Kenan KALYON (Röportaj) – Cumhuriyet’e başından itibaren içkin olan bu çatışma şimdi alabildiğine keskinleşmiş durumda. Türkiye’de şu anda mücadele faşizm yahut demokratik Cumhuriyet almaşıkları etrafında dönüyor. Saflar giderek daha belirgin biçimde buna göre diziliyor.
Hikmet Sarıoğlu’nun Siyaset Dergisi’nin Aralık-Ocak 2016 sayısında Kenan Kalyon’la yapmış olduğu röportajın bir bölümünü Cumhuriyet’in ilanının 97’inci yılı vesilesiyle tekrar yayımlıyoruz. SiyasiHaber
TC’nin kuruluşunda tek ulus-tek devlet, yeni kurulan devletin kendi iktidarını halklarla paylaşmama isteği, laiklik önemli esaslar. Yüzünü Ortadoğu’ya değil Batı’ya dönmek istediğini gösteren; kapitalizmin devlet eliyle inşası veya harf, kılık kıyafet ve şapka devrimi vs. gibi üstten kurulan despotik uygulamalar. Cumhuriyet’in kuruluşu ve inşası dönemini değerlendirir misiniz?
Kenan Kalyon: Zor, çetrefil, etrafında muazzam bir külliyat oluşmuş, bir tarihsel değerlendirmeden öte, Türkiye’nin bugününe ve geleceğine ilişkin ima ve uzantıları bulanan, artgörünümlü bir tarih okumasından çok, bugünü tarihsel bir ışık altında görmeye davet eden bir soru. Gerekçelerini çok açmadan “kestirme” sayılabilecek yanıtlarımı, anlaşılır olması bakımından maddeleştirerek vereyim:
1) Cumhuriyet; Türkiye’de burjuva toplumunun ve kapitalizmin soysal, siyasal, kültürel ve iktisadi bakımdan önünü açan, bunun karşısındaki engelleri nispeten “radikal” ve Osmanlı’nın son iki yüz yılının kaplumbağa hızına göre çabuk sayılabilecek bir yolla gideren bir “devrim”dir. Demokratik olmayan bir devrim ve dolayısıyla demokratik olmayan bir Cumhuriyet. Esası itibarıyla “yukarıdan” ve halksız bir devrim. Modern Türkiye tarihini ceberrut asker-sivil elit ve onun boğduğu rüşeym halindeki “sivil toplum” veya tarihsel ilerlemenin taşıyıcısı aydınlanmış asker-sivil zümre ve geleneğin tutsağı “cahil” halk çatışkısına göre yorumlamaya çalışanların hilafına, halk bir demokratik devrime hazır olmadığı için değil, onun katılımından ve tarihsel girişkenliğinden duyulan ürküntü, sakınganlık ve tedbiri elden bırakmayan baskıcılık geç burjuva devrimlerinde çok temel bir belirleyen olduğu için büyük ölçüde “halksız” bir yukarıdan devrim.
2) Cumhuriyet, eski düzenden bir “kopuş”tu. Ama bu kopuş gökten zembille inmediği gibi, M. Kemal’in dehasının ürünü de değil. O, ancak Batı karşısında gerileyen Osmanlı’nın geçirdiği en az iki yüz yıllık tedrici, ürkek ve kısmi burjuva dönüşümlerin ve özellikle de bu güzergâhta başlı başına bir sıçrama uğrağı olan 1908 Jön Türk Devrimi’nin sağladığı birikim ve süreklilik içinde yerli yerine oturtulabilir.
3) Cumhuriyet; bir açıdan 1908’in yarım bıraktıklarının tamamlanmasıdır. Dolayısıyla ondan ileridir. Ama başka bir açıdan, artık başkalaşmış ve daralmış bir mekan ve toplumsal zeminde gerçekleştiği için, 1908’in bir gelecek ufku ve menzili bakımından içinde barındırdığı daha demokratik, daha halkçı ve çok milliyetli olumsallık ve olasılıkların da elenmesidir. Bu açıdan 1908’e göre, özellikle aşağıdan dinamikler, “halk” katılımı ve işçi sınıfının tarih sahnesine çıkış denemeleri yönünden daha “yoksul” ve geridir. Simgesel ve mecazi bir dille konuşursak, her şeyden önce Ermenisiz ve Rumsuzdur. 1908’de burjuva devrimci hareketin mayalanma ve kaynaşma üssü olan Selanik gibi bir merkezden ve onun hinterlandı Balkanlar’dan yoksundur. Kıyaslarsak, Rusya, 1905’ten 1917’ye yoksullaşmadı; ama biz Lenin’in de ilgi alanında olan 1908’i takiben ve Cumhuriyet’e giderken düpedüz yoksullaştık.
