Ulaşcan Kurt yazdı: ”Cebeci Kampüsü, politik bir mekan olarak içerisindeki bütün unsurlarıyla birlikte tahrip edilmiş oldu. ‘Silahlı haydutun araştırma görevlisi olma hikayesi’ bu durumu en güzel anlatan sembollerden biridir.”
Ankara Üniversitesi Cebeci Kampüsü, silah doğrulttuğu SBF’ye öğretim görevlisi olarak alınan Murat Anıl Varol ile 19 Mayıs 2016 günü Hukuk Fakültesi kantininde alenen iki öğrenciyi palalar ve silahlarla öldürmeye teşebbüs eden ancak bu eylemlerinden dolayı yalnızca 2 yıl ceza alan dört tane ülkücü dolayısıyla yeniden gündeme geldi.
Peki, Cebeci’de önümüzdeki 3-4 sene içerisinde yaşananlar yalnızca bu iki olaydan mı ibaret? Kuşkusuz hayır.
Cebeci’de bu süreç içerisinde yaşananlar, planlı ve sistemli bir saldırının yalnızca birer parçası.
AKP/Saray iktidarının, ibresini bir faşist diktatörlük inşa etmeye kaydırdığı dakikadan itibaren saldırı odaklarından birisi, hem eleştirel-özgürlükçü özü hem de karşı hegemonya üretme potansiyeli dolayısıyla üniversiteler oldu. RTE’nin de hayıflandığı üzere siyasal iktidar olunmuş ancak kültürel ve sosyal iktidar bir türlü olunamamıştı. Bunda üniversitelerin payı büyüktü kuşkusuz.
Hedef belirlenmiş, kafalar berraklaşmıştı artık. Hemen bu deneyin test edileceği uygulama alanları aranmaya başlandı. Bu alanlar öyle yerler olmalıydı ki hem tarihsel hem de güncel olarak büyük birer tehdit olmalıydılar. Ülkedeki üniversitelerin birçoğu daha öncesinde zaten niteliksizleştirilmiş ve Saray’a biat eder konuma getirilmişti. O halde elde pek fazla seçenek yoktu. Cebeci, Beyazıt ve ODTÜ çok uzaklardan bile
Siyasal İslam’ın gözlerini kamaştırıyordu. Tehlikelilerdi. Evet, yok edilmeliydiler; tüm değerleriyle.
Taarruzun en yoğun yaşandığı yer Cebeci oldu. Ankara Üniversitesi’nin Hukuk, Siyasal, İletişim ve Eğitim Fakültelerini barındıran bu ‘küçük ama Bolşevik’ alan, bambaşka bir tarihsel dönemeci temsil ediyordu. 68 öğrenci hareketinin en nitelikli önderleri bu küçük alandan çıkmıştı.
Cebeci, o tarihten itibaren solun kalesi olageldi. Geçmişten günümüze ülke politikasını belirleme yetisi olan ve düşmanlarının sürekli olarak fethetmeye kalkıştığı küçük ama etkili bir kale.
Hukuk Fakültesi merdivenlerine tırmanan panzerin olduğu sembolik fotoğrafı herkes bilir. Panzer, orada yalnızca bir semboldür çünkü kampüs içerisinde hareket alanı yok denecek kadar azdır. Yani aslında oradaki panzer, devletin gücünü temsil eder içeride mayalanan umuda karşı.
Saldırılar hız kesmeden devam etti ancak ne 12 Martlar ne 12 Eylüller fethedemedi o kaleyi, hiçbiri o sağlam surları yıkamadı. Harcı sağlam karılmıştı çünkü omuz omuza, dayanışmayla.
İşte Saray’ın yok etmeye çalıştığı miras, böyle bir tarihsel sürecin ürünüydü. Üniversiteler, zaten yıllardır sürekli bir biçimde 6. Filo’yu kıble yapanların devamcısı olan ülkücü çeteler eliyle terörize ediliyordu. Yani hali hazırda kontrgerilla olarak kullanılan elemanlar zaten mevcuttu. Bu faşist çeteler, daha fazla hukuki koruma ve kolluk desteği kuşanmış şekilde sahaya sürüldü. Şiddet ve tahrip ne kadar fazlaysa cezasızlık ve ödül de o kadar fazla olacaktı.
Saray’ın ilk sistematik denemesi, kampüse girişlerde kimlik sorulması uygulaması oldu. Sözde üniversitenin can ve mal güvenliğinin sağlanması amacıyla yürürlüğe sokulan bu uygulama, kampüsün özgürlükçü ortamına genel bir saldırıydı. Sivil polisler, güvenliklerin yanında kampüs girişinde duruyor, itiraz edenleri gözaltına alıyordu. Daha ilk gün, bu uygulamayı protesto ettiğimiz için 17 kişi gözaltına alındık. [1]
Bu uygulamanın olağanlaşıp devam etmesinin bazı yıkıcı sonuçları vardı: Polisin kampüsün içerisine de girişi artık olağanlaşacak ve faşistlerin arkasındaki devlet gücü kampüs içerisinde daha da belirginleşecekti. Keza öyle de oldu; polisler artık kalıcı
olarak kampüsteydi.
