Son dönemde, Türkiye’ de, işgal hareketlerinin politik ve akademik alanda sıklıkla gündeme geldiği görülüyor. İşgal hareketlerinin sıklıkla gündeme gelmesi, işgal hareketleriyle sıklıkla karşılaşıyor olmamızla ilgili. Ev işgalleri, toprak işgalleri, fabrika işgalleri ve daha birçok işgal deneyimi daha çok dikkat çekiyor; çünkü işgal deneyimleri artık görebildiğimiz, hatta görmekle kalmayıp bizzat öznesi olabildiğimiz yakınlıkta. Bu konuda Gezi Direnişi’nin bir milat olduğunu belirtmek gerek. Zaten Gezi Direnişi’nin kendisi de hükümetin ve sermayenin işgali karşısında bir “karşı-işgal” olarak patlak vermişti. Doğanın, kentin ve insanın metalaştırılmasını kapsayan ve farklı yaşam tarzlarına tahammül edemeyen bir büyük işgale/işgalciye karşı doğa ile insanın uyumuna, doğa ile insanın uyumunu sağlayacak başka bir kent tahayyülüne, ortak olana, kamusala, müştereklere, farklı yaşam tarzlarına ve kimliklerin zenginliğine sahip çıkmak anlamında bir “karşı-işgal”. Bir meydan işgali, bir park işgali, bir alan işgali. Gezi Parkı’ nda olan bir işgaldi ve sonrasında da birçok işgali cesaretlendirdi. Parklardaki forumlar, Yeryüzü Sofraları, Kadıköy’ de, Beşiktaş’ ta ve Ankara’ da –kimisi ‘sosyal merkez’ kimisi ‘mahalle evi’ olarak da adlandırılan- işgal evleri, kent bostanları, kent bahçeleri, Moda Tarihi Ali Rıza Paşa Karakolu’ nun işgali, Diyarbakır’ da Hevsel Bahçeleri’ nde kurulan çadırlar, Kazova işçilerinin özyönetimi ve diğerleri hep Gezi Direnişi’ nin cesaretlendirdiği işgaller oldu.
Türkiye’ de, Gezi Parkı’ nın ve sonrasında girişilen işgallerin asıl tetikleyicisinin, bir süredir dünyanın birçok yerinde yaşanan benzer direnişler ve işgaller olduğu açıktır. “Arap Baharı” denilen süreçte Tahrir Meydanı, ABD’ de Occupy (İşgal Et) Hareketi’ nde Zuccotti Park, İspanya’ da Podemos (Öfkeliler) Hareketi’ nin doldurduğu Puerta del Sol Meydanı, İsrail’ de çadır eyleminde Habima Meydanı, Yunanistan’ da bir süre önce Alexis Grigoropoulos’ un polis tarafından öldürülmesinde ve uzun süredir ekonomik krizde hiç boş kalmayan Sintagma Meydanı aynı sürecin farklı uğraklarıdır. Bütün bunların zincirleme bir etki yarattığı açıktır. “Gezi” de aslında bu zincirin bir halkasıdır ki kendisi de dünyanın farklı yerlerindeki direnişleri etkilemiştir. Bütün bu ayaklanmalar, çok çeşitli eylem biçimlerini içerirken işgalleri de içermekte ki çoğu zaman zaten bir işgal hareketi olarak başlamaktadır. Hemen hatırlatalım; Gezi Direnişi başlamadan aşağı yukarı bir buçuk yıl önce, Boğaziçi Üniversitesi’ ndeki öğrenciler, Starbucks’ ın işgali ile bunun ilk sinyallerini vermişlerdi. Bir süre sonra Gezi Parkı’ nda bir kentin merkezi, ardından birçok kentin merkezi, devletten ve sermayeden görece bağımsız bir alana, kamusal bir alana dönüştürüldü.
