Devlet ve Devrim, kuşkusuz haklı biçimde, Lenin’in en önemli eserlerinden biri olarak kabul edilir. Sosyalist teori ve pratik için son derece önemli, hiçbiri geçerliliğini yitirmemiş -hatta tersini başarmış- meselelere değinmektedir. Devlet ve Devrim, Marksist devlet teorisinin bir ifadesi olarak, [bizzat] Lenin tarafından kaleme alındığı için, iktidarın ele geçirilmesinden hem öncesi hem de -daha önemlisi- sonrası konusunda birbiri ardında gelen sosyalist kuşaklar üzerinde eşsiz bir ağırlık kazanmıştır. Bu otorite özellikle son yıllarda daha da belirgin hale gelmiştir, zira Devlet ve Devrim’in ruhu ve özü, hem Rusya tipi rejimlerin aşırı bürokratik deneyimlerine hem de resmi komünist partilere karşı kolayca referans alınabilmektedir. Özcesi hem içsel hem de konjonktürel nedenlerden ötürü, bu kitap gerçekten de Marksist düşüncenin “kutsal metinlerinden” biridir.
Fakat “kutsal metinler” Marksizmin ruhuna aykırıdır ya da en azından öyle olmalıdır; ki bu da tek başına, Devlet ve Devrim’i eleştirel bir analize tabi tutmak için yeterli bir nedendir. Ama böylesi bir analize girişmemin başka, daha özel bir nedeni de var. Marksist gelenek içinde Lenin’in bu çalışmasının, iktidarın sosyalist biçimi gibi çok önemli bir soruna teorik, hatta pratik bir çözüm sunduğu düşünülür. Benim kendi okumam -ne pahasına olursa olsun- çok başka bir sonucu çağırıyor: Devlet ve Devrim, ele aldığı sorunları çözmek şöyle dursun, sadece ve sadece bu sorunların karmaşıklığının altını çizmek ve yarım yüzyıldan fazladır yaşanan deneyimin her halükârda zengin -ve trajik- şekilde doğrulamamızı sağladığı bir şeyi, yani sosyalist iktidarın kullanımı meselesinin Marksizmin Aşil topuğu olmaya devam ettiğini, vurgulamaya yarıyor. Tam da bu nedenle, Lenin’in dehasının ve kazanımlarının son derece meşru biçimde kutlanacağı bir yılda, Devlet ve Devrim’in eleştirel bir değerlendirmesi hiç de fena olmayabilir. Çünkü sosyalist projenin temelindeki meseleler üzerine tartışmalar, ancak ortaya koyduğu argümandaki boşlukların irdelenmesiyle geliştirilebilir.
Devlet ve Devrim Aslında Nedir?
Lenin’in tüm argümanının yaslandığı ve tekrar tekrar döndüğü temel nokta, Marx ve Engels’ten neşet eder. Önceki tüm devrimler devlet makinesini “mükemmelleştirmiş” (yani sağlamlaştırmış) olsa da “işçi sınıfının hazır devlet mekanizmasına basitçe el koyarak onu kendi amaçları için kullanması mümkün değildir”1, onun yerine bu makineyi parçalamak, kırmak, yok etmek zorundadır. Lenin’in bu fikre büyük önem vermesi, çoğu zaman Devlet ve Devrim’deki amacın şiddetli devrimi “barışçıl geçiş”in karşısına yerleştirmek olduğu şeklinde anlaşılmıştır, ki bu doğru değildir. Hiç kuşku yok ki bu önemli bir karşıtlıktır ve Lenin (hasbelkader, Marx’tan çok daha kategorik olarak) proleter devrimin şiddetten ari bir yolla başarılamayacağına inanmıştır. Fakat İtalyan Marksist Lucio Colletti’nin yakın zamanlarda belirttiği üzere “Lenin’in polemiği, iktidarın ele geçirilmesini istemeyenlere yönelmemiştir. Saldırısının hedefi reformizm değil, tam tersine, iktidarın ele geçirilmesini isteyen ama eski Devletin yıkılmasını da istemeyenlere yöneltilmiştir.”2 Aslında bu alıntıdaki “tam tersine” ifadesi biraz ağır kaçmaktadır, çünkü Lenin reformizme de karşı çıkar. Ama Devlet ve Devrim’deki temel kaygısının, Marx’ın burjuva devletin parçalanması gerektiği yönündeki görüşlerini tam manasıyla benimsemeyen her türlü devrim kavrayışına saldırmak ve bunları reddetmek olduğu tamamen doğrudur.
Buradan çıkan bariz ve can alıcı soru devrimden sonra, parçalanan burjuva devletinin yerine, ne tür bir devletin geçeceğidir. Nitekim Marksizmin temel ilkelerinden ve anarşizmle arasındaki temel farklardan biri, proleter devrimin eski devleti yıkma zorunluluğuyla devletin kendisini ortadan kaldırmadığıdır: Bir devlet var olmaya devam eder, hatta derhal “yok olup gitmeye” başlasa dahi uzun bir müddet daha varlığını sürdürür. Lenin’in devrim-sonrası devletin doğası sorununa getirdiği yanıtın en dikkat çekici boyutu, Devlet ve Devrim’deki devletin “sönümlenmesi” kavramını taşıdığı noktadır; esasında o kadar ileri götürür ki bunu, devlet, devrimin hemen ertesi sabahında sadece yok olup gitmeye başlamakla kalmaz, daha o anda bile yok olmanın ileri bir aşamasındadır.
