Araştırmacı Gazeteci Fehim Taştekin’le, Siyaset Dergisi için Ahmet Saymadi Söyleşti. Derginin hala raflarda olan Şubat-Mart sayısında yer alan söyleşide Fehim Taştekin; Suriye’de 2011’den beri süren savaşı ve savaşın bölgeye etkisini, Suriye’deki savaşın son geldiği son aşamayı, Türkiye’nin Suriye’de savaşındaki rolünü değerlendirdi.
Söyleşi: Ahmet Saymadi / Siyaset Dergisi / Şubat-Mart 2017 / Sayı 33
Siyaset Dergisi: Suriye’de 2011’deki emperyalist müdahaleyi başlatan iç ve dış dinamikler nelerdi?
Fehim Taştekin: Suriye’deki kriz kuşkusuz ki hem iç hem dış dinamiklere sahip. İç dinamikleri ve faktörleri göz ardı ederseniz kolayca her şeyin şeytani bir irade tarafından ya da egemen güçler tarafından planlanıp yürütüldüğünü vaaz eden komplo teorilerinin cazibesine kapılırsınız… Malum Suriye’de Beşşar El Esad’ın göreve geldiği 2000’den itibaren bir değişim baskısı oluştu. Bu irade bir ara solcu, İslamcı ve liberal muhalif şahsiyetlerin iştirakiyle “Şam baharı” olarak kendini gösterdi. Ancak, Irak işgaliyle gelişen çevreler, faktörler ve baskılar nedeniyle bu irade sönümlendi.
Ve nihayetinde 2011’de kabuğundan fırlama fırsatı buldu. Evvela bu türden bir değişim iradesinin varlığını kabul etmemiz gerekiyor. İkinci bir iç dinamik ise barışçıl değişim talebine paralel olarak kendisini 1976-1982 arasında göstermiş olan İslamcı silahlı kalkışma potansiyelidir. Bu iki dinamiği canlı tutan yolsuzluk, rüşvet, kötü muamele gibi çürümüşlüktür. İnsanların haklı değişim taleplerinin hızlıca manipüle edilmeye, bir takım grupların devreye girmeye, silah kullanmaya, adam kaçırıp infaz etmeye ya da fidye istemeye başladığı yerde ise dış faktörlerin yönlendirici müdahaleleri devreye giriyor. Barışıl değişim iradesinin daha başından geçersiz kılınmasında sadece yönetimin şiddetli müdahalelerine parmak basarsanız yanılırsınız. Bu krizin dış çerçevesini anlamadığımız sürece, sittin sene geçse El Nusra, Ahrar-u Şam, IŞİD, İslam Ordusu gibi yüzlerce cihadi selefi örgütün nasıl birdenbire bu kadar palazlandığını, vekâlet savaşının nasıl şekillendiğini ve yönetimin 92 ayrı ülkeden gelen savaşçılara rağmen neden yıkılmadığını anlayamayız.
Peki, dış çerçevede ne var?
ABD’nin Ortadoğu’da kurduğu Camp David düzenini reddeden bir Suriye; Golan Tepeleri’nin işgali nedeniyle İsrail’le teknik olarak savaşta olan bir Suriye; Filistinli örgütleri destekleyen bir Suriye; Lübnan’daki Hizbullah’ı destekleyen bir Suriye; İran’ın 1979’dan beri müttefiki olan bir Suriye var. Bunlar uluslararası hakim güçler açısından düşmanlık için yeterli. Vekâlet savaşını finanse eden Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri ABD’nin açık, İsrail’in ise gizli ortakları.
AKP’nin Türkiye’si ise bu güçlerin Ortadoğu’ya yeni bir düzen verme hamlelerinde kullanmaya çalıştığı bir ülke oldu, maalesef. Onlar için yeter ki plan yürüsün; Türklerin ortaklığıyla direniş ekseni çözülürken varsın yeni Osmanlı jargonu pupa yelken olsun, varsın Ankara’daki zevat kendi iştahları ve hamasetinin peşinde koşsun sorun değil.
Dış çerçevede biri bölgesel diğeri küresel iki stratejik denklem daha var. Amerikan ekseni Çin’in Pakistan, Afganistan, İran’ı da içine katan tarihi İpek Yolu’nu diriltme rüyasından fevkalade rahatsız durumda. Suriye çözüldüğünde bu projenin Akdeniz’e ulaşma hattı kesilecektir.
