Suriye’de tarih, kendisini günlere ve haftalara sıkıştırarak bütün hızıyla akmaya devam ediyor. Ülkenin kuzeyindeki savaş mevzilerinden dumanlar ve ateşler yükselirken Şam’da ise büyük bir dönüşüm yaşanıyor. Heyet-i Tahrir’uş Şam (HTŞ) lideri Ebu Muhammed Colani, gerçekleştirdiği “zafer konferansı”nın ardından kendisini geçici cumhurbaşkanı ilan etti. Bu hamleyle birlikte Suriye’nin mevcut anayasal ve kurumsal yapısının tamamen lağvedildiği duyuruldu. Suriye ordusu, parlamentosu ve 2012 Anayasası feshedildi. Baas Partisi ve Ulusal İlerici Cephe de tarihe karıştı.
Bu gelişmenin ardından HTŞ ve ona bağlı 18 silahlı örgüt kendilerini feshettiklerini açıkladı. SDG’nin davet edilmediği konferansta Özerk Yönetim’e karşı savaşın yürütücülüğünü üstlenen ve Kürt siyasetçi Hevrîn Xelef’i katleden SMO gruplarının elebaşları Ebû Hatim Seqra, Seyf Polat, Ebu Amşe ve Fehim İsa da konferansta hazır bulunarak yeni askeri sisteme katıldıklarını ilan ettiler. Suriye Arap Ordusu’nun ve Suriye Arap Cumhuriyeti’nin ismini de değiştirmeyen konferans, Baas rejiminin Arap milliyetçisi çizgisine bir de selefi cihatçılık ekleyerek yoluna devam edeceğini göstermiş oldu
Yeni durumda Türk devletinin, SMO eliyle HTŞ içerisindeki hegemonya alanını daha fazla genişletme imkanına kavuştuğunu söylemek mümkün. Konferansın sabahında Türk Savunma Bakanlığı’ndan üst düzey bir heyetin Şam’a giderek, Colani yönetimindeki Savunma Bakanlığı yetkilileri ile görüşmesi de bu doğrultuyu güçlendiriyor. Açık ki bu yeni hamleyle Türkiye’nin Suriye üzerindeki etkisinin artabileceğini söylemek mümkün. Ayrıca, HTŞ’nin SDG’ye yönelik savaşa dahil olması yönündeki Türkiye baskısının artacağını öngörmek zor değil.
Peki, bu gelişmeler Suriye’de hangi dinamikleri tetikleyecek? Olası senaryolar neler? Yanıtlarını vermeden önce bir kez daha sahada neler olup bittiğine bakmak gerekiyor.
Masadaki hesaplar sahada bozuluyor
8 Aralık’ta BAAS rejiminin yıkılışının ardından SDG ve SMO grupları arasında başlayan çatışmalar ikinci ayına yaklaşıyor. Bu iki aylık sürecin son onbeş gününde ise savaşın düzeyi olabildiğine şiddetlenmiş durumda. Taraflar, elindeki bütün teknik imkanları kullanmasalar da, bugüne kadar sahada görülmemiş konvansiyonel silahlarla çarpışıyorlar.
Savaşın şu ana kadar olan bölümünü değerlendirecek olursak, Tişrin ve diğer çatışma bölgelerindeki askeri üstünlük ve stratejik önemdeki bütün noktalar SDG’nin kontrolü altında. Dahası SMO grupları Tişrin Barajı çevresinden 7-8 kilometre kadar uzaklaştırılmış bulunuyor. Türkiye’nin eli olmaksızın SMO’nun savaşacak iradesi ve askeri kapasitesi bulunmuyor.
Arkasındaki güçlü desteğine rağmen SMO’nun karadan ilerleyememesi büyük ortak Türkiye’yi de rahatsız ediyor. Sahadaki bu tıkanıklığı aşmak için daha önce Afrin ve Serekaniye’ye yönelik gerçekleşen askeri harekatta yer alan sınırlı bir TSK gücü an itibariyle Tişrin cephesine kaydırıldı. Türkiye, bizzat komuta ettiği tecrübeli bir askeri yapıyla cepheyi daha güçlü biçimde tahkim etmek arayışında. Ancak Türkiye, bu savaşı kendi askeri varlığından daha çok SMO ile ilerletmek istiyor.