4) Cumhuriyet; “halksız” olduğu, köylü nüfusun desteğini arkalamadığı, köylülüğe jandarma ve tahsildar zulmünü dayattığı, eski düzenin “altyapısal” tasfiyesini, onu geleneksel temsilcileri ile uzlaşarak, onları “junker” tarzda dönüştürerek zamana yayma yolunu seçtiği, işçi hareketi ve komünizm düşmanlığını adeta genetik bir refleks haline getirdiği için, yeni düzeni geri dönüşsüz bir biçimde yerleştirecek kopuşçu radikalliğini esas olarak “üstyapısal” reformlar -harf devrimi, kılık kıyafet devrimi veya gündelik yaşamın pek çok alanına öykünmeci bir biçimde zerk edilmeye çalışılan simgesel Batılılaşma pratikleri- alanında sergiledi. Türk devrimi, modernleşme süreçleri ile Batılılaşma arasında kurulan son derece yüksek ve neredeyse kıblevari eşleştirme ve özdeşlik bakımından, gerçekten de ender, “özgün” ve neredeyse biriciktir.
5) Bunun hem bir bütün olarak Türkiye toplumu, hem de Türkiye solu ve sağı bakımından etki ve sonuçları oldukça semptomatiktir. Düşünsenize, toplum bir anda eski alfabenin ve yeni alfabenin okur-yazarları diye ikiye bölünüyor. Yeni alfabenin okur-yazarları toplumlarının tarihsel ve toplumsal belleği ve mirasıyla ilişkilenemeyen bir başlangıca mecbur ediliyor.
6) Cumhuriyet; özellikle de oturma sürecindeki Cumhuriyet, kapitalizmin birleşik ve eşitsiz gelişme yasasının hükmü altında biçimlenmiştir. Bu nedenle ekonomide, siyasette, ulus inşa etme pratiklerinde ve üstyapısal dönüşümlerde farklı “güncel” uyarlama ve eklemlemeler yapabildi. Örneğin, laiklik bahsinde Fransız örneğine yakın dururken, ulus inşasında Alman modelinin izinden yürüdü. Yine örneğin, bir yandan Batı’da yükselen faşizmin bazı özelliklerini içselleştirirken ve giderek proto-faşist bir yapıya bürünürken; öte yandan zayıf özel sermaye birikimi ve dünya buhranı koşullarında Sovyet planlamacılığına öykünebildi. Cılız bir ticari ve özellikle sınai sermaye temerküzüne karşın gelişkin bir bankacılık sistemini; “ta başından finans-kapital vardı” tezine cevaz verecek biçimde var edebildi.
7) Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet; yarı-sömürge konumunda ve sömürgeleştirilme tehdidi altındaki bir ülkeyi siyasal bağımsızlığa kavuşturdu. Sadece bu anlamda ve bu sınırlılık içinde “anti-emperyalist”ti.
8) Cumhuriyet; “gerici” diyebileceğimiz bir ulusçuluğun damgasını derinlemesine yedi. Bu bir etnisiteye, bir dine, bir dile ve tarih içinde saklı olduğu iddia edilen muhayyel bir öze ve kökene gönderme yapan, arındırmacı ve asimilasyoncu bir ulusçuluktur. Öyle ki, ülkedeki Hıristiyan Türkler dahi bu ulustan dışlanmış ve mübadeleyle sürülmüşlerdir. Açılışını İttihatçılar’ın yaptığı bu son derece kanlı ve kıyıcı ulusçuluğun çok ağır bir faturası oldu ve bu fatura durmaksızın kabarmaya devam ediyor. Sonuçta, bütün bunların bir bileşkesi olarak ortaya aşırı merkeziyetçi, bürokratik, militarist, tekçi, buyurgan, despotik ve sürekli “iç düşman” üreten bir devlet erki çıktı.
Cumhuriyet sorunu bağlamında güncel duruma ve tartışmalara gelirsek…
Evet, halen sürüp gitmekte olan en hararetli tartışma, Cumhuriyet’in “ilerici” niteliği ve “kazanımları”, “Türk aydınlanması” vb. etrafında dönen tartışmadır. Yukarıda söylenenler Cumhuriyet’e toptan, ebedi ve tarih dışı bir ilericilik atfedilemeyeceği; ilericilik-gericilik bakımından onun daha baştan çelişik bir tabiatının bulunduğu ve oturma sürecinde kantarın topuzunun büsbütün kaydığı anlamına gelir. Sol, Kemalist ve ulusalcı saflarda henüz restorasyona uğramamış Cumhuriyet hakkındaki değerlendirmelerin önemlice bir bölümü gizemleştiricidir. Adeta bir “altın çağ”dan söz edilircesine, bu dönem yüceltilir. Bürokrasinin belirli sınıfsal dengeler üzerinde sahip olduğu göreli özerkliğe, ki bir zamanların Prusya sultası altındaki Almanya’sında da vardı, Türk devriminin burjuva mahiyetini karartan olmadık anlamlar yüklenir. Bu yaklaşımlara itibar etmek için hiçbir sebep yok.