Hemen söylemek lazım ki, bu durum devrimci kuvvetin zayıf olması gerektiği anlamını taşımaz. Aksine Lenin bu kuvvetin gerçekten çok güçlü olması ve uzunca bir süre de güçlü kalması gerektiğindeki ısrarından asla vazgeçmez. Buradan çıkan anlam, iktidarın, kelimenin yaygın anlamıyla, devlet tarafından (yani ne kadar demokratik olursa olsun ayrı ve müstakil bir iktidar organı tarafından) kullanılmadığıdır. Bunun yerine “devlet” bir “bürokratlar devleti” olmaktan çıkmış ve “silahlı işçilerin devleti” haline gelmiştir.3 Lenin bunun “yine bir devlet mekanizması” olduğunu ama “bütün halkın katıldığı bir milis oluşturma yolunda ilerleyen silahlı işçiler şeklinde” olduğunu belirtir.4 Yine “tüm yurttaşlar, silahlı işçilerden oluşan devletin ücretli memurlarına dönüşür”;5 yani “silahlanmış ve egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya [olarak devlet]”in6 memurlarına. Aynı ya da benzer formülasyonlar, bütün çalışma boyunca karşımıza çıkar.
Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmesinden sonra yazdığı Proleter Devrim ve Dönek Kautksy’de Lenin, Kautsky’nin bir sınıfın “yönetemeyeceği, yalnızca hükmedebileceği” görüşünü şiddetle reddeder:7
Ayrıca, bir sınıfın hükümet edemeyeceği [yönetemeyeceği] de kesinlikle yanlış; böyle bir saçmalığı ancak burjuva parlamentosundan başka bir şey görmeyen ve “hükümet eden partiler”den [iktidar partilerinden] başka bir şeyin farkında olmayan bir “parlamento budalası” yapabilirdi.
Devlet ve Devrim, tam da proletaryanın yalnızca “hükmetmekle” kalmayıp “yönetebileceği” ve proletarya diktatörlüğünün bir sloganın ötesine geçebilmesi için bunu yapmak zorunda olduğu fikrine dayanır. “Devrim” der Lenin, “yeni sınıfın, eski devlet mekanizmasının yardımıyla komuta etmesi, yönetmesi değil, bu sınıfın söz konusu makineyi parçalaması ve yeni bir mekanizmanın yardımıyla komuta etmesi, yönetmesidir. Kautsky, Marksizmin bu temel düşüncesini örtbas eder ya da onu hiç anlamamıştır.”8 Devlet ve Devrim’de vuzuha erdiği biçimiyle bu yeni “makine”, silahlı işçilerin devletidir. Görünüşe göre burada söz konusu olan şey, Marksizmden ziyade anarşizmle çok daha ilintili bir kavram olan dolayımsız sınıf egemenliğidir. Bu ifadenin açıklığa kavuşturulması gerekir. Ama göstermeye çalıştığım üzere, Devlet ve Devrim’i bu kadar çarpıcı kılan şey, açıklama gerektiren yanlarının ne kadar az olduğudur.
Proletarya Diktatörlüğü
Lenin, anarşistlere şiddetle saldırmakta ve proletarya diktatörlüğü döneminde devletin varlığının sürdürülmesi gerektiği konusunda ısrar etmektedir. “Ütopyacı değiliz, her tür yönetime, her tür bağımlılık ilişkisine hemen son vermek gibi bir ‘hayal’e kapılmıyoruz” diye yazar.9 Devamında ekler:10
Ama bağımlılık, tüm sömürülenlerin ve çalışanların silahlı öncüsüne, yani proletaryaya bağımlılık olmalıdır (vurgular Miliband’a ait). Devlet memurlarının ‘tepeden inmeciliğinin’ yerine, ‘ustabaşılar ile muhasebeciler’in basit işlevlerinin, daha şimdiden herhangi bir kentlinin eksiksiz şekilde yerine getirebileceği ve ‘işçi ücretleri’ karşılığında pekâlâ yerine getirilebilecek olan işlevlerin geçirilmesine hemen, bir gece içinde başlanabilir ve başlanmak zorundadır.
Biz işçiler, büyük ölçekli üretimi, kapitalizmin şimdiye kadar yarattıklarını temel alarak, kendi çalışma deneyimlerimize dayanarak, silahlı işçilerin devlet iktidarı tarafından desteklenen sıkı, demirden bir disiplin yaratarak, kendimiz örgütleyeceğiz; devlet memurlarını, sorumlu, görevden alınabilen ve mütevazı ücretler ödenen ‘ustabaşılar ve muhasebeciler’ (kuşkusuz, ayrıca, her çeşit, her türden ve her düzeyden teknisyenler) olarak sadece emirlerimizi yerine getiren kişiler haline getireceğiz.