Burada bir parantez açmak ve Türkiye’ de işgal hareketleri için Gezi Direnişi’ nin bir milat olduğunu ama bir başlangıç olmadığını belirtmek gerek. Milat olması, Türkiye’ de daha önce bu kapsamda büyük bir işgal hareketinin yaşanmamış olmasıyla ilgilidir. Türkiye’ nin hemen her yerinde, hükümetin dayattığı politikalara karşı harekete geçen milyonlarca insan, sokakları, alanları, meydanları, parkları işgal etmiş, günlerce, haftalarca buraları terk etmemişlerdir. Üstelik işgal ettikleri alanlarda, mikro ölçekli ve kısa süreli de olsa mekanın, zamanın, işlerin yönetiminde kolektif hareket, ortak yarar, katılım ve doğrudan demokrasi ilkeleri hayata geçirilmiştir. Yine bu süreçte, Türkiye’ de daha önce görülmemiş olan, daha çok Avrupa’ da görülen, özellikle de “politik” bir bakış açısıyla gerçekleştirilen “ev işgalleri” ilk kez görülmüştür. Bu bağlamda, Gezi Parkı’ nın, Taksim Meydanı’ nın ve diğer kentlerdeki alanların işgali; toplumun sayıca büyük bir kesimini kapsaması, daha önce görülmemiş ‘ev işgalleri’ gibi işgal türlerinin de görülmesi ve ölçek/süre açısından mikro da olsa bir “özyönetim” uygulamasının söz konusu olması bakımından ayırt edici niteliklere sahiptir. Bu ayırt edici nitelikler saklı kalmak koşuluyla, Türkiye’ de işgal eylemlerinin yeni olmadığı, geçmişte farklı türlerde olmak üzere bir toplumsal eylem biçimi olarak işgalin birçok örneği bulunduğunun altı çizilmelidir.[1]
Bütün bu işgal eylemleri, temelde devletin uyguladığı politikalara ve sermayenin izlediği stratejilere karşı toplumun ezilen, sömürülen ve dışlanan kesimlerinin bir yanıtı niteliğindedir. Her bir işgal eylemi, kimi zaman sadece kendi alanındaki metalaştırılmaya, kimi zaman daha genel olarak metalaştırılmaya bir direniştir. Ev, bina, arsa, arazi işgalleri temelde barınma sorununa karşı; park, meydan, yol işgalleri kent mekanının ranta, sermaye birikim sürecine açılmasına karşı; üniversite işgalleri eğitimin metalaştırılmasına karşı; toprak işgalleri tarım arazilerinin büyük kapitalist çiftliklere tahsis edilmesi, köylülerin (ve insanlığın) bu çiftliklere bağımlı hale getirilmesi ve mülksüzleştirilmelerine karşı; fabrika işgalleri düşük ücretlere, olumsuz çalışma koşullarına, özelleştirmelere, işsizliğe ve/veya artı-değere kapitalist tarafından el konulmasına karşı ya da daha kombine bir çıkışla bunlardan birkaçına ya da bir bütün halinde politik/ekonomik sisteme karşı bir itiraz, bir başkaldırıdır. Yine internetin de kamusal bir alan, bir topluluklar mekanı olduğundan hareketle, “hacktivizm” olarak adlandırılan hareketlerin “internet özgürlüğü” talebiyle devlet kurumlarına ve şirketlere ait siteleri hacklemesi, bir anlamda işgal eylemi olarak değerlendirilebilir. İnternetin, bilginin, devletin denetimine ve şirketlerin ticari faaliyetlerine endekslenmesine karşı, internetin, bilginin müşterekliğini savunmak anlamında bir işgal eylemi. Bütün bu işgal eylemlerinin çıkış noktası aynıdır. Ekonomik hedefleriyle, politik işleyişiyle, inşa ettiği sosyal yapısıyla, kültürel kodlarıyla, ideolojik hegemonyasıyla kapitalist taarruz karşısında nefes alabilecek uğraklar yaratabilmek, mümkünse bu taarruza dur diyebilmektir. İşgal eylemlerinin çıkış noktası “değişim değeri” karşısında “kullanım değeri”ni savunmaktır.