Ama şöyle bir sorudan kaçılamaz: Cumhuriyet’in geliştirilmesi, kasten korunması demiyorum, gereken kazanımları yok mu? Yukarıdan bir devrim olsa bile, Cumhuriyet’in kazanımlarının olmaması düşünülemez. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” düsturu, dünyevi ama boğucu bir “Leviathan” ile sonuçlansa bile egemenliğin her türlü kutsi ve göksel gönderme ve haklılaştırmadan yoksun bırakılması, hilafetin ilgası, ulemanın Osmanlı iktidar yapısı içindeki ağırlığına son verilmesi, laiklik, Tevhid-i Tedrisat, kadın hakları, pozitivist bir tıkızlıkla da olsa bilimin “mürşit” konumuna yükseltilmesi vb. bunlar ilk akla gelenler. Daha sayılabilir… Ama bütün bunlar, asıl meseleyi, yani Cumhuriyet’in ana karakteri itibarıyla başından beri despotik bir Cumhuriyet olduğu gerçeğini gözardı etmeyi, değişen bağlamlarda akutlaşan yeni tehditler karşısında nafile sığınaklar aramayı gerektirmez. Hakeza, burjuva aydınlanmasına sığınmak da öyle. Türk aydınlanmasının, Fransız aydınlanmasının karikatürü dahi olamaması bir yana, sosyalizmin aydınlanması burjuva aydınlanmasının doğrusal bir uzantısı ve açımlanması olarak görülemez.
Öte yandan, ileri iteklenmeyen ve derinleşmeyen her devrim, önünde sonunda restorasyon süreçlerine maruz kalır. Restorasyonlar, asla eski sosyo-ekonomik düzene veya rejime basit bir geri dönüş anlamına gelmeseler de, yeni düzen ve rejim kendisinden emin hale geldikçe devrimin “sivrilik” ve “aşırılık”larının törpülenmesi işlevi görürler. Bu, neredeyse yaşanmış devrimlerin kanunu. Thermidorsuz devrim yok gibi. Mao’nun çare diye devreye soktuğu “Kültür Devrimi”nin dahi sahici bir çare olmadığı açığa çıktı.
Kendisine göre kopuşçu bir radikalliği olan Cumhuriyet de doğası gereği restorasyon süreçlerinden muaf olamazdı. Bugün restorasyon ötesi bir durumla, “yüzyıllık parantezi kapamak” diye ifade edilen; bir bakıma rövanşçı ve köklü bir rejim değişikliği hamlesiyle yüz yüze olduğumuz söylenebilir. Doğrudur da. Ama tekçi, bürokratik, militarist, anti-komünist, belirli boyutlarıyla proto-faşist ve gerici ulusçuluğu esas alan yapısı dolayısıyla bu eğilim başından itibaren Cumhuriyet’e içkindi. Cumhuriyet, onu demokratik bir Cumhuriyet doğrultusunda evriltmek isteyen güçlerin basıncı ve direnişiyle karşılaştıkça, bu eğilimin sübaplarını açmış ve restorasyonlara adeta davetiye çıkarmıştır. Günümüzde sözüm ona kimi Cumhuriyet savunucularının düpedüz faşizmin değirmenine su taşıyor olması, bu bakımdan son derece öğreticidir.
Cumhuriyet’e başından itibaren içkin olan bu çatışma şimdi alabildiğine keskinleşmiş durumda. Türkiye’de şu anda mücadele faşizm yahut demokratik Cumhuriyet almaşıkları etrafında dönüyor. Saflar giderek daha belirgin biçimde buna göre diziliyor.
Demokratik Cumhuriyet, solda ve hatta sosyalist solda hâlâ yeterince anlaşılmayan ve takdir edilemeyen bir sorunsaldır. Mesele bazılarının, “Cumhuriyetle demokrasiyi” kavlince buluşturma basitliğinde değil. Özetin özeti: Demokratik Cumhuriyet ulusun bir din, dil veya etnisite ile tanımlanmadığı, devletin bütün din ve inançlar karşısında nötr olduğu, daha açık ifadeyle devletin dininin ve milliyetinin olmadığı, en geniş yerel özerkliğe dayalı, bütün özerk yerel birimlerin ayrılma hakkının mahfuz olduğu, bu özelliklerinin yanı sıra bürokratik, militarist, hantal ve dolayısıyla “pahalı” olmayan bir Cumhuriyettir. Böyle bir Cumhuriyet, bir burjuva Cumhuriyet de bir halk ve işçi Cumhuriyet’i de olabilir. Daha ötesi, siyasal biçim olarak böyle bir Cumhuriyet’i esas almıyorsa, her işçi iktidarı, tarihsel örneklerin de gösterdiği gibi bozuma uğramaya ve “proletarya diktatörlüğü”nün çarpıtılmış ifadesi olan politik bir diktatörlüğün çeşitli versiyonlarına dönüşmeye mahkumdur.