SiyasiHaber muhabirlerinin izlenimleri: Herkes kendi canının derdine düştüğü kadar mültecilerin de canının derdine düşmeli. Çünkü onlar bizden çok daha kötü koşullarda yaşıyorlar ve koronavirüs belki de onların bir adım ötesinde duruyor, fırsat kolluyor hayatlarını almak için…
SiyasiHaber
Çok kısa bir süre önce medyanın ana gündemi mültecilerdi. Koronavirüs salgınıyla birlikte gündemden düştüler. Unutuldular… Kaderlerine terk edildiler. SiyasiHaber’den iki muhabirimiz geçtiğimiz günlerde sınır boylarındaydı. Herkesin kendi canının derdine düştüğü bugünlerde, bir parça vicdanı olan herkese seslenmek için yazdılar sınır boyu izlenimlerini… Mültecilerin yüz yüze kaldıkları zorlukları… Ve en önemlisi de, koronavirüs illetinin onların bir adım uzağında olduğunu…
Sınır boylarından
Doğal olarak koronavirüs ile yatıp kalkıyoruz. Oysaki çok kısa bir süre önce mültecileri çirkin bir pazarlığın konusu haline getiren AKP-MHP Hükümeti’nin politikaları nedeniyle gözlerimiz sınır boylarındaydı. Koronavirüs nedeniyle gündemden düştüler, görünmez hale geldiler. Şimdi ne yaparlar, ne içer, ne yerler, nasıl yaşarlar, bunun öğrenebilmek için Pazarkule Sınır Kapısı’na doğru yola çıkmaya karar veriyoruz.
Birazdan sınır boyu izlenimlerimizi aktaracağız. Ama biraz kendi yüreğimiz de soğusun diye, iki hafta önceye gidelim, kimi gerçekleri hatırlayarak bazılarının yüzüne tükürelim istiyoruz…
Vıcık vıcık iki yüzlülük
Şimdi mültecileri görmezden gelen medya çok değil iki hafta önce onlarla yatıp kalkıyordu. Akın akın Edirne’ye giden mültecilerin videolarını yayınlamak için canhıraş bir yarış vardı. Sınır kapıları dışından kaçak yollarla Yunanistan’a geçenlerin videoları AKP-MHP Hükümeti’nin mülteci politikasının zaferi gibi sunuluyordu adeta. Mültecileri kaçak yollarda sınırdan geçirmeye çalışarak küpünü kestirme yoldan doldurmak isteyen, euro, dolar çıkışmayınca fahiş geçiş bedeli tamamlansın diye gözleriyle mülteci kadınların ziynet eşyalarını işaret eden alçaklar fütursuzca ‘Reis’lerinin talimatlarını uyguladıklarını söylüyor, her boydan burjuva medyası bunlara “vatansever” payesi biçiyordu.
“Artık sınır güvenliğini almıyoruz” kuyruklu yalanı
Bulgaristan sınırı açık, tıka basa dolu TIR’lar ve turistik amaçlı geçişler buradan yapılıyor hala. İlk günlerde bir miktar olsa da daha sonra Bulgaristan sınırına mülteci akını olmadı. Besbelli ki yönlendirilmediler otoriteler tarafından. Yunanistan ile Türkiye arasındaki ana kapı olan İpsala Sınır Kapısı da faaliyetlerini sürdürmeye devam etti. Ticarete zeval gelmemeliydi, devam etmeliydi, ne de olsa… Mülteciler kullanılmayan küçük bir sınır kapısına, Pazarkule’ye bilinçli olarak yönlendirildiler. Mülteci politikamızı değiştirdik, “artık sınır güvenliği almıyoruz” lafı aslında kuyruklu bir yalandan ibaretti. Ticari ilişkiye zarar vermeyecek ama mültecileri uluslararası politika arenasında bir pazarlık kozu olarak kullanacak bir strateji yürürlüğe konuluyordu. Türkiye ile Bulgaristan ve Yunanistan arasında ticaretin yapıldığı kapılar sıkıca korunur, mülteciler bu kapılardan uzak tutulurken, köhne bir kapı, Pazarkule Sınır Kapısı’na sürülüyordu mülteciler.