Bölgesel denklemde ise enerji hatları önemli. Suudi Arabistan, petrol sevkiyatında İran’ın kolayca kontrol edebildiği Hürmüz Boğazı’na olan bağımlılıktan kurtulmak için epey zamandır alternatif rotalar üzerinde çalışıyor. Suriye üzerinden Akdeniz’e ve Türkiye bağlantısıyla Avrupa’ya ulaşan bir petrol boru hattı hem Suudilerin hem Avrupalıların işine geliyor. Katar’ın da doğalgazı taşıma problemi büyük. Rus doğalgazına alternatif olarak Katar doğalgazının yaşlı kıtaya ulaşması çoklu bir denkleme hitap ediyor.
Suriye ile bu projelerin pazarlığı yapılırken siyasi taleplerde bulundular: Söylenen şey şuydu: “Eksenini değiştir, İran’ı terk et.” Türkiye’nin kurduğu iyi komşuluk ilişkisi sayesinde Şam’ın ekseninin değişeceğini de umdular ve bunun için fırsat tanıdılar. Ama hamleler başarısız oldu. 2011’deki isyan, bu güçler açısından çok boyutlu bir müdahaleye imkân tanıdı. Herkesin bir bahanesi vardı. Suriye’nin dize getirilmesi en fazla İsrail’i memnun etti. İsrail bu kirli savaşın ilerlemesi için gerektiğinde doğrudan belli hedefleri vurarak, gerektiğinde Suriye ordusunun ilerleyişini durduracak atışlar yaparak, gerektiğinde silahlı grupları destekleyerek elinden geleni yaptı. İsrail, El Kaide’nin Suriye kolu El Nusra’yı alenen destekledi ve kimseden bir ses çıkmadı. Suriye’nin petrol ve doğalgaz rezervleri de, uluslararası şirketlerin göz diktiği kapitalist rekabete açılmamış diğer sektörleri de bu müdahalede gözden kaçırılmaması gereken faktörlerdir.
Savaşın başlamasından sonra Esad’ın hızla düşeceği söyleniyordu, hem IŞİD hem de diğer cihatçı gruplar epeyce ilerleme kaydetmişti. Suriye’deki savaş ne zaman cihatçıların aleyhine dönmeye başladı?
“Esad düştü düşecek” söylemi Suriye’nin Dostları Grubu’nun avuntusuydu. Ancak Suriye’yi kritik eşikten döndüren birkaç önemli gelişme yaşandı. Bunlardan ilki Hizbullah’ın savaşa müdahil olmasıydı. Hizbullah, cihadi selefi grupların Suriye-Lübnan sınırındaki Şii ve Hıristiyanları tehdit edip Lübnan’ı da hedef almaya başlaması üzerine, Kuseyr’de savaşa girip Kalamun cephesini sağlama aldı. Bu savaşın seyrini değiştiren bir müdahaleydi. İkincisi kimyasal silah oyunuyla ABD’ye müdahale etmesi için tuzak kuruldu. Obama yönetimi bunu fark edince frene bastı ve dış müdahale arayan cephenin eli zayıfladı.
Ardından önce İran sonra da Rusya, rejime askeri katkılarını artırdı. Oyunu tamamen bozan ise Rusya’nın 30 Eylül 2015’te doğrudan müdahale etmesiydi. Çin’in BM kanalında Rusya ile aynı kararlılığı sergilemesi de müdahaleci kanadın elini kolunu bağladı. Cihatçı cephedeki ayrışma da diğer etkenler kadar önemli. IŞİD-Nusra ayrışması, ardından İslami Cephe ile IŞİD arasında binlerce cihatçının öldüğü savaş ve daha sonra El Nusra ile eski müttefikleri arasında yaşanan çatışmalar İslamcı-cihatçı cephenin ortak savaş stratejisi yürütmesini engelledi. Bu da Suriye yönetiminin işini kolaylaştırdı.
Siz de söylediniz, Ortadoğu’da ABD’nin Irak’ı işgali ile başlayan emperyalist müdahale, ardından Suriye’ye ve Yemen’e de sıçradı. Ortadoğu bir anlamda emperyalist güçlerin güçlerini karşı karşıya getirdiği bir yer oldu. Ortadoğu’daki bu süreç devam edecek mi? En azından yakın gelecekte Ortadoğu’yu neler bekliyor?
Ortadoğu’nun kendi iç kırılganlıkları, çarpıklıkları, kötü yönetimleri, sömürü ve istismar düzeni geçerli faktörler olarak orada durduğu sürece, emperyalist müdahaleler de sürecektir. ABD’nin İsrail’i her şart ve koşulda korumaya, İran’ı çözmeye, Irak ve Suriye gibi ülkeleri bölmeye endeksli politikaları mevcut veriler ışığı altında değişecek gibi gözükmüyor. ABD’nin kirli işlerini finanse ettirdiği Körfez ülkelerindeki kurulu düzenler de kötülüğün kaynağı olmaya devam ediyor. El Kaide ve selefi hareketleri onlarca yıldır besleyen damarlar Körfez’in derinliklerinde. Bu damarlar mezhepçi düşmanlıklar üretiyor. Körfez’in İran ve Şiafobik politikaları Hindistan-Pakistan hattından Ortadoğu’ya kadar birçok mezhebi hatta gerilimleri besliyor. Bu yeni bir politika değil ama etkilerinin inanılmaz derecede hissedildiği bir aşamaya ulaşmış vaziyette. Şiiler ile Sünniler arasındaki husumetin en az olduğu yerlerin başında gelen Yemen’i de mezhepçi düşmanlığa sürüklemeyi başardılar.