Kimlik ve üst araması uygulamasının yürürlüğe girmesinden yalnızca 3 ay sonra yazının başında belirtilen kantin saldırısı gerçekleşti. Üniversitenin güvenliği bahane gösterilerek yürürlüğe sokulan bu uygulamanın asıl amacını açıkça kanıtlıyordu bu saldırı. Dört tane faşist, ellerinde silahlar ve palalarla güpegündüz aleni bir şekilde iki devrimci öğrenciyi kantinin ortasında öldürmeye teşebbüs ettiler ve ellerini kollarını sallaya sallaya okuldan çıkıp gittiler. Okulun içinde ve dışında üniversitenin güvenliğini sağlama göreviyle bir ton sivil polis ve çevik kuvvet polisi cirit atıyordu
üstelik! Polisin görevi belliydi; muhalif herkese karşı terör estirmek.
Bu saldırı, faşistlerin gerçekleştirdiği ne ilk ne de son saldırıydı. Emniyet, yargı ve idare saldırganları korudu. 10 sene önce atılmış bir tweeti arşivden çıkarıp bulan ve soruşturma açanlar kamera kaydıyla sabit bir olayın faillerini bulamadı! Avukat arkadaşlarımız, emniyet ve savcının yapacağı işi yaparak saldırganları kendileri tespit ettiler ve ancak öyle açılabildi soruşturma. Saldırganlar cezalandırılacağına bu saldırıyı
protesto eden öğrenciler gözaltına alındı ve tutuklandı!
Özellikle Hukuk Fakültesi Dekanı tarafını açıkça belli etmişti. (AKP Siyaset Akademisi’nde dersler veren Rektör Erkan İbiş’ten söz etmeye gerek bile yok.) Kimlik uygulamasını protesto ettiğimiz için bize iki dönem uzaklaştırma cezası veren idare, kantinin ortasında palalarla, silahlarla öğrencilere saldıranlara ödül gibi cezalar verdi.
Okulun hemen girişinde, çevik kuvvet ekiplerinin gözü önünde ben ve arkadaşıma yine aynı kişiler tarafından saldırıldı ve sıkı durun söylüyorum; trajikomik bir şekilde bize dava açıldı. Hukuki koruma belirgindi. Öğrencilere her fırsatta saldırılacak, kampüs devamlı olarak terörize edilecekti. Bütün bunlar karşılığında cezasızlık garanti edilmişti faşistlere. Keza görevlerini layıkıyla yaparlarsa ödül kazanmaları işten bile değildi.
Devamında gelen yeni eğitim-öğretim dönemiyle birlikte üniversitelere yapılan saldırının dozu şiddetleniyordu. KHK terörüyle birlikte binlerce akademisyen akademiden ihraç edildi.
Ankara Üniversitesi’ndeki ihraç dalgası en büyük yıkımı Cebeci’ye vermişti. Neredeyse bütün devrimci akademisyenler kampüsten atılmıştı. Suçları ise yalnızca barış istemekti! [2]
Akademisyenleri ihraç ederek kampüsten uzaklaştıran AKP/Saray iktidarı bir yandan da öğrencileri gözaltına alıyor, tutukluyor, idari soruşturmalarla kampüsten uzaklaştırıyordu. Kampüste attığımız her adımda, hakkımızda idari ve adli soruşturmalar başlatılıyor, saldırgan faşistler okulda cirit atarken öğrenciler okuldan uzak tutuluyordu. Sonrasında bu soruşturmalar nedeniyle ben ve kantinde saldırıya uğrayan arkadaşım dahil bir çok öğrencinin avukatlık yapma hakkı elinden alındı. Hem de bu saldırıları gerçekleştirenlerin yalan beyanları nedeniyle!
Sonuç olarak Cebeci Kampüsü, politik bir mekan olarak içerisindeki bütün unsurlarıyla birlikte tahrip edilmiş oldu. İşte yukarıda verilen ‘silahlı haydutun araştırma görevlisi olma hikayesi’ bu durumu en güzel anlatan sembollerden biridir. Ancak ne yaparlarsa yapsınlar ideolojik hegemonyayı bir türlü ele geçiremediler, geçiremezler de!
Çünkü Cebeci, işinden ve hayatından olmak pahasına inandıkları şeyleri korkmadan, açıkça söyleyebilen akademisyenlerin, öğrencilerin okuludur; devlet gücüyle öğrencilere saldıranların ya da sırf SBF’de araştırma görevlisi olacak diye ideolojisinden vazgeçenlerin değil!
[1] http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/481310/ankara-universitesi-cebeci-kampusu-girisinde-17-
ogrenciye-gozalti.html
[2] https://www.sozcu.com.tr/2017/egitim/ankara-universitesinde-akademisyen-birakmadilar-1666381/