Bir yandan mültecilere sınırdan geçebilecekleri umudu veriliyor diğer yandan ticaretin zarar görmemesi için her türlü önlem alınıyordu. Bu mültecilerin hayatlarıyla kumar oynamak değil de neydi? Kapitalistler için insan hayatının hiçbir değeri olmadığının apaçık kanıtıydı bu. Bizimkiler de böyle, bizim hükümetimiz de böyle…
Bu kadar yürek soğutma yeter…
Pazarkule Sınır Kapısı’na doğru…
Bizden önce insani yardım götürenlerin polisin sürekli takibinde olduklarını bildiğimiz için Meriç Nehri’ne gezmeye giden turistler gibi davranmaya özen gösteriyoruz. Bu işe de yarıyor, hiçbir polis kontrolüne takılmadan Karaağaç’taki Trakya Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi önüne kadar geliyoruz.
Lozan Caddesi’nin bitiminden itibaren bir tampon bölgede olduğumuz hissine kapılıyoruz. Görüntü almaya çalıştığımızda sınır köylerinde yaşayan yurttaşlar ve mülteciler tarafından uyarılıyoruz. Bu nedenle çok fazla görüntü almak da mümkün olmuyor ne yazık ki. Tüm kafeler kapalı, marketlerin önünde uzun kuyruklar var ve ellerinde poşetlerle yiyecek taşıyan genç erkekler dikkati çekiyor.
“İnsanlık ölmüş!”
Sınır köylerinde yaşayanlar durumdan çok memnun görünüyorlar. Parası olan mültecilere evlerinden uzatma kablosu ile elektrik satıyorlar. Kullanılamayacak durumdaki ayakkabılar bile satılık. Sınır boylarıyla ilçe merkezi arasında at arabalarıyla ticaret yapılıyor. “İnsanlık ölmüş” denilebilecek bir tabloyla karşı karşıya kalıyorsunuz. İhtiyacı olanlara fahiş fiyatla ne satabiliyorsan sat ama görüntülenmesine fırsat verme, kanıt bırakma yeter ki…
Gaz soluyarak tarlaların arasından…
Pazarkule Sınır Kapısı’na gitmek için yola koyuluyoruz. Tarlaların arasından sınıra doğru yürürken sürekli silah sesleri geliyor sınırdan. Bölgede kesif bir gaz bombası kokusu var. Rüzgarın etkisiyle her yana yayılmış, sinmiş… Trakya Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi önünden sınıra doğru yaptığımız yürüyüş boyunca her yerde genç erkeklerle karşılaşıyoruz. Kadınlara, çocuklara ve yaşlı erkeklere rastlamıyoruz sınıra doğru ilerlerken. Ceplerinde parası kalmış olan mülteciler at arabalarıyla yolculuk yaparken, çok büyük bir çoğunluğu Karaağaç Merkezi ile Pazarkule Sınır Kapısı arasını yürüyerek arşınlıyor.
Basın mensupları kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde
Sınıra iyice yaklaştığımızda kısa süre önce medyada çok fazla yer bulan mültecilerle ilgili haberlerin niçin şıp diye kesildiği anlaşılıyor. Karmaşadan uzak bir yere konuşlandırılmış basın mensupları. Mültecilerden birkaç kilometre uzakta, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde. 1 Mayıs’larda, 8 Mart’larda tanık olduğumuz gibi basın mensuplarının konuşlandığı bölgenin etrafı polis bariyerleriyle çevrelenmiş durumda. Kaostan ve mültecilerden uzak bir konumda… Karaağaç Merkez’e de basın mensubu olduğunuz anlaşılırsa girmeniz çok mümkün değil. Sıkı kontrol var. Devletin servis ettiği haber dışında haber yapılmamasının fiziki koşulları sağlama alınmış…
Cumhurbaşkanı’na güvenmeyeceksek…
Konuşmak istediğimiz kişiler kesinlikle ses ve görüntü kaydı alınmasını istemediler. Kesin bir şey söylemek mümkün olmasa da Somalili, Afgan, Iraklı, Cezayirli, Faslı, İranlı ve Pakistanlıların sayıca daha yoğun olduğu söylendi, gözlemlerimiz de bunu destekliyordu. Az miktarda Filistinli ve Suriyeli görülüyordu.