Bir başka açıdan İran ve Türkiye gibi imparatorluk geçmişleri olan ülkelerin de artan oranda müdahaleci politikalara kaymaları ve bu konuda rekabete girişip nüfuz alanlarını genişletmeye çalışmaları da gerilim alanları yaratıyor.
Bunların dışında Filistin gibi hiç değişmeyen müzmin sorunlar var. Filistin sorununun çözümsüzlüğü de çatışma ve anormallikler üretiyor. 4,5 milyon insan mülteci olarak farklı ülkelerde çözümsüz kendi hallerine bırakıldığı, İsrail’in işgalci-mütecaviz politikaları sürdüğü ve barışçıl bir çözüm bulunmadığı sürece o bölgeye de huzur gelmeyecektir.
Arap Baharı diye etiketlenen süreç de derde deva olmadı. Alternatif olarak görülen siyasal İslamcıların işi batırması, siyasal İslam’ın başarısızlığı karşısında selefilerin palazlanması, kurumsal yapıların güçlü olduğu yerlerde ordu ya da derin devletin tekrar ipleri ele alması, Libya gibi bunun olmadığı yerlerde müflis devlet seçeneğine teslim olunması gibi sonuçlar değişim iradesini çökertti.
AKP başından beri Suriye’de cihatçılardan yana tutum takındı, Esad’ın düşmesi için çok çaba sarf etti. Türkiye’nin savaştaki rolü kamuoyunun gördüğünden çok daha fazla sanırım. Buna dair biraz ayrıntı verebilir misiniz?
Türk Hükümeti evvela dostluk ilişkisi kurduğu komşusuna ihanet etti. Bir yıkım projesinin ortağı, Suriye’ye müdahalenin sıçrama tahtası oldu. İkincisi Suriye toplumu ve sistemi ile ilgili yanlış ya da kasıtlı değerlendirmeler yaparak kamuoyunu yanılttı. Vekâlet savaşında Pakistan’ın Afganistan’da yaptığına benzer şekilde sıçrama tahtası ya da lojistik destek hattı oldu. Bunları yaparken sahadaki gerçeği manipüle etti. Hem kendi insanına hem uluslararası ortaklarına karşı dürüst davranmadı. Kendi iç hukukuna ve uluslararası hukuka aykırı olarak silahlı kalkışmanın ana destekçisi oldu; bunun için dünyanın en tehlikeli örgütlerini silahlandırdı, bunlara topraklarını kullandırdı. Suriye ekonomisinin can damarı olan Şeyh Neccar gibi devasa sanayi kentlerinin yağmalanıp, yağmalanan malların, makinelerin Türkiye’de satılmasına göz yumdu. Türk Hükümeti çok boyutlu savaş suçu, insanlığa karşı suç ve yağma suçu işledi.
Bu bilgiler doğrultusunda Suriyelilerin gözünden Türkiye nasıl görülüyor?
İkisi hariç Suriye’nin bütün vilayetlerini dolaştım. Türk Hükümeti’ne karşı nasıl bir öfke biriktiğine defalarca şahit oldum. Türk Halkı ile Türk Hükümeti’ni ayrı tutuyorlar. Bu konuda bir duyarlılık var. Türk olduğunuzu söylediğinizde o insanların yüz hatlarının nasıl gerildiğini görüyorsunuz. “AKP bütün teröristleri ülkemize soktu. Ülkemizi yağmaladılar” diyorlar. Türkiye’nin silahlı gruplara desteğini kesip sınırlarını kontrol altına aldığı takdirde, Suriye ordusunun kısa sürede bu işin üstesinden geleceğini düşünüyorlar.
Savaşın Suriyeliler açısından bilançosu çok ağır. Suriyelilerin savaşın yaralarını sarması çok zaman alacak. Suriye’deki farklı mezhep grupları arasındaki sorunun boyutu nedir, aralarında kalıcı bir barış sağlanabilir mi?