Burada açıkça bir tür memuriyet varlığını sürdürmektedir ama aynı ölçüde açık şekilde, silahlı işçilerin çok katı ve sürekli gözetimi, kontrolü altında işlevlerini yerine getirmektedir; Lenin’in defalarca belirttiği üzere, bu memurlar her an görevden alınabilir. Bu yaklaşımla “bürokratlar” tamamen ortadan kaldırılmamış ama silahlı işçiler tarafından ortaya konan halk iradesinin tümüyle ikincil derecedeki uygulayıcıları rolüne indirgenmiştir.
Eski devletin ikinci ana kurumu olan düzenli ordu ise yerini, daha önce anlatıldığı üzere, bütün halkı kapsayan bir milis kuvveti oluşturmaya devam eden silahlı işçilere bırakmıştır.
Böylelikle, Lenin’in burjuva devlet aygıtının “en ayırt edici nitelikteki”11 özelliği olarak gördüğü iki kurum, radikal biçimde tasfiye edilmiştir: birincisi, bürokrasi büyük oranda küçültülmüş ve geriye kalanlar anında geri çağrılabilirlikle tahkim edilen doğrudan halk denetimince bastırılmış; ikincisi, daimi ordu ise fiilen ortadan kaldırılmıştır.
Yine de Lenin, merkezi devletin ortadan kaldırılmadığını ancak “gönüllü merkeziyetçilik, komünlerin gönüllü olarak bir ulus içinde birleşmesi ve proletarya komünlerinin burjuva egemenliğini ve burjuva devlet mekanizmasını parçalamak amacıyla gönüllü olarak kaynaşması”12 biçimini aldığını vurgular.
Burada da en belirgin soru, proletarya diktatörlüğünün hangi kurumlar aracılığıyla ortaya koyulacağı sorusudur. Çünkü Lenin, Devlet ve Devrim’de “bazı kurumlarına yerine temelden farklı türdeki başka kurumların koyulması şeklindeki muazzam bir değişimden”13 söz eder. Fakat aslında Devlet ve Devrim, İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyetlerine yapılan çok kısa atıflar dışında, kurumlar hakkında çok az şey söyler.
Devrim-sonrası Devletin Kurumları
Lenin en nadide yakıştırmalarından bazılarını, temsilî kurumların bir biçimi, yani “burjuva toplumunun satılık ve kokuşmuş parlamentarizmi”14 için sarf eder. Fakat “kuşkusuz, parlamentarizmden kurtulmanın yolu, temsil kurumlarını ve seçim ilkesini ortadan kaldırmak değil, temsil kurumlarını gevezelik edilen yerler olmaktan çıkarıp ‘faal’ organlara dönüştürmektir.”15 Bu ilkeyi ete kemiğe büründüren kurumlar, belirtildiği üzere, İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyetleridir. Lenin bir noktada “yalnızca silahlı kitlelerin örgütlenmesi [nden] ([…] örneğin İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyetleri[nden])”16 söz eder; başka bir noktada “bütün yurttaşların tek bir dev ‘sendika’nın (bütün devletin) işçilerine ve çalışanlarına dönüştürülmesi[nden] ve bu sendikanın bütün işlerinin gerçekten demokratik bir devlete, İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyetleri devletine tamamen bağımlı kılınması[ndan]”17 söz eder ve üçüncü bahiste bir soru sorar: “Kautsky ‘bakanlıklar’a ‘körü körüne bir saygı’ gösteriyor; oysa bunların yerine neden, örneğin, egemen ve tüm yetkilere sahip İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyetlerine bağlı olarak çalışan uzman komiteleri koyulamasın?”18 Bununla birlikte, unutulmaması gereken şey, Lenin’in sözünü ettiği “komite” üzerinde Sovyetlerin “egemen ve her şeye gücü yeten” konumudur. Vekiller, kendi seçmenleri açısından, elbette, her an geri çağırılabilir durumdadır: burada “temsil”, halk egemenliğinin çizdiği dar sınırlar içinde gösterilen faaliyet olarak düşünülmelidir.
Dolayısıyla Lenin’in Devlet ve Devrim’de sözünü ettiği “devlet”, daimi ordunun varlığının sona erdiği; memuriyet kademesinden arta kalanların tamamen silahlı işçilere tabi hale geldiği; aynı şekilde silahlı işçilerin temsilcilerinin de silahlı işçilere tabi olduğu bir devlettir. Bu “model”, daha önce ileri sürüldüğü üzere, proletarya diktatörlüğünü ifade eden “devletin”, henüz devrimin sabahında zaten ileri bir yok olma aşamasında olduğu yönündeki iddiayı doğrular gibi görünmektedir.
Buradan sayısız sorun peyda olur, ki gerçekçi bir değerlendirmede, Devlet ve Devrim’de bunların tamamen yok sayılmış olmasını göz ardı edemeyiz.