Türkiyeli olmamız nedeniyle bizimle konuşmak istemeyenler oldu. Ciddi bir duygusal kopuş ve öfkeye tanık oluyoruz. Kandırıldıklarını söylüyorlar sürekli. Bir ülkenin Cumhurbaşkanı’na güvenemeyeceksek kime güveneceğiz diye isyan ediyorlar.
“Birleşmiş Milletler sesimizi duymuyor!”
AKP-MHP Hükümeti keskin bir dönüş yapıp sınır kapılarından kontrolü kaldıracağını bağıra çağıra ilan ettiğinde taksi veya otobüslere binerek sınır kapısına gelmişler. İddia edildiği ve sanıldığı gibi bedava otobüslerle buraya getirilmiş değiller. Görüştüklerimizin arasında bu iddiayı doğrulayan olmadı. Türkiye’de koşullardan memnun olmadıkları, vatandaşlık verilmediği ya da sağlık hizmetlerine erişimleri olmadığını için Avrupa’ya gitmek istediklerini söylüyorlar genellikle. Gitmek istedikleri yer de genellikle Almanya veya Fransa. Birleşmiş Milletler’in seslerini duymamasından ise özellikle rahatsızlar.
Kurşun, gaz bombası, şiddet ve açlıkla cezalandırma
Her sabah altıda silah sesleri ve gaz bombalarıyla uyandıklarını anlatmalarına rağmen Avrupa Birliği’ne ve Avrupa ülkelerine yönelik bir öfke gözlemlemiyoruz. Daha çok Türk askerlerinin onları zorla sınıra doğru sürdüğünü, dövdüğünü anlatıyorlar. Karaağaç Merkezi ile Pazarkule Sınır Kapısı arasında adım başı rast geldiğimiz gençlerin yüzlerindeki darp izleri de anlattıkları hikayeyi doğruluyor. Kırık burunlar, kapanmış gözler, basitçe üstü kapatılmış yaralar… Ciddi şekilde şiddete maruz kaldıklarına tanık oluyoruz. Yunanistan tarafını geçmeyi başaranların, Yunan askerleri tarafından dövülerek geri gönderildiklerini anlatıyorlar. Geçmek için sınıra yüklendiklerinde, sınırı geçen 100 kişiden 98’inin geri gönderildiğini, diğer 2’sinin ise başına ne geldiğini bilmediklerini söylüyorlar. Sınırı geçemedikleri gibi bir de defalarca şiddete maruz kalmak kararlılıklarını zayıflatmış gibi görünüyor. Artık sınıra yüklenmeye takatlerinin kalmadığını söylemek mümkün. Bu hiç işine gelmemiş Türkiye’nin. Artık sınıra yüklenmedikleri için erkeklere verilen yemeği kesmişler. Bundan dert yanıyorlar. Ceplerindeki üç kuruş parayı karınlarını doyurmak için harcamak zorundalar artık. Açlıkla cezalandırılıyorlar açıkçası.
Araf’ta kalmışlar
İki ülkenin sınırında karşılıklı olarak yüz yüze kaldıkları şiddet sarmalını ne ses kayıtlarıyla ne de internette yayımlamış oldukları görüntülerle kanıtlamaya çalıştılar bize. Kesif gaz kokusu arasında; gazdan ölen bebekleri, kurşunlanarak ölen arkadaşlarını anlatmaya çalıştılar sürekli. Yaşadıkları dehşete rağmen geçiş için umutları olup olmadığını sorduğumuzda artık geri dönüşleri olmadığını ve kesinlikle sınırın açılacağını düşündüklerini söylediler bize. Araf’ta kalmışlar aslında. Ne sınırı geçebiliyorlar ne de geri dönebiliyorlar.