Burada temel bir yanlışın altını çizmek gerekiyor. Suriye’de mezhebi saiklerle hareket eden silahlı grupların saldırılarına rağmen Suriye toplumu mezhep hatlarına göre bölünmedi, mezhepçi bir savaşa sürüklenmedi. Suriye’de El Nusra, IŞİD gibi örgütlere karşı Sünniler, Aleviler, Dürziler, Hıristiyanlar birlikte savaşıyor. Ordu bir mezhebi grubun ordusu değil, sevaplarıyla günahlarıyla Suriye’nin ordusu. Birçok cephede operasyonları yönetenler ezici çoğunlukla Sünni generaller. AKP yönetiminin en çirkin manipülasyonlarından biri, “Suriye’de Nusayri azınlık diktatörlüğünün hüküm sürdüğü” yalanıydı.
Diktatörlükse buna rengini veren Baas Partisi’ydi. Bir devleti bir aile şirketi olarak sundular. O yüzden Sünni çoğunluk ayaklanırsa Alevi azınlığın hükmü birkaç haftada biter diye düşündüler. Suriye’de kolay kolay birinin mezhebini soramazsın. Sorarsan tepki çekersin. Bu içselleştirilmiş bir tabudur. Mezhepçi olan, AKP liderleri gibi bütün Ortadoğu’yu mezhepçi gözlerle okuyanlardır.
Savaşçı sayısı 100 bini bulan El Kaide ya da IŞİD çizgisindeki örgütlerin arz ettiği tehdit, mezhep sorunundan çok daha önemlidir. Bu örgütlerin Suriye toplumunda az da olsa zemini var. Amerikan müttefiki olan Körfez ülkelerinden bu örgütlere para musluklarının asla kesilmeyeceğini de biliyoruz. O yüzden Suriye toplumu maalesef bedel ödemeye devam edecek. Bu örgütleri destekleyip palazlandıran, kendi toplumuyla ilişkilenmelerine göz yuman, bu örgütlerin yapılanmalarına rıza gösteren, arz ettikleri tehdidi önemsemeyen Türkiye de maalesef ağır bir bedel ödeyecek. Hali hazırda ödemeye başladı bile.
Suriye’deki savaşın sona ermesi için Astana’da görüşmeler başladı. Görüşmelerden bir sonuç alınabileceğini düşünüyor musunuz?
Astana iki açıdan önemli: Birincisi Türkiye’nin Suriye politikasında Rusya-İran çizgisine yaklaşmasına hizmet ediyor. Bunun sahaya yansımaları olacaktır. İkincisi muhalefet arasında bir ayrışmayı hedefliyor. Barışçıl müzakereyi kabul edip çatışmasızlık sürecine geçenler muhatap alınacak. Bunu reddedenler IŞİD ve El Nusra gibi örgütler ise hedef tahtasına konulacak. Yeni koşullar üzerinden, uluslararası koalisyonla düşman tanımında özdeşleşme ya da yakınlaşma aranacak.
Rusya’nın ABD’yi çekmeye çalıştığı bir çizgi vardı. Nusra ve ortaklarının da IŞİD gibi hedef alınmasını istiyordu. ABD buna direndi. Donald Trump’la birlikte bu noktada bir değişim beklentisi var. Astana, Trump’ın işe başladığı noktaya hazırlık amacı da taşıyor. Yani Vladimir Putin, sahadaki verileri kendi stratejisine uygun olarak değişmiş bir şekilde, Trump’la masaya oturmak için zamanı iyi kullandı. Türkiye’yi yanına çekmeyi başardı. Türkiye kanalı ABD’nin elinde kullanışlı bir silahtı. Şimdi durum ABD için biraz karıştı.
Astana’daki görüşmelerde Rusya’nın önerdiği yeni bir Suriye Anayasası basına sızdı. Sizce o anayasanın Suriye’deki sorunların çözümünde ön açıcı bir işlevi olur mu?
Bunlar alıştırma hamleleri. Mutlak çözüm metni olarak görmemek lazım. Rusya hem Suriye yönetimini hem Kürtlere statü verilmesini kırmızıçizgi olarak gören yeni ortağı Türkiye’yi hem de milliyetçi damarı en az devlet kadar güçlü olan Suriye muhalefetini yeni bir modele alıştırmaya çalışıyor. Arap isminin ülkenin adından çıkarılması muhalefetin de hazır olduğu bir şey değil. Kürtlere kültürel de olsa özerklik verilmesi de aynı şekilde hem muhalefet hem hükümet açısından kolay lokma değil. Rusya, Türkiye’nin vetosuyla davet edemediği Kürtlerin fiziken olmasa da masada olabileceğini gösterdi. Burada bir başka amaç daha gütmüş olmalı: O da Kürtlerin ABD’yle ortaklığı derinleştirerek başka bir mecraya kaymalarını önlemektir.