Siyasal Aracılık Sorunu
Bu sorunlardan ilki, devrimci iktidarın siyasal aracılığıdır. Bununla kastettiğim şey, proletarya diktatörlüğünün, en azından bir ölçüde siyasal eklemlenme ve liderlik, yani siyasal örgütlenme, olmadan düşünülemeyeceğidir. Fakat Lenin’in düşüncesinin bütününü göz önünde bulundurduğumuzda, bu kadar önemli bir yer tutan siyasal unsurun, adlı adınca partinin, Devlet ve Devrim’de bu kadar sınırlı bir ilgiyi haiz olması sıra dışıdır.
Bütün çalışmada partiye yapılan üç atıf varken, ikisinin proletarya diktatörlüğü meselesiyle doğrudan bir ilgisi de yoktur. Bunlardan biri, partinin “halkı aptallaştıran din afyonuna karşı”19 mücadeleye girişmesi gerektiğiyle ilgili gelişigüzel bir açıklama; aynı derece rastlantısal olan ikincisi de “Partimizin programını gözden geçirirken, gerçeğe daha da yaklaşmak, Marksizmi çarpıtmalardan arındırarak yerli yerine oturtmak, işçi sınıfının kurtuluş mücadelesini daha doğru bir şekilde yönlendirmek için Engels ile Marx’ın öğüdünü mutlaka göz önünde bulundurmalıyız”20 denen pasajdır. Üçüncü ve en alakalı referans ise “Marksizm, işçi partisini eğitme yoluyla, proletaryanın, iktidarı alabilecek ve sosyalizme giden yolda tüm halka önderlik edebilecek, yeni düzeni örgütleyebilecek, toplumsal yaşamlarını burjuvazi olmaksızın ve burjuvaziye karşı düzenlemeleri konusunda tüm emekçilere ve sömürülenlere öğretmenlik, kılavuzluk ve önderlik yapabilecek olan öncüsünü eğitir”21 ifadesidir.
Bu üçüncü pasajda iktidarı üstlenme, yönetme, yönlendirme, örgütleme vs. yeteneğine sahip olanın proletarya mı yoksa proletaryanın öncüsü, yani işçi partisi mi olduğu pek de açık değildir. İki yorum da mümkündür. Birincisi, siyasal önderlik sorununu tümüyle belirsizlik içinde bırakır. Marx’ın Paris Komünü ve proletarya diktatörlüğü üzerine değerlendirmelerinde de böyle bıraktığı hatırlanacaktır. Ama bana kalırsa bu, devrimci iktidar tartışmalarında -sorunun çözümünden ziyade ondan kaçınma biçimindeki kendiliğindenlik teorisi dışında- öylece bir kenara bırakılabilecek bir husus değildir. Öte yandan ikinci yorum, Lenin’in partinin önemine ilişkin değerlendirmeleri hakkında bildiklerimizle daha fazla örtüşse de, soruyu çözmeye değil sadece gündeme getirmeye yarar. Bu soru, elbette, proletarya diktatörlüğü kavramının bütün anlamı için kati bir önem taşır: devrimin diktatörlüğünü inşa ettiği düşünülen proletarya ile onu eğiten, yöneten, yönlendiren, örgütleyen vs. parti arasındaki ilişki nedir? Bu sorunun ortadan kalkmasının tek yolu, ikisi arasında simbiyotik, organik bir ilişki olduğu varsayımıdır ama Ekim Devrimi’nden önceki aylarda, yani Lenin’in Devlet ve Devrim’i kaleme aldığı dönemde Bolşevik Parti ile Rus proletaryası arasında böyle bir ilişki pekâlâ var olmuşsa da, bu türden bir ilişkinin otomatik ve kalıcı bir olgu olarak kabul edilebileceği varsayımı, iktidarın gerçekliğine değil retoriğine aittir.
Yukarıdaki pasajda tüm halkı sosyalizme götürme görevi yüklenen ister parti ister proletarya olsun; hakikat, Lenin’in Bolşevikler iktidarı ele geçirdikten sonra elbette birincisinin merkezi rolünü savunduğudur. 1919’a gelindiğinde Lenin, proletaryanın münhasır siyasal rehberliğini öne sürmüştür. “Evet, tek parti diktatörlüğü!” demiştir: “Dayanağımız tek parti diktatörlüğüdür ve bu dayanaktan vazgeçemeyiz, çünkü partimiz, bütün fabrika ve sanayi proletaryasının öncülüğünü onlarca yıl içinde fethetmiş bir partidir.” Aslında, “işçi sınıfının diktatörlüğü, gerçekte, 1905’ten beri ya da önceden bütün devrimci proletarya ile birleşmiş olan Bolşevik Partisi tarafından uygulanmaktadır.”22 E. H. Carr’ın da belirttiği gibi Lenin daha sonraları, sınıf diktatörlüğü ile parti diktatörlüğü arasında ayrım yapma girişimini “inanılmaz ve içinden çıkılmaz bir düşünce karışıklığı” olarak tanımlamış ve 1921’de İşçi Muhalefeti’nin sert eleştirileri karşısında açık açık “Komünist Parti haricinde proletarya diktatörlüğünün mümkün olmadığını”23 iddia etmiştir.
