Başlangıçta “bu süreç başka süreç” havaları estirilmişti ama, bir öncekinin elemanlarına gitgide daha çok ihtiyaç duyulduğu anlaşılıyor. DEM Parti’nin ziyaretinde 2013-15 Çözüm Süreci’nin başlıca simalardan biri olan Efkan Ala boy göstermişti. 14 Ocak Salı günü akşamı da Mehmet Akif Ersoy’un Haber Türk programında, önceki süreçte devleti temsil etmiş simalardan biri daha çıktı karşımıza: Dönemin Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan! Bu kimseler süreçle birlikte buzdolabına kaldırılıp şimdi yeniden çıkarılmış gibiler, Dolmabahçe, yeniden! Ne diyelim? Deneyim deneyimdir.
Akdoğan, Mehmet Akif Ersoy’un ara başlık niteliğindeki –belki de önceden az çok belli olan- sorularını yanıtladı ama, gazeteci sorusu niteliğindeki ara soruları işitmezden gelmekte kararlı olduğunu gösterdi. Şahsiyet sahipliğini üstlenmek istediği belliyse de, biatın anayolundan ayrılmış görünmemeye de dikkat ediyordu. Süreçle ilgili ayrıntı taleplerine geniş bir gülümsemeyle susarak karşılık verdiği anlarda epey bir devlet sırrının da sahibiymiş izlenimini yaratmaktan memnun görünüyordu.
Belli ki Akdoğan, Arınç’ın supaplık işlevine talip değil. “Yüksek İstişare Kurulu”ndan çok, yüksek yetkili aktif görevlere talip, eğer talipse: Bir ara, söz arasında, mevcut durum için “kuvvetler ayrılığı var” bile dedi, umarım fiilî durumu değil, yürürlükteki anayasal hükümleri kastetmiştir.
Aktif görev adaylığını aşikâr ettiği en belirgin sözü ise, Erdoğan’ın bir dönem daha aday olmasına ilişkin soruya verdiği yanıttı: İç ve dış durumun zorlukları, lider gerektiriyordu Akdoğan’a göre. Ve lider Erdoğan’dı, başka lider yok!
Pardon, vardı aslında bir lider daha: Öcalan’ın etki gücüne ilişkin o çok sorulan soruya verdiği yanıttan belliydi ki Akdoğan, açıkça söylemese bile “İmralı”ya da yeterli liderliği ve etki gücünü atfediyordu. Mehmet Akif, daha birkaç yıl önce o etki gücünün yeterli olmadığını, Erdoğan’ın da tek başına iktidar olma gücünü çoktan kaybettiğini hatırlatmadı artık; eldeki sınırları şöyle bir mırıldansa da, fazla zorlamamak ister gibiydi o da…
* * *
Öte yandan, “barış” sözcüğüne devlette ve hınk deyicilerinde görülen geleneksel alerji (“savaş mı var ki barış diyelim”) kısmen varlığını sürdürürken bir yandan da Bahçeli’yi şerh etmek ihtiyacı doğduğundan olmalı, yeni bir girişimle, bu her anlamıyla yaşamsal sözcüğe eskilerin “mütareke” dediğine benzer dar bir anlam yüklemeye başlayanlar var.
Devletin “barış” alerjisi hiç yeni değil tabii. Cumhuriyetimizin tarihini bu açıdan ikiye ayırabiliriz: 1) 1923-1990 dönemi; 2) 1990’dan bugüne kadar olan dönem.
İlk dönemdeki alerji Sovyet korkusundan kaynaklanıyordu. Sovyetler’in bir numaralı şiarı, özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, net bir biçimde “barış” olmuştur. Onlar da saldırıya uğrayan çoğu eski emperyal gibi kendi çeperlerinde bir tür güvenlik kuşağı oluşturma stratejisi güttüler ve kötü ünlü Duvar’ın 1990’larda başlayan yıkılışına kadar söylemlerinden “barış” sözünü eksik etmediler.
Sovyetler’in bu politikası, kendilerine yönelik saldırıları önleyebilirlerse sosyalizmin iktisadi, sosyal ve teknik açılardan kapitalist sistemi mutlaka yeneceği inancına dayanıyordu. Nâzım’ın hayatında da yeri olan Dünya Barış Konseyi 1949 yılında bu çerçevede kurulmuştu…
Bizim ülkemizde “barış” alerjisi ikinci olarak, sosyalist sistemin yıkılışından sonra bu kez sürmekte olan Kürt silahlı hareketi dolayısıyla canlandı ve farklı görünümler edinerek bugün de devam ediyor. “Barış” sözcüğünün “savaş” anlamına geldiği şeklindeki bu mantıksız ısrarın nedeni pek ender anlarda dile getiriliyor.
Bu ender anlarda bir yetkili, argümanın zayıflığını fark edip açıklama gereğini duyduğundan olmalı, şu tür sözler edebiliyor: “‘Barış’ ancak ‘savaş’ın var olduğu koşullarda gündeme gelebilir. Savaşın varlığını kabul ettiğinizde ise, yapıp ettikleriniz savaş hukukuna tabi olur, o hukuka göre yargılanmanızın yolu açılır.”
Demektir ki devletlerin hukuk dışı iş görme eğilimi iç politikayla sınırlı değil!
Oysa biz normal yurttaşlarda “barış” alerjisi olmaz, çünkü bizlerin zihninde bu sözcüğün tek çağrışımı “savaş” değildir. Hatta ilk çağrışımı da değildir savaş. Türkçede olağan koşullarda “barış” diyen, “ve huzur” diye devam eder, denemesi bedava.
“Peace” diyen İngilizce konuşuru da, “and quite” diye ekler. Devletlerin, daha çok da güvenlikçilerin ilk ve tek çağrışımı “savaş” oluyorsa, bunu bir tür meslek hastalığı saymalıyız.
Türkçede “barış” kavramı, “huzur”un yanı sıra, duruma göre küslük başta olmak üzere, kavga, kan davası ve çatışma gibi çeşitli durumları akla getirir. Barış sözcüğünün kökeninde, bu gibi koşulları alt etmek için birbirine varmak anlamı yatar.
Dolayısıyla, yetkililerin Devletler Hukuku bilgilerini güncellemeleri ve Barış Hakkı’nı inkârdan vazgeçmeleri gerekiyor. Miloseviç, Netanyahu ve benzerleri hem lânetlidirler, hem de savaş suçlusu.
Her barışın iyi olmadığını söyleyen de çıkıyor arada bir, Sevr Antlaşması’nı hatırlatarak. Eh, halk olarak bizim de elimiz armut toplamıyor herhalde, barışı gerçek kılmanın yoluna bakarız herhalde. Barış ve demokrasi hiç kimseye doğuştan verilmiyor, uğruna bütün kıtalarda mücadele lazım, Avrupa dahil.
Bunun bir adımı da yenilgici duygulardan arınmak olmalı. En parlak analiz yazılarında bile rastlanabilen yenilgiciliğin kendisi de analize ihtiyaç göstermiyor mu? Hatta belki en çok onlar?