Suriye’de Kürtler, savaş döneminde ağır bedeller ödediler ama kazanımlar da elde ettiler. Kürtler Suriye’de kilit bir noktada, hem ABD hem de Rusya etkisi altına almaya çalışıyor. Kürtlerin bundan sonraki durumu ne olur? Bu konjonktürde özerk bir Rojava mümkün mü?
Suriye yönetimi Kürtlerle yeni bir sayfa açmak zorunda olduğunu kabul etmiş durumda. Ama bu özerkliğin verileceği anlamına gelmiyor. Son Suriye ziyaretimde Şam’da şu tür tartışmalara denk geldim: Baas içinde de Kürtlerin ülkenin kuzeyinde örnek teşkil edebilecek model ortaya koyduğunu düşünenler var. Öyle çekinmeden de bunu söylüyorlar. Ancak federasyon ya da özerklik fikrine karşı çok güçlü bir direnç de var. Bu bölünme korkusundan kaynaklanıyor. Öteden beri ülkenin kuzeyinde Siyonist rejimin yani İsrail’in çıkarlarına uygun bir bağımsız entite kurulacağı fikri işlenir durur. Bu tartışma İsrail kurulduktan hemen sonra başladı ve hep ülkenin geleceğine dair tartışmalarda bir unsur olageldi.
Suriye yönetimi Kürtlerle savaşmak istemiyor. Bunu kayıt dışı konuşmalarda askerlerden de duydum. Kürtlerin haklarının tanınması gibi genel ifadeler kullanılıyor. En fazla dillendirilen de 1973’te, İsrail’le savaş sırasında rafa kaldırılmış olan yerel idareler yasasının tekrar genişletilerek yürürlüğe sokulması. Yani merkeziyetçi yapıya son verilmesi. Bu Suriye’nin kendi iç dengeleri açısından önemli bir açılım. Kürtlerin buna razı olması ise zor. Bir pazarlık sürecine girilmesi her iki tarafın da önceliği. Tabii Şam’da oyun bitmez… Kürt’e karşı Kürt kartının kullanılması ya da Kürtlerin Rojava projesinde ortak olduğu Arap ve Süryanilerin ayartılması gibi bir takım denemeler olacaktır. Savaşın yakıcı ve yıkıcı etkisini hissettirerek cesaret kırıcı hamleler gelebilir. Ya da memur olup da Rojava’nın kurumlarında çalışanların maaşların kesilmesi ya da hava ulaşımının kesilmesi gibi cesaret kırıcı önlemler alabilirler. Bunun belli işaretlerini görüyoruz. Fakat benim gördüğüm hem Kürtler hem Suriye yönetimi kendi imkân ve kapasitelerinin farkında. Şam’daki siyasi akıl Kürtlerle çatışmanın ABD’nin bölgeye yerleşmesinin önünü açacağını düşünüyor. O yüzden gerilimli ama Kürtleri barışçıl bir çizgide tutacak bir strateji izleyebilirler.
Farklı ülkelerde de konferanslara katılıyorsunuz. Türkiye bütün dünyada farklı bir PYD-YPG algısı yaratmaya çalışıyor. Bu konuda başarılı oluyor mu? Dünya Rojava Kürtlerine nasıl bakıyor?
Türkiye’nin PKK=PYD/YPG denklemiyle Rojavalı aktörleri terörist olarak yansıtma stratejisi başarılı olamadı. Tam tersine, bu tür bir çaba Türkiye’nin IŞİD destekçisi bir ülke olduğuna dair kanaatleri güçlendirdi. Bırakın PYD’yi, YPG bu süreçte Avrupa’da temsilcilik açabilecek noktaya geldi. Gerçi bu temsilcilik sonradan kapandı ama bu Türkiye’nin etkisi nedeniyle olmadı. Rojava bir model olarak ilgi topladı…
YPJ kadın savaşçılarıyla Kürtlere büyük bir kredi açılmasına yaradı. Birçok toplantıda uzmanlar bu modeli masaya yatırdı. Ben de bu toplantılara katıldım. YPG, PYD ve farklı partilerden gelen Kanton Temsilcileri Avrupa’da bir başkentten ötekine mekik dokuyor. Rojava daha geniş çerçevede düne kadar çok sakıncalı bulunan Kürt Hareketi’ne diplomatik bir alan açtı. ABD’nin YPG ile ortaklığı az bir kırılma değil. Ankara’nın bütün itiraz ve çabaları sonuç vermedi. Kürtler diplomasi alanında yabana atılamayacak deneyimler edindi. Elbette bütün bunlar Rojava’nın önemli bir model, Kürtlerin de Ortadoğu’da artık yeni bir aktör olmasının önünü açsa da başlı başına yeterli değil. Ortadoğu’da oyun çok boyutlu; gelişmeler çok aktör ve çok faktöre bağlı.