Durum hakikaten de böyle olabilir ama bunun, Devlet ve Devrim’de ortaya konulandan tamamen farklı bir devrimci iktidar uygulaması “modeli” olduğunu ve “proletarya diktatörlüğüne” yüklenecek anlamı kökünden dönüştürdüğünü açıkça belirtmemiz gerekir. Hiç değilse, iktidar partisi ile proletarya arasındaki ilişki sorununu, mümkün olan en keskin biçimlere sokmaktadır. Aslında burada söz konusu olan parti bile değildir; daha ziyade, Rus Sosyal Demokrasisinin Bolşevikler ve Menşevikler arasında bölünmesinin ardından Troçki’nin adeta bir kehanet niteliğinde özetlediği, öğütücü dinamikteki parti liderliğidir, yani “parti örgütü [parti meclisi] kendini önce bir bütün olarak partinin yerine koyar; sonra Merkez Komite kendini örgütün yerine koyar; ve nihayetinde tek bir ‘diktatör’ kendini Merkez Komite’nin yerine koyar…”24
Devrimden sonraki bir süre boyunca Lenin, proletarya diktatörlüğü ile parti diktatörlüğü arasında bir çelişki olmadığına inanır ve bu iddiayı sahiplenir; Stalin ise bu iddiayı kendi mutlak yönetiminin temeli ve meşruiyet kaynağı haline getirir. Söz konusu Lenin olduğunda, ki pek az şey onun büyüklüğünün bu kadar önemli bir ölçütü sayılabilir, henüz iktidarda olduğu sırada bu özdeşleştirmeyi sorgulamaya başlamış ve bunun basitçe göz ardı edilemeyeceği düşüncesini takıntı haline getirmiştir. Tıpkı haleflerinin yaptığı gibi o da pek tabii, bu iddia ile gerçeklik arasındaki uçurumu kendinden bile gizlemeye çalışabilirdi: fakat bunu yapmadı ve derin bir huzursuzluk içinde öldü,25 ki bu da onun mirasının önemsiz parçalarından biri değildir; gerçi bu miras, Bolşevik Devrimi’nin yurdunda pek hatırlanacak ya da kutlanacak bir parça sayılmaz.
Devletin ve Devrim‘in Çıkmazı
Devlet ve Devrim’de sunulan proletarya diktatörlüğünün, partinin ya da daha doğrusu liderinin diktatörlüğüne dönüşmesini, 1917’de Rusya’nın özel koşullarına -geri kalmışlığa, iç savaşa, dış müdahaleye, yıkıma, kitlesel yoksunluğa, halkın hoşnutsuzluğuna ve diğer ülkelerin devrim çağrısını karşılıksız bırakmasına- bağlamak elbette çok cazip bir yoldur.
Bana kalırsa bu cazibeye karşı direnmek gerekiyor. Elbette Bolşeviklerin baş etmek zorunda kaldığı koşulların son derece gerçek ve hayli basınçlı olduğu yadsınamaz. Ama ben bu koşulların, her halükârda proletarya diktatörlüğü kavramının kendisine içkin bir sorunu, mutlak suretle aşırı derecede de olsa, yalnızca ağırlaştırdığını düşünüyorum. Sorun esasında, diktatörlüğün elverişli koşullarda bile siyasal aracılık olmaksızın gerçekleştirilemez oluşundan ve siyasal aracılık kavramının “modele” zaruri biçimde dahil edilmesinin modelin karakterini, en hafif tabiriyle, önemli ölçüde etkilemesinden kaynaklanıyor. Bu durum, özellikle siyasal aracılığı tek parti yönetimi çerçevesinde düşündüğümüzde geçerlilik kazanır. Çünkü bu türden bir yönetim, “demokratik merkeziyetçilik” daha önce hiç olmadığı kadar esnek şekilde uygulansa bile, sosyalist çoğulculuk olarak adlandırabileceğimiz şeyin kurumsallaşmasını çok daha zorlaştıracak ve engelleyebilecektir. Bunu başarmak son derece zordur, hatta çoğu devrimci durumda imkânsız da olabilir. Ancak tek parti yönetimi kavramının, tanımı gereği, dışladığı alternatif ifade ve siyasal eklemlenme kanalları doğrultusunda yeterli koşulları sağlamadan, sosyalist demokrasiden söz etmenin de boş laftan ibaret olacağını kabul etmek gerekir. Tek parti yönetimi, kendisinde doğal ifadesini bulan; bölünmemiş [çatlaksız], devrimci bir proleter iradeyi varsayar. Fakat bunun, “proletarya diktatörlüğünü” yaslayacağımız makul bir varsayım olduğunu söyleyemeyiz: her ne şekilde tesis edilmiş olursa olsun, hiçbir toplumda bölünmemiş, tek bir halk iradesi yoktur. Siyasal aracılık sorunu, tam da bu nedenle ortaya çıkmaktadır. Bunun aşılamaz olduğunu düşünmemek gerekir ama çözmek için, bir başlangıç noktası olarak, en azından varlığını kabul etmek şarttır.