İşgal, gitgide daha çok dikkat çeken bir eylem biçimi olarak karşımıza çıkıyor. Temelde “yasadışı” olarak tanımlanan bu eylem biçiminin öne çıkması, aslında ezilen, sömürülen ve dışlanan kesimlerin taleplerinin mevcut ekonomik/politik sistemde karşılık bulamıyor olmasıyla ilgili. Mevcut ekonomik/politik sistemin en belirleyici özelliği, devletlerden ve şirketlerden oluşan bir hegemonya altında, insanlığı ilgilendiren en önemli kararların yukarıdan aşağıya tamamen antidemokratik bir biçimde alınıyor olmasıdır. Doğaya, kente, toplumlara, insanlara ilişkin kararlar, bu kararların etkilerine maruz kalacak özneleri içermeden alınıyor ve hukuk da buna göre dizayn ediliyor veya işletiliyor. Örneğin barınma sorunu var ama bu sorunu yaşayanlar kaderleriyle baş başa bırakılıyor. Hatta “kentsel dönüşüm” adı altında gerçekleştirilen mutenalaştırma toplumun alt sınıflarını daha da alta doğru itiyor. Örneğin baraj, maden, santral yapımı gibi gerekçelerle yerlerinden edilen köylüler ya ucuz emek gücü olarak buralarda çalışmaları ya da yerlerini yurtlarını bırakıp kentlere göç etmeleri gibi iki seçenekle karşı karşıya bırakılıyor. Örneğin ekonomik krizi gerekçe göstererek bir işveren işyerini kapatıyor ve işçiler işsizlikle baş başa kalıyor. Üstelik bütün bu mutenalaştırmalar, barajlar, madenler, santraller, yerinden yurdundan etmeler, işyeri kapatmalar sonucu işsiz bırakmalar da mevcut hukuk düzeni içerisinde “yasal” olarak gerçekleştiriliyor. İşte böyle bir durumda, kendileri dışında alınan kararların etkilerine maruz kalanlar, bu kararlara etki edecek herhangi bir mekanizmaya da sahip değillerse -ki çoğu durumda değiller- yasallık-yasadışılık sınırlarını dikkate almayarak işgal eylemine girişebiliyorlar.
Sonuç olarak işgal hareketleri; neoliberal ekonomi politikalarına, devletlerin sermaye birikim sürecine hizmet eden rolüne ve bunu gerçekleştirmek için ister hukuk ister şiddet yoluyla olsun toplumun ezilen, sömürülen ve dışlanan kesimleri üzerinde kurduğu baskıya, doğanın, kentlerin, bilginin, insanlığın her türden birikiminin yağmalanmasına, ister Taylorist/Fordist ister “esnek” olsun kapitalist üretim düzenine, yabancılaş(tır)maya, çaresizliğe bir itiraz, bir isyandır; devlet mülkiyeti ya da özel mülkiyete karşı kamusala sahip çıkmaktır; değişim değerine karşı kullanım değerini savunmaktır; yani sistemin çok yönlü işgaline karşı bir karşı-işgaldir.
[1] Türkiye’ de; meydan işgalleri, üniversite işgalleri, yol işgalleri, toprak işgalleri, arsa arazi işgalleri, fabrika işgalleri gibi birçok işgal türü deneyimlenmiş ve hala da deneyimlenmeye devam etmektedir. 15-16 Haziran 1970, 1 Mayıs 1977, 2009-2010 Tekel işçilerinin eylemi, 1989 Bahar Eylemleri gibi eylemlerdeki işgaller, 1968 İstanbul Üniversitesi işgali, 1969 ODTÜ işgali, 1960’ larda Ege bölgesinde köylülerin toprak işgalleri, 1969’ da Alpagut, 70’ lerin sonunda Yeni Çeltek, 1980’ de Tariş, 2005’ te SEKA, 2013 Kazova, 2014 Greif işgali gibi fabrika işgalleri bunlardan bazılarıdır. Ayrıca Türkiye’ de gecekonduların da işgal edilmiş arsa ve araziler üzerine yapıldığı bilinmektedir. Her ne kadar “politik” gerekçelerle değil barınma sorununa bir çözüm için girişilmiş olsalar da bunlar da bir işgal hareketidir. Son dönemde bu deneyimlere işgal evleri de eklenmiştir: Kadıköy’ deki Yeldeğirmeni Don Kişot İşgal Evi/Sosyal Merkezi, Caferağa İşgal Evi/Mahalleevi (kapatıldı), Gregor Samsa İşgal Evi, Atopya İşgal Evi (kapatıldı), Berkin Elvan İşgal Evi/Öğrenci Evi (kapatıldı). Yine kentin belirli arsalarının ve arazilerinin kent bahçelerine veya kent bostanlarına dönüştürülmesi de kentin betonlaştırılmasına karşı müşterek olanı savunmak anlamında bir işgal pratiğidir. Kuzguncuk’ ta, Moda’ da, Üsküdar’ da ve başka kentlerde kent bostanlarının, kent bahçelerinin örnekleri vardır.