Yine de belirtmek gerekir ki savaşın kaderi karadan değil havadan çiziliyor. Bir analoji yapmak gerekirse İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın tank savaşları gibi şimdi de Tişrin cephesinde “drone ve uçak savaşları” yaşanıyor. Özellikle Türkiye, SMO’nun zayıf düştüğü ya da ağır darbeler aldığı her durumda savaş uçaklarını devreye sokuyor. Ancak bu saldırılar, savaşın gidişatını etkilemekle birlikte topyekûn bir durum değişikliği yaratmıyor. Kamuoyunun da yakından takip ettiği “savaş tünelleri” SDG güçlerinin savaşı daha insiyatifli yürütmesine olanak tanıyor. Söylenebilir ki envanterindeki yüksek teknolojili drone kapasitesi ile SDG, savaşın gidişatını değiştirmekle kalmamış, olası yeni senaryoların da bağlamını değiştirmiştir.
Şimdilik, Kuzey ve Doğu Suriye’ye yönelik SMO saldırılarının sonlanacağına dair hiçbir emare yok. SMO gruplarının savaşın gidişatı üzerine söz söyleme kudreti zaten bulunmuyor. Bölgedeki uluslararası aktörler ise SDG’ye destek mesajları beyan etmekle birlikte askeri ve siyasi olarak Türkiye ile fiili bir karşı karşıya gelişi tercih etmiyorlar. Bazı saha kaynakları uluslararası koalisyon içerisindeki kimi bileşenlerin SDG’nin Tişrin Barajı’ndan geriye çekilerek barajı Türkiye’ye bırakabileceği yönünde görüş bildirdiğini de söylüyor. Ancak SDG kaynakları, bölgenin Türkiye’ye bırakılmasının söz konusu olmadığını belirtiyor ve uluslararası bir gözlem gücünün Tişrin Barajı çevresine konumlanabileceğini ifade ediyorlar.
Bir iddiaya yanıt: SDG ve HTŞ anlaştı mı?
SMO grupları ve SDG arasındaki savaş bütün şiddetiyle süredursun, kimi basın kurumları ve bölge ile ilgilenen kaynaklar SDG ile HTŞ’nin anlaştığını iddia etmeye başladı. SDG Genel Komutanı Mazlum Abdi’nin birkaç gün önce ANHA’ya verdiği röportaj bu iddianın temelini oluşturuyor. Bahsi geçen konuşmada Mazlum Abdi, “HTŞ ile temel konularda hemfikiriz” demişti.
Peki, nedir bu hemfikir olunan konular? Mazlum Abdi’nin açıklamasında ifade ettiği gibi HTŞ ve SDG arasındaki görüş birliği yalnızca “Suriye’nin ve Suriye ordusunun birliği” üzerinedir. Ancak bu ifade diplomatik bir çerçeveyi ifade etse de, henüz altı dolmamış iyimser bir ifade ile temenni düzeyini aşmamıştır.
Biliniyor ki SDG’nin bu perspektifi yeni değil. Aksine SDG, Esad dönemi de dahil olmak üzere Şam karşısındaki tutumunu hep bu düzlemde ifade etmişti, etmeye de devam ediyor. Tüm bunlara ek olarak SDG ve Özerk Yönetim sözcüleri, Kuzey ve Doğu Suriye’de bulunan enerji kaynaklarını ve petrol gelirlerini bütün Suriye halklarının çıkarına “adilce paylaşmaya” hazır olduklarını da ifade ediyorlar.
Ancak yapılan görüşmelerden şu sonuç çıkıyor ki, HTŞ, şimdilik zamana oynuyor. Taraflar görüşmeleri sürdürme konusunda mutabık olsa da HTŞ’nin SDG’yi silahsızlandırmayı öne aldığı ve muhataplarına “silahlarınızı bırakın ve bekleyin” dediği kaydediliyor. HTŞ, şu ana kadar Kürtlerin anayasal statüsüne, kolektif haklarının garanti altına alınmasına ve bulundukları bölgeleri kendi kendilerine yönetmelerine yönelik hiçbir olumlu taahhüt de vermiş değil. Yalnızca yeni Suriye’de Kürtlerin temsil edileceğini belirtiyorlar.
HTŞ’nin SDG karşısında fiili bir savaş pozisyonunda bulunmadığı biliniyor. Ancak SDG’nin tasfiye edilmesini, olmuyorsa zayıflatılmasını ve masaya “sıtmaya razı olabilecek” bir pozisyonda gelmesini arzuluyorlar. Trump ABD’sinin bölgede nasıl bir politika izleyeceği henüz netleşmemişken, HTŞ ile SDG’nin dört başı mamur bir anlaşmaya varabileceğini düşünmek yanılgıdır. Aksine HTŞ, SMO saldırılarının önünü fiili bir tutumla daha fazla açmak isteyecektir. HTŞ, bu şekilde Türkiye’nin isteklerine de bir ölçüde yanıt vermis olacak.