Bununla birlikte, parti sorunu, bizi devlet sorununa geri götürür. Lenin, Rusya örneğinde proletarya diktatörlüğünün Komünist Parti dışında mümkün olmadığını söylerken aynı zamanda Parti’nin, kendi iradesini Devlet ve Devrim’de silahlı işçileri temsil ettiği belirtilen kurumlara aşılaması ve bunlar üzerinde egemenliğini tesis etmesi gerektiğini ima etmiştir. 1921’de “yönetici parti olarak, Sovyet ‘yetkileri’ ile partinin ‘yetkilerinin’ birbiri içinde erimesine engel olamayız. Bunlar bizimle kaynaşmıştır ve böyle kalacaktır”26 demiş ve 1923’ün başlarında Pravda’ya yazdığı son makalelerinden birinde, dış politikada “muazzam bir enerji kaynağı” olarak “Sovyet ile parti unsurları arasındaki esnek birli[ğin] (…) bütün devlet aygıtında uygulanması[nın] uygun (hatta [ona göre] daha da yerinde) olaca[ğını]”27 öne sürmüştür. Bu aynı zamanda, eğer parti güçlü olmak zorundaysa, onun yönetim organı işlevini üstlenen devletin de güçlü olması gerektiği anlamını gelir. Hakikaten de Lenin daha Mart 1918’de “şu anda, kesinlikle, devletten yanayız” demiş ve kendi sorduğu “devlet ne zaman son bulmaya başlayacaktır?” sorusuna “‘Bakın, devletimiz nasıl son buluyor’ diyebilmemiz için en azından iki kongre daha yapmamız gerek. Şimdi henüz çok erken. Devletin son bulduğunu önceden ilân etmek, tarihî perspektifi zorlamak olur” yanıtını vermiştir.28
Bu, Devlet ve Devrim’le bir açıdan tamamen tutarlı görünse de, daha önemli bir başka açıdan tutarsızdır. Tutarlı olduğu boyut, Lenin’in her zaman devrimin başarılmasından sonra var olacak güçlü bir iktidar öngörmesidir. Fakat Devlet ve Devrim’deki haliyle bu gücün genel olarak anlaşılan anlamıyla devlet tarafından değil, silahlı işçilerden oluşan bir “devlet” tarafından kullanılmasının öngörülmesi bakımından tutarsızdır. Kesin olan bir şey varsa, Lenin’in devrimden sonra sözünü ettiği devletin, Devlet ve Devrim’i yazarken sözünü ettiği devlet olmadığıdır.
Burada da, tutarsızlığı tamamen, Bolşeviklerin karşılaştığı Rusya’daki özel koşullara mal etmenin yetersiz olduğunu düşünüyorum. Çünkü bana Lenin’in eserinde tarif ettiği türden aracısız halk yönetimi, devrimin gerçekleştiği koşullar ne olursa olsun, aslında uzak bir geleceğe aitmiş gibi geliyor; ki Lenin’in de bizzat ifade ettiği üzere “insanlar toplumsal yaşamın temel koşullarına zor olmaksızın ve bağımlılık olmaksızın uymaya alışacağından [alıştığında], genel olarak bir insanın bir başkasına ve nüfusun bir kesiminin bir başkasına bağımlılığına duyulan gereksinim tümüyle ortadan kalkacaktır.”29 O zamana kadar bir devlet varlığını sürdürecektir ama bu Lenin’in Devlet ve Devrim’de bahsettiği gibi bir devlet olmayacaktır: bahsettiği, tırnak işaretlerinin içine almayacağımız türden bir devlettir.
Lenin’in konuyu en azından Devlet ve Devrim’deki ele alış biçiminde, devletin iki “modeli” mümkün olan en keskin haliyle karşı karşıya getirilir: ya baskıcı, askeri-bürokratik aygıtlarıyla “eski devlet”, yani burjuva devleti vardır; ya da proletarya diktatörlüğünün “geçiş” tipi devleti vardır, ki dediğim gibi, buna neredeyse devlet bile denemez. Ama eğer, benim inandığım gibi, bu ikinci tür “devlet”, devrimin sabahında ve sonrasındaki uzun bir süre boyunca, gerçek yaşamın imkân tanımadığı bir kestirme yolu ifade ediyorsa,30 Lenin’in formülasyonları, sosyalist projenin merkezindeki soruyu cevaplamaktan, yani sosyalist iktidarın uygulanmasına münasip, tırnak işaretsiz devlet türünü karşılamaktan ziyade, bundan kaçınmaya hizmet etmektedir.