Türkiye ve Rojava ilişkilerinin nasıl seyredeceğini düşünüyorsunuz? Türkiye’nin düşmanca tavrı devam eder mi yoksa bir dengeye oturma ihtimali var mı?
Türkiye’nin iki aşamalı bir hedefi vardı sanırım: Birincisi Kobani ile Afrin arasında coğrafi bir bağın kurulmasını önlemekti. Bunu Fırat Kalkanı ile şimdilik başardı. İkincisi Rojava’daki fiili özerkliğin çökertilmesidir. Esasen bunu Temmuz 2012’den beri desteklediği silahlı örgütler üzerinden yürüttüğü bir çeşit vekâlet savaşıyla yapmaya çalışıyor. Bu konuda çok defa hamleler oldu ama başarıya ulaşamadı. Sonunda bizzat kendi askerlerini sahaya sürdü.
Fırat Kalkanı El Bab’ta saplanıp kalmasaydı bir çember hareketi ile Rojava’ya baskıyı artıracaklardı. Tabii bozucu faktörler de devreye girdi. İşte ABD, Türkiye’nin “YPG Fırat’ın doğusuna geçemez” diye çizdiği kırmızıçizgiye saygıyı garanti ederken, Fırat’ın batısını da Türkiye’nin önünde kırmızıçizgiye dönüştürdü. Türkiye Menbic üzerinden yürümek istedi ama Menbic bir Cerablus değil. Hem büyüklük olarak hem de barındırdığı bileşenler olarak TSK’nin kolayca girebileceği bir yer değil. Bu tür planları yapanların sahadaki realiteyi anlamaları için Menbic’e bir turistik gezi yapması bile kâfi.
YPG Menbic’i almak için Suriye Demokratik Güçleri bünyesindeki Arap, Çerkez ve Türkmen ortaklarıyla birlikte ABD’nin hava desteğiyle 73 gün savaştı. Menbic ölçek olarak kolay bir yer değil. Sonuç olarak Türkiye kendi elleriyle Kürtlerin direncini kıramaz. Suriye’de bu tür bir savaşa kalkışmak Türkiye’nin kendisini bitirebilir. O yüzden Ankara, Suriye siyasetini değiştirirken hiç olmazsa Kürtlerle ilgili bir sonuç almak istiyor.
Rusya ve Suriye’nin birlikte yaptığı Halep Operasyonu Türkiye’de çok tartışıldı. Bir taraf, ‘‘Halep’te katliam var’’ derken, başka bir taraf, ‘‘Halep cihatçılardan kurtarılıyor’’ dedi. Siz Halep Operasyonu’nu nasıl değerlendiriyorsunuz? Neden bu denli iç siyasete malzeme yapıldı?
Halep Suriye’ye müdahale kurgusunda pivot noktaydı. Libya’da Bingazi’de yaptıkları gibi Suriye’de de Halep’i alıp sözde devrimin başkenti ilan edeceklerdi. Nasıl olsa Halep Sünni’ydi, devrimi kucaklaması gerekirdi. Ama Halep Erdoğan’ın adamlarına yüz vermedi. Halep Suriye ekonomisinin kalbi. Tarihsel olarak da çok önemli bir merkez. Halep yüzlerce tarihi binanın yanı sıra koridorları 13 kilometreyi bulan ve 22 çarşıdan mürekkep bir ticaret merkeziyle müstesnaydı. Talan edildi ve yıkıldı. Halep büyük bir yaradır. Hedef Halep’i düşürüp Suriye yönetimine en büyük darbeyi vurmak ve ardından Şam’a yürümekti. O yüzden Halep’i düşürmek de kurtarmak da önemli hedefti. Halep’te kontrolün orduya geçmesi cihatçı cephe ve destekçileri için filmin sonuna işaretti, o yüzden büyük gürültü koparıldı ve çok yalan üretildi.
Halep Operasyonu’ndan sonra Suriye’de IŞİD dışındaki cihatçı gruplar kendi içlerinde çatışmaya başladı. Bu çatışmada Fırat Kalkanı Operasyonu’nun payı da var. AKP ile oradaki cihatçı grupların şu andaki ilişkisi ne durumda?
Erdoğan, kendi bekasını Putin’le kurduğu ortaklıkta gördüğünden beri, Suriye siyasetinde adım adım Rusya’nın dediği noktaya kayıyor. Erdoğan, Putin’e El Nusra’yı Halep’ten çıkarma sözünü verdi. Ama El Nusra, El Kaide’dir, Erdoğan’dan destek alır ama emir almaz. Yardım alan emir de alır kuralının geçerli olacağını sanmış olmalı ki Putin’e söz verdi. Bunu yaparak El Kaide ile olan bağını da açık etti. El Kaide ya da türevleri ile çalışan hiçbir lider bugüne kadar bu türden bir açık vermemişti. Önemli bir suç itirafıydı. Tabii Erdoğan El Nusra’ya söz geçiremeyince El Nusra’nın ortaklarını Halep’ten çekme yoluna gitti.