Rojava: Savaş ve statü arasında
Başa dönecek olursak HTŞ’nin “Zafer Konferansı” ile Suriye’de yeni bir sayfanın açıldığını belirtmiştik. Bu sayfayı henüz kimin ve nasıl dolduracağı belirsiz. Ancak HTŞ’nin yeni Suriye’nin inşasına uluslararası bir onay aldığı artık daha açık görülüyor. Zaten, sahada var olmak isteyenler için oyun kurma kapasitesine sahip ciddi bir alternatif de bulunmuyor.
Colani’nin “devrim aklıyla devlet yönetilmez” pragmatizmi bütün HTŞ’ye sirayet etmiş durumda. Bu çizgi kendi karşılığını da üretiyor, Suriye üzerindeki yaptırımlar hafifletilirken diplomatik ilişkiler de derinleşiyor. Yeni Suriye’de söz sahibi olmak isteyen güçler, HTŞ’nin “ehlileştirilmiş” cihadizmine de olur veriyorlar.
SDG ve Özerk Yönetim cephesinde de diplomatik bir atılımdan söz etmek mümkün. Düne kadar SDG ile açık bir fotoğraf vermek istemeyen birçok Avrupa devleti, son bir ay içerisinde bakanlık düzeyinde olmasa da yüksek bürokrasi içerisindeki temsilcilerini Rojava’ya gönderiyorlar. QSD’nin elinde tuttuğu askeri ilişkiler, siyasi ilişkiye doğru evriliyor.
Burada oldukça önemli sayılabilecek bir gelişme Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin fiili lideri Mesut Barzani ile SDG Genel Komutanı Mazlum Abdi’nin Erbil’deki görüşmesidir. Barzani çizgisinin Türkiye ile ortaklığını düşünecek olursak bu görüşme Türkiye’nin bilgisi dahilinde oldu. ABD ve Fransa ise bu toplantının örgütlenmesi için yoğunlaştırılmış bir diplomatik ataklık sergiledi. Öyle ki görüşmenin bütün gereklilikleri ve koşullar ABD tarafından hazırlandı. Hatırlanacak olursa bahsi geçen görüşme, bölgesel yönetimin başbakanı Mesrur Barzani’nin Türkiye ziyaretinin ardından gerçekleştirilmişti. Ve henüz Mazlum Abdi, Rojava’ya dönmemişken görüşmenin sonuçları Ankara’ya ulaştırıldı. Yani Türkiye, dolaylı da olsa ABD ile Kuzey ve Doğu Suriye’nin geleceğine yönelik yeni bir konsensüsün adımlarını atıyor.
Ayrıca İmralı’dan 15 Şubat’ta gelmesi beklenen açıklama, Suriye’nin geleceğine dolaysız etki edecek. İmralı’daki görüşmelerin sonucunda, Suriye’de “orta yollu bir çözüm” üzerinde anlaşıldığı birçok kaynak tarafından şu ya da bu şekilde ifade ediliyor.
Bu tablo gösteriyor ki Türkiye, Kuzey ve Doğu Suriye’nin olası bir statü kazanma ihtimaline dönük de bir hazırlık içerisinde. Eğer bu ihtimal gerçekleşirse Türkiye, Rojava’yı bir çizgi değişimine zorlayarak demokratik-halkçı çizgisini Barzani çizgisine dönüştürmeyi amaçlıyor. Bunun ilk adımı olarak Barzani çizgisinde siyaset yürüten ENKS’nin, Özerk Yönetim mekanizmalarına dahil edilmesi ve Roj Peşmergelerinin de SDG’nin yanı başında konumlandırılması geliyor.
Suriye’de yolun sonuna yaklaşılsa da henüz son sözler söylenmedi. Türkiye de dahil olmak üzere sahadaki bütün güçler Trump ABD’sinin yapacaklarına bakarak yeni konumunu belirleyecek. Trump ise kabinesinin SDG’ye destek açıklamalarına rağmen kesin bir yol haritası açıklamış değil. Özerk Yönetim ve SDG sözcüleri de henüz Trump yönetiminden kesinleşmiş bir söz alamadıklarını, lakin kaygılanacak bir durumun olmadığını da ifade ediyorlar. ABD ve Avrupalı müttefikleri için Suriye’nin geleceğini yalnızca HTŞ’ye bırakmak için hiçbir sebep yok. Bir süre daha iki tarafı birbiriyle tehdit etmeyi ve güçten düşürmeyi deneyeceklerdir. Bu Türkiye destekli SMO ile SDG arasındaki savaşın sürmesi demektir.
Artık SMO saldırılarının sorumluluğu da HTŞ’nin omuzlarında bulunuyor. Savaşın yeni Suriye hükümeti ile SDG arasındaki bir savaşa dönüşme ihtimali mevcut. Bugünlerden sağ çıkmayı başaran masadan da güçlü çıkacaktır.