1970 ve Ötesinde Devlet ve Devrim
Bu bağlamda, Marx ve Engels’in mirasının Lenin’dekine göre çok daha belirsiz olduğunu söylemek gerek. Her ikisi de hiç kuşkusuz, eski devleti “parçalamayı” proleter devrimin ana görevlerinden biri, hatta başlıca görevi olarak görmüştür ve Marx’ın Komün hakkında “emeğin iktisadi kurtuluşunun gerçekleşmesini sağlayabilecek olan en sonunda keşfedilmiş siyasi biçimdi”31 dediği, tamamen doğrudur. Fakat Marx’ın Komün’den on yıl sonra “[Komün’ün] yalnızca bir kentin istisnai koşullar altında ayaklanması olduğu gerçeği bir yana, Komün’ün çoğunluğunun hiçbir şekilde sosyalist olmadığını ve olamayacağını”32 yazdığını belirtmek de hiç önemsiz değildir. Elbette Marx da hiçbir zaman Komün’ü proletarya diktatörlüğü olarak tanımlamamıştır. Bunu sadece Engels, 1891’de Fransa’da İç Savaş’a yazdığı Önsöz’de yapmıştır:33
Şu söz, sosyal demokrat dar kafalıyı son zamanlarda yine iyileştirici dehşete düşürmüş durumda: proletarya diktatörlüğü. Pekâlâ, beyler, bu diktatörlüğün neye benzediğini bilmek ister misiniz? Paris Komünü’ne bakın. Paris Komünü, proletarya diktatörlüğüydü.
Aynı Engels, aynı yıl Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin Erfurt Programı Taslağının Eleştirisi’nde “kesin olan bir şey varsa, o da, partimizin ve işçi sınıfının iktidara yalnızca demokratik cumhuriyet biçimi altında gelebilecek oluşudur. Dahası, bu, Büyük Fransız Devrimi’nin de göstermiş olduğu üzere, proletarya diktatörlüğünün özgül biçimidir”34 demiştir. Lenin, bunu yorumlarken, “Engels burada, Marx’ın tüm eserlerinin dokusunu ören temel düşünceyi, yani demokratik cumhuriyetin proletarya diktatörlüğüne en yakın geçiş noktası olduğu düşüncesini üstüne basa basa tekrarlıyor”35 der. Fakat “en yakın geçiş noktası, “belirli bir biçim” değildir, ki proletarya diktatörlüğüne en yakın geçiş noktası olarak demokratik cumhuriyet kavramının Marx’ın tüm eserlerinin dokusunu ören temel bir fikir olduğundan da şüphe edilebilir. Ayrıca Engels, Fransa’da İç Savaş’ın Önsöz’ünde devlet için “en iyi durumda, sınıfsal egemenlik mücadelesinde zafer kazanan proletaryaya miras olarak kalan bir kötülüktür ve proletarya, yeni ve özgür toplum koşullarında yetişmiş bir kuşağın, bütün bir devlet hurdasından kurtulabilecek duruma gelmesine kadar, tıpkı Komün’ün yapmak zorunda kaldığı gibi, onun en kötü taraflarını mümkün olan en kısa zamanda budamak zorunda kalacaktır”36 demiştir.
Menşevik lider Julius Martov Bolşevik Devrimi’nden sonra, Kautsky’nin izinden giderek, Engels’in proletarya diktatörlüğünden söz ederken bu kavramı “bir hükümet biçimini belirtmek için değil, Devlet iktidarının toplumsal yapısını nitelemek için” kullandığını yazmıştır.37
Bana kalırsa bu, hem Engels’in hem de Marx’ın yanlış bir okuması. Çünkü ikisi için de proletarya diktatörlüğü yalnızca “Devlet iktidarının toplumsal yapısı” değil, aynı zamanda son derece vurgulu ifadelerle “bir hükümet biçimi” anlamına gelir; nitekim Lenin, Devlet ve Devrim’de “bazı kurumların yerine temelden farklı türdeki başka kurumların koyulması şeklindeki muazzam bir değişimden”38 söz ederken onlara daha yakın bir yerdedir.
Fakat asıl mesele, Marx ve Engels’in Komün hakkında söyledikleri tam manasıyla dikkate alınsa bile, özünde farklı türden olan bu kurumların halledilmesini daha sonraki kuşaklara bırakmış olmalarıdır; ki Devlet ve Devrim’e rağmen Lenin de bunu yapmıştır.
Yine de Lenin’in bunu yapması, eserin önemini azaltmamaktadır. Devlet ve Devrim, çözülmeden bıraktığı tüm sorulara rağmen, üzerinden geçen onca zamanın sadece önemini berraklaştırmaya yaradığı bir mesajı taşımaktadır: Sosyalist proje anti-bürokratiktir ve özünde “uygar toplumun tarihinde ilk kez, yalnızca oylamalara ve seçimlere değil, ama aynı zamanda günlük yönetim işlerine, bağımsız olarak katılma noktasına ulaşacaktır. Sosyalizmde tüm insanlar sırayla yönetecek ve çok geçmeden hiç kimsenin yönetmemesine alışacaklardır.”39 Bu aynı zamanda Marx’ın vizyonudur, ki Devlet ve Devrim’in tarihsel meziyetlerinden biri, bunu yeniden sosyalist gündemde hak ettiği konuma getirmiş olmasıdır. İkinci tarihi başarısı ise, tam da bunun uzakta, parıldayan bir umut olarak kalmasına müsaade edilmemesi gereğinde ısrarıdır; bu vizyonun gerçekleştirilmesi, devrimci teori ve pratiğin acil bir parçası olarak düşünülmelidir.
