma” sınır tanımazken, sermaye birikiminin gereklerinin doğa ve toplum koruma stratejileri ile dengede ve eşdeğer kılınabileceği savı emeğin ve doğanın sermaye birikiminde sınırsız kullanılması ile yaşama geçti.
Sulak alanların kirlenmesine ve kirlenen sucul sistemlerde ve çevresinde yaşayan türlerin yok olmasına göz yumuldu. “Sürdürülebilir kalkınma” stratejisi doğrultusunda çevre yasa ve direktiflerde “kirleten öder” mantığı yasallaştı, doğal ortama boşaltılan atıklar için, kirleticiye kirletme hakkı verildi, bu hak da yasallaştırıldı. Su havzalarının havza koruma statülerinin değiştirilmesi siyasi bir yönetim stratejisiydi. Dönemin siyasi yetkilileri tarafından su havzaları koruma kararları kaldırılarak turizme, sanayiye, yerleşime açıldı. Böylece su havzalarının kirletilmesine izin verildi/göz yumuldu. Beraberinde orman ekosistemi yok edildi. Örneğin, dünyanın sayılı lagünlerinden biri olan Küçükçekmece Lagün Havzası 1984’te koruma statüsünden çıkarıldı. Böylece 400 sanayi kuruluşu bu bölgeye konuşlandı. İSKİ kanalizasyona deşarj edilebilecek suların derelere boşaltılmasına göz yumuldu. Ergene Nehri, Konya Şehri atık suyunun boşaltıldığı, bu nedenle kirlenen Tuz Gölü, bu kararların mahkumlarından sadece birkaçıdır.
Suyun metalaştırılması için neler söylemek istersiniz?
Kapitalizmin hırsı sadece suyu kullanmak ve kullanılmış suyu su havzalarına sınırsızca bırakmakla kalmadı. Kapitalizmin son krizinden sonra kapitalizmin doğaya saldırısı suyun metalaştırılması ile boyut değiştirdi. BM’ye bağlı Dünya Su Konseyi’nin işlevi ile şirketlerin suya sahip olma çabaları “suyun kıtlaştığı” iddiaları ile “suyu boşa akıtmayalım” argümanları ile gizlenerek yaşama geçirilmeye çalışıldı. Doğanın koruyucusu olan su; metalaştırılmaya, piyasada fiyatlandırılan mal haline getirilmeye başlandı. Suyun metalaştırılması sonucunda ekosistemin ne denli hızlı ve geri dönüşümsüz biçimde tahrip olacağı açıktır.
1992’de Dublin’de yapılan BM Su ve Çevre Konferansı’nda su; piyasada fiyatlandırılabilir mal olarak tanımlanarak su havzaları ile ilgili bir diğer kritik uluslararası karar da alınmış oldu. Ardından 1995 yılında Dünya Ticaret Örgütü’nün Hizmet Ticareti Genel Anlaşması’nda: erişilebilir su kaynaklarının kimin yönetim ve denetiminde olacağı, kullanılabilir suyun hangi kanallarla tüketiciye ulaştırılacağına dair üretim, pazarlama ve dağıtım yetkisinin kimde olacağı, içme suyunun üretim ve dağıtımının kimin tarafından ve nasıl yapılacağı kararlaştırıldı.
Su-tarım ilişkisine dair neler söylemek istersiniz?
Suyun metalaştırılması, ona sahip olan şirketin sermaye birikimini arttırırken halkın giderek daha yoksullaşması anlamına gelecektir. Suya erişim, yoksullaşan halk için giderek daha imkansızlaşacaktır. Bunun en yıkıcı etkisini geçimlik çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşanlar yaşayacaktır. Suyla üretim yapamaz, ürün yetiştiremez hale gelecekler, metalaşan suya erişimleri zorlaştıkça şirketlerce kontrol edilen tohumları, GDO’lu ürünleri ekmek zorunda kalacaklar ya da ekim yapamadıkları tarlalarını satmak durumda kaldıkları şirketlerin emrinde çalışacaklardır. Proleterleşme ve yoksulluk giderek artacaktır. Parası olmayanlar, suya erişemeyenler sağlıksız koşullarda suya erişmeye çalışacaklar, giderek salgın hastalıklar ve sağlık problemleri artacaktır. Bunun sonucunda suya erişemeyen tüm canlıların yaşamı giderek yok olacaktır. Önce bitkilerin, onarım bölgelerindeki ormanlık alanların ve sularda yaşayan canlıların, ardından kıraçlaşan toprakta ve denizlerde yaşayan canlıların ve yoksulların yaşamı son bulacaktır. Bu yıkıma karşı koyanlar, koyacak olanlar ise yaşamını, emeğini, doğayı kapitalizme karşı koruyanlar olacaktır. Günümüzde Anadolu’nun her köşesinde, vadilerde, tüm canlılar ve insanlar için verilen halk mücadelesinin; kapitalizm doğadan elini çekene kadar süreceği açıktır.
HDK-HDP’nin yerel seçimlerde ekoloji vurgusu nerede olacak?
Tüm bu nedenlerden HDK/HDP olarak biz en başta suyun ticarileştirilmesine karşıyız. Su havzalarının sermaye elinde dolaşıma sokulmasına da karşıyız. Biz suların piyasa üzerinden satışını önlemek için, halk için kişi başına üç ton suyun ücretsiz ve sağlıklı erişimini hayata geçireceğiz. Bugün suyun satışının en temel aracı “ön ödemeli sayaçlar”dır. Ne enerji üretiminin tespitinde, ne suyun tespitinde tarlalara veya evlere ön ödemeli sayaç takılmasını kabul etmiyoruz. Kent içi parkları ve meydanları yaşam alanı olarak görüyoruz, cadde ortalarına veya yol kenarlarına dikilen üç beş ağacın orman ekosistemi olmadığını biliyoruz. Bu nedenle kent içi ormanlar, meralar, bostanlar her anlamda korunması gerekli alanlardır. Doğal alanların daha çok imara açılmasına izin vermeyeceğiz. 3. Köprü böyle olacaktır, 1. Köprü yapıldığında bunu deneyimledik. Deniz yollarına, trenlere, toplu taşımaya öncelik vermeliyiz, karbon izi bırakmayan ulaşımı kullanmalıyız.
Röportaj: Fatoş Osmanağaoğlu