El Nusra, Ahrar-u Şam ve diğerlerini Halep’te ihanet etmekle suçluyor. El Nusra’ya göre, Türkiye’nin yönlendirmesiyle Astana’ya gidenler de ihanet içinde. Öyle anlaşılıyor ki Erdoğan, Putin’in oyun planına uygun olarak nüfuzunu kullanarak El Nusra’yı yalnızlaştırma yoluna gitti.
Türkiye’nin Halep’te oynadığı rol, Halep’ten çıkanları Fırat Kalkanı’na asker yapma girişimleri, silahlı grupları Astana’ya taşıması İdlib’te temerküz eden cihatçılar arasındaki çatışmaları derinleştirdi. Cihatçının cihatçıyla savaşı şekilleniyor ve şu aşamada kazanan taraf El Nusra ve ortakları. İki tarafın birbirini bitirmesi Rusya’nın stratejisine de uygun.
Halep’te ve Suriye’nin çeşitli yerlerinde yenilen cihatçılar, İdlib’e toplandı. İdlib’de toplanan cihatçılar bundan sonraki süreçte nasıl bir rol oynayacak. Eğer Suriye ve Rusya, operasyonu İdlib’e kaydırırsa Türkiye bundan nasıl etkilenir?
Suriye’nin İdlib’i Türkiye’nin himayesindeki silahlı gruplara bırakacağını düşünenler yanılıyor. Oraya da sıra gelecek. Ancak bu konuda acele etmeyecekler. Çünkü Türkiye’yi belli bir çizgiye çekmeyi başardılar. İdlib’e yüklenmeleri Türkiye üzerindeki baskıyı artırabilir, bu da Türk – Rus ortaklığında istenmeyen bir gedik açabilir. O yüzden Halep etrafındaki temizliği genişletmek, El Bab’ı temizlemek, Deyr el Zor’daki IŞİD tehdidini küçültmek ve ABD’den önce Rakka’ya ulaşmak şu an Suriye ordusunun yoğunlaştığı konular. Tabii savaşta akşamın hesabı sabaha uymayabiliyor…
Fırat Kalkanı Operasyonu, El Bab’ta takıldı kaldı. Erdoğan geçtiğimiz günlerde, ‘‘Çok da derinlere gitmemek gerek’’ dedi. Sizce Fırat Kalkanı Operasyonu amacına ulaşabildi mi?
Fırat Kalkanı’nın asıl amacı Kürtleri bloke etmekti. Bu açıdan bakılınca Kürtlerin Rojava’daki modeli Fırat ile Afrin arasındaki bölgeye (Şehba) taşıma projesi önlenmiş oldu. Ama hedeflerden biri Menbic’ti. Orada YPG’nin görünür olmaktan çıkmasıyla Türkiye yelkenleri indirdi. Başka şansı da yoktu zaten. Erdoğan El Bab ve Rakka’yı hedefe koyarak el yükseltti.
Burada amaç, ABD’nin Kürtlerle ortaklığı bırakıp Türkiye ile ortak operasyona yönelmesiydi. Ama anladığımız kadarıyla Erdoğan’ın ÖSO adı altında bir araya getirdiği güçlere Amerikalılar “Erdoğan’ın hayaletleri” diyerek burun kıvırmış. Fırat Kalkanı Kobani ile Afrin arasındaki köprünün kurulmasını önlemek dışında sonuç getirmedi. Üstelik TSK çok ağır kayıplar verdi. Çıkışı olmayan bir giriş. Bu, hesabı sorulması gereken bir sonuçtur.
Fırat Kalkanı Operasyonu’nun akıbeti ne olur sizce? Abdülkadir Selvi, benzer bir operasyonun Irak’a yapılabileceğini yazdı. Ardından Irak topraklarına yönelik bir “Dicle Kalkanı” Operasyonu başlar mı?
İştahın sınırı yok. Niyetleri var. Şengal’de PKK varlığını bahane ederek Dicle Kalkanı’nı başlatmak gibi fikirler vardı. Fırat Kalkanı yürüseydi Irak için daha cesur olabilirlerdi. Irak’ta merkezi iktidarla restleşmeler yaşanırken askeri bir maceraya kalkışmanın sonu kötü olabilir. Bunu görmüş olmalılar. Irak’ta İran’ın etkisini de hesaba katmak durumundalar.