Bu değerlendirmede, Lenin’in Devlet ve Devrim’de, devletin devrim-sonrası muhtemel durumlarda ne kadar “ortadan kalkabilir” olduğunu fazlasıyla abarttığını öne sürdüm. Ancak bu türden bir abartılı tahminin sosyalist düşünceye dahil edilmesi, son yarım yüzyılda sosyalist deneyimi derinden etkileyen gri ve bürokratik “pratiği” aşmanın önkoşulu olabilir.40
SH’nin notu: Socialist Regisster’da (7. cilt, 1970), Monthly Review dergisinin Lenin’in doğumunun yüzüncü yılına ayrılan sayısı (c. 21, s. 11, 1970) için yazılan makalenin Monthly Review’un izniyle yayımlandığı belirtiliyor.
Notlar
(1) Karl Marx (1871, 2016). Fransa’da İç Savaş. çev. Erkin Özalp. Yordam Kitap. s. 79
(2) Lucio Colletti (1969). “Power and Democracy in Socialist Society”, New Left Review, No: 56, Temmuz-Ağustos 1969, s. 19. Devlet ve Devrim’in başka bir ilginç değerlendirmesi için bkz. L. Magri, “L’Etat et la Revolution Aujourd’hui”, Les Temps Modernes, No: 266-267, Ağustos-Eylül 1968.
(3) V. İ. Lenin (1917, 2016). Devlet ve Devrim. Çev. M. Halim Spatar, Celal Üster. Yordam Kitap. s. 124. Tırnak içindeki alıntılar.
(4) Devlet ve Devrim, s. 128
(5) Devlet ve Devrim, s. 129
(6) Devlet ve Devrim, s. 86
(7) V. İ. Lenin (1918, 1996). Proleter Devrim ve Dönek Kautsky. Çev. Süheyla Kaya, İsmail Yarkın. İnter Yayınları. s. 25
(8) Devlet ve Devrim, s. 147
(9) Devlet ve Devrim, s. 68
(10) Devlet ve Devrim, s. 68-69
(11) Devlet ve Devrim, s. 44
(12) Devlet ve Devrim, s. 74
(13) Devlet ve Devrim, s. 60
(14) Devlet ve Devrim, s. 67
(15) Devlet ve Devrim, s. 65
(16) Devlet ve Devrim, s. 116
(17) Devlet ve Devrim, s. 125
(18) Devlet ve Devrim, s. 147
(19) Devlet ve Devrim, s. 100
(20) Devlet ve Devrim, s. 88
(21) Devlet ve Devrim, s. 41
(22) E. H. Carr (1950, 1989). Sovyet Rusya Tarihi: Bolşevik Devrimi 1917-1923, Cilt 1. Çev. Orhan Suda. Metis Yayınları. s. 214
(23) Robert V. Daniels (1953). “The State and Revolution: A Case Study in the Genesis and Transformation of Communist Ideology”. The American Slavic and East European Review, 12:1. s. 90
(24) Isaac Deutscher (1954). The Prophet Armed. Trotsky: 1879-1921. s. 90. (SH’nin notu: Türkçesi için bkz. Troçki – Silahlı Sosyalist, çev. Rasih Güran, Ağaoğlu Yayınevi, İstanbul, 1969, s. 123: “…partinin yerine kongre, sonra kongrenin yerine Merkez Komitesi, ve en sonunda Merkez Komitesi’nin yerine bir diktatör geçecektir.”)
(25) İleri okuma: Moshe Lewin (1968, 2005). Lenin’s Last Struggle, The University of Michigan Press. [Türkçesi için bkz. Lenin’in Son Kavgası. Yazın Yayıncılık.]
(26) E. H. Carr. Bolşevik Devrimi 1917-1923. s. 208
(27) Bolşevik Devrimi 1917-1923. s. 208
(28) Bolşevik Devrimi 1917-1923. s. 229
(29) Devlet ve Devrim. s. 107
(30) Bunu şu anlamda söylüyorum: devrimin sabahında, mesele genellikle ortadan kalkmış gibi görünür. Asıl sorunlar, ertesi gün patlak vermeye başlar ve daha sonraki gün, ilk ivme ve coşku azalmaya başladığında, kocaman yeni sorunlar ve tehlikelerle yüzleşmek zorunda kalınır.
(31) Fransa’da İç Savaş. s. 87
(32) Karl Marx’tan F. Domela-Niewenhuis’e, 22 Şubat 1881. Karl Marx ve Friedrich Engels (1953). Selected Correspondence. s. 140
(33) Fransa’da İç Savaş. s. 27
(34) Devlet ve Devrim. s. 94
(35) Devlet ve Devrim. s. 94
(36) Devlet ve Devrim. s. 104
(37) Julius Martov (1938). The State and the Socialist Revolution. s. 41
(38) Devlet ve Devrim. s. 60
(39) Devlet ve Devrim. s. 149
(40) Alt başlıklar Türkçeye çeviri esnasında, dijital mecradaki okuma deneyimini geliştirmek maksadıyla eklenmiştir. Türkçe külliyatın taranabilmesi maksadıyla, daha önce Türkçeye çevrilmiş eserlerde bulunan alıntılar, çeviri metinlerden aktartılmış; dil ve anlatım bakımından düzeltmeler köşeli parantezlerle belirtilmiştir. -çn.