Basının konuşlandırıldığı bölge yakınında birçok otobüs göze çarpıyordu. Bu otobüslerin İstanbul’a ücretsiz dönüş için getirildiği bilgisini aldığımızı söylediğimizde, biletlerinin 50-60 liraya satıldığını ama İstanbul’a gitmediğini söylediler bize. Bu otobüslere silah zoruyla bindirilenler olduğunu, onların da soyularak sınıra atıldığından söz ettiler. Lakin bu iddiayı doğrulamamız mümkün olmadı.
Ambülans istiyorsan, ya öl ya da yaralan
Tek tük de olsa maske takanlar olduğunu gördük. Koranavirüs salgını nedeniyle N95 maskelerinin karaborsaya düştüğü şu günlerde basit bez maskelerle korunmaya ya da önlem almaya çalışıyorlardı. Temel sağlık kontrollerinin yapılmadığını duymak bizim için sürpriz olmadı. Ölen ya da kurşunla yararlanan olursa ambulans yollanıyormuş. Ama eğer Yunanistan’ı kötü gösterebilecek şekilde yaralanırlarsa ya da hayatlarını kaybederlerse ancak o zaman sağlık ya da cenaze hizmetini hak edebildiklerini söylüyorlar.
Hala Almanya, Fransa ve BM’den yardım bekliyorlar
Anlatılanlardan ve tanık olduklarımızdan çok iyi anlaşılıyor ki bölge bilinçli bir şekilde kuralsız ve kontrolsüz bırakılmış. Fırsatçılar kolay yoldan kazanç elde etmeye çalışırken kendi seslerini duyurmaya çalışan ve Birleşmiş Milletler’den medet uman öfkeli bir mülteci kitlesi buraya ‘gönüllü’ olarak hapsedilmiş.
Mülteciler, uluslararası güçler arenasında pazarlık konusu olduklarının farkındalar ama kendilerine şiddet uygulayan iki ülkenin askeri dışında hiçbir kuruma veya yapıya öfkeli değiller.
Şu anda içinde bulundukları koşullara ve uğradıkları şiddete rağmen kendi ülkelerine ya da Türkiye’ye geri dönmek istemiyorlar. Uluslararası güçler arenasında pazarlık konusu olmalarına rağmen hala Almanya, Fransa ve Birleşmiş Milletler’den yardım bekliyorlar.
Koronavirüs bir adım ötelerinde duruyor
Bütün dünya pandemiye dönüşen koronavirüs salgını ile ilgili önlemleri konuşurken, mülteciler sınırda koronavirüs da içinde olmak üzere birçok hastalığa her an maruz kalma tehdidi ile yaşıyorlar. Belki de içlerinde bir ya da bir kaçı şimdiden koronavirüs tarafından enfekte edilmiş durumda ve o kadar sağlıksız koşullarda ve iç içe bir hayat sürdürüyorlar ki, tümünün koronavirüse yakalanması işten bile değil. Böyle bir durum karşısında da onlara el uzatacak kimse yok gibi görünüyor ne yazık ki…
Mültecilere şiddet uygulandığında ‘kardeşimsin’ demenin ötesine geçmek zorundayız. Vicdan temelli insani yardımla yetinmemiz mümkün değil. Emin olun yarın koronavirüs sınır boylarındaki mültecilere musallat olursa çok geç olacak. Bu gerçekleştiğinde, niçin mülteciler için önlem alınmadı diye feryat etsek de bunun bir manası kalmayacak. Çok büyük bir çoğunluğu hayatlarını kaybetmiş olacaklar çünkü. Bir kısmı da şimdi bizimle röportaj yapan, gözümüzün içine bakmış olan insanlar olacak ne yazık ki. Bu nedenle herkes kendi canının derdine düştüğü kadar mültecilerin de canının derdine düşmeli. Çünkü onlar bizden çok daha kötü koşullarda yaşıyorlar ve koronavirüs belki de onların bir adım ötesinde duruyor, fırsat kolluyor hayatlarını almak için…