Suriye’de Rusya’nın yeşil ışığı olmasaydı Fırat Kalkanı da olamazdı. Irak’ta da Tahran ve Bağdat’ın rızası olmadan Musul’a asker çıkarmanın öngörülemez sonuçları olabilir. Haşdu’l Şaabi’nin, Türkiye’nin Başika’da asker bulundurması karşısındaki tutumunu hatırlayın; Irak’ta Türkmenlerin bile Türkiye’nin müdahalesine sıcak bakmadığını biliyorum. Ankara bir ara Erbil’e bel bağladı. Barzani yönetimi, PKK’den çok rahatsız olmasına rağmen Türk müdahalesinin Güney Kürdistan’ın Musul hesaplarını zora sokacağını düşünüyor olmalı ki, Türkiye’nin müdahalesi için davetçi olmaları yönündeki daveti reddetti. Onların da Bağdat’la yürütmeye çalıştıkları hesapları var. Ankara ile minnet ilişkisi bir yere kadar.
Bundan sonra Türkiye-Suriye ilişkilerinin nasıl şekilleneceğini düşünüyorsunuz?
Rusya, İran ve Suriye üçlüsünün eşgüdümlü stratejisi Türkiye’nin silahlı gruplara desteğinin kesilmesini, sınırlardan geçişlerin durdurulmasını ve Suriye’de siyasi çözümün kolaylaştırıcı ortağı olmasını sağlamak. Türkiye bu minvalde gittiği takdirde Suriye’nin içindeki çatışma potansiyeli düşecektir. Bu tür bir işbirliği Ankara-Şam hattının düşük profilde açılmasını sağlayacaktır. Ama her şeyin eskisi gibi olması mümkün gözükmüyor. Kimse buna hazır değil. Bir süre daha Rusya ve İran üzerinden dolaylı diplomasi yürüyecek gibi gözüküyor. Erdoğan’ın öngörülebilir bir lider olmamasından dolayı kehanet bile yürütmek mümkün değil. Öngörülür olmayanı öngörmek mümkün değil…
Cihatçı grupların veya IŞİD’in Türkiye’ye önümüzdeki dönemde saldırma ihtimali var mı? Bazı analistler, Türkiye’ye büyük bir cihatçı saldırı dalgası olacağını yazıyor. Bir de IŞİD’in ve cihatçı grupların Türkiye’deki örgütlenme durumu ne düzeyde?
IŞİD’in saldırı stratejisi birkaç boyutta gelişti. Küresel hücreler edinmek ve cihadi selefi safları kendine çekmek için farklı ülkelerde ses getiren saldırılar düzenledi. Bunun dışında yalandan da olsa Türkiye gibi kendisine karşı önlem almaya başlayan ya da IŞİD karşıtı koalisyona katılan ülkeleri hedef aldı. Bundan sonra da şu olabilir: Eğer Musul, Rakka ve Deyr El Zor’u kaybederse yani coğrafi hakimiyetini yitirirse, yeraltı yapılanması geri döner ve dünyayı cehenneme çevirir. Bütün ölümcül gücünü kullanabilir. Saha hakimiyeti kurduğu Irak ve Suriye dışında IŞİD’in en yakın olduğu ülke Türkiye. En kırılgan ve en çok ses getirecek hedef de maalesef Türkiye.
Türkiye’de IŞİD’e karşı önlemler zayıf, gayri ciddi ve ikiyüzlü. IŞİD’in hücresel yapılanmalarına göz yumuldu ya da ciddiye alınmadı. Sınır emirini birkaç yıl takip edip, telefonlarını dinleyip de hiçbir önlem almamak bu ülkeye yapılabilecek en büyük kötülüktü, bunu da yaptılar. Türkiye’de cihadi, selefi damar Suriye krizinin etkisiyle güçlendi. Hükümetin bakış açısı da bu insanların önünü açtı. Kimse tam olarak potansiyelini bilmiyor ama korkmak için ziyadesiyle fazla sebep olduğunu tahmin ediyorum. Anketlere yansıyan IŞİD sempatizanlığı bile alarm zillerini çaldırmadı. Ürkütücü olan onların potansiyeli kadar iktidarın laçkalığıdır. IŞİD ve El Kaide sempatizanlığı akademik kadrolarda ve bürokraside bile var. Rus elçisini öldüren polisin geçirdiği oryantasyon sürecini kesinlikle tekil vakıa olarak düşünmeyin.
Son olarak, Türkiye önümüzdeki aylarda anayasa değişikliği referanduma gidiyor. Sizin referanduma dair görüşleriniz nelerdir?
Türkiye uçuruma doğru gidiyor. Aşağısı da bataklık. Türkiye’de tek adam rejimi inşa ediliyor. Toplum ve sistem buna hazırlanıyor. Bunun bir ideolojisi de yok. Tek adamlık ve tek seferlik bir oyun.
Siyaset Dergisi adına çok teşekkür ederim.