Siyaset Dergisi’nin Aralık Ocak sayısında çıkan, Siyaset Dergisi adına Ahmet Saymadi’nin Ahmet Şık’la yaptığı söyleşiyi yayınlıyoruz. Hala raflarda olan dergi için Ahmet Şık, medyanın içinde bulunduğu durumu, çıkış yollarını, 15 Temmuz darbe girişimini ve arka planını anlatmıştı.
Medyada sansürün tarihi çok eski tabi. Her zaman iktidarlara uzak ya da muhalif olan basın organları hedefti. Ancak AKP döneminde bu durum bambaşka bir boyuta ulaştı. Biraz AKP öncesi dönemdeki sansürden bahsedelim mi?
Bu coğrafyada basının başlangıcı 1839’da çıkan Takvim-i Vekayi ile başlatılır. Yarı resmi bir gazete olan Takvim’i Vekayi kabaca “Devlerin alî çıkarlarına aykırı hareket etmemek” diye tarif edebileceğimiz şartıyla çıkabilmiştir. Aradan 200 yıl geçmiş, bu arada rejim değişmiş. Yeni kurulan rejimde defalarca hükümetler, anayasalar ve yasalar, alfabesinden parasına kadar her şey değişmiş. Teknoloji gelişmiş, matbuat medya diye anılmaya başlanmış, patronlar değişmiş. Ama bir tek şey değişmemiş: Devletin ve güç odaklarının alî çıkarlarına aykırı hareket etmemek. Medya sahipliğinden başlayarak en alttaki çalışanına dek bu kural işletilmiş. Aksi davranana da “haddi bildirilmiş”. Yaygın medyada çalışanlar açlıkla derbiye edilmiye çalışılmış, devletin doğal düşmanı addedilenler ise şanslıysalar sürgün ya da hapislik, değilseler öldürülürek susturulmaya çalışılmış. Haliyle bugün sıkça tartıştığımız, güç odaklarını rahatsız etmeyen habercilik ortaya çıkmış. Sorunun geçmişi iki asıra yayılmışken konuyu sadece AKP iktidarını merkeze alarak tartışmak bence sorunu eksik bırakıyor. Ancak şunu da söylemek mümkün; 45 yaşımdayım ve 26 yıldır mesleğin içindeyim. Benden kıdemli ağabeşlerime ablalalarıma bugünkünden daha kötü bir dönem olup olmadığını soruyorum. Genelde Adnan Menderes dönemine atıf yapılıyor. Bir de en yakın tarihli olarak 12 Eylül faşist cunta dönemi var.
Menderes dönemi, 12 Eylül cuntası, AKP iktidarı… Kıyaslama yaptıklarında hangisini daha ağır buluyorlar?
Çok benzerlikler kurmakla birlikte, şu andaki hali daha zor bir dönem olarak değerlendiriyorlar. Bunu bazı yerlerde söyledim, çeşitli itirazlar oldu ama ben de 12 Eylül cuntasından daha ağır koşullarda olduğumuzu düşünüyorum. 12 Eylül’ün yarattığı tahribatı küçümsemek için demiyorum tabi, adı üstünde o dönem zaten askeri cunta. Şu anki yaşananın adı da sivil cunta. Ve ortaya çıkan tahribat, demokratik araçlar kullanılarak seçilmiş bir hükümet tarafından yapıldığı için kanımca koşullar daha ağır.
Tabi ortada bir cunta değil sivil idare olunca toplum direkt hissedemiyor. Bu ara sıklıkla söyleniyor, ‘Darbeciler gelse şunları, şunları yapacaktı’ diye. Ama AKP darbecilerin yapacaklarının daha beterini yapıyor.
15 Temmuz kalkışması üzerinden şu metafor yanlış olmaz sanırım: Darbe engellendi ama cunta iktidarda. O kalkışma başarılı olsaydı şu an memlekette yaşananlardan farklı olarak sadece kurşuna dizilme olacaktı. O kısmını da idam çığırtkanlığıyla gidermeye çalışıyorlar. Binlerce insan darbeci denilerek tutuklandı. Darbeci demediklerine, yakın geçmişte iktidarlarına ve suçlarına da ortaklığı edip adıyla anmaktan bile çekindikleri Gülen Cemaati’ni kastederek FETÖ’cü denilerek tutuklanıyor. Kamudan tasfiye ediylenlerin sayısı 100 bine yaklaştı. Yargı resmi olarak da iktidarın sopası haline getirildi. Kendilerince aykırı buldukları ses çıkaran her kim olursa susturmaya yeminliler. Temel hak ve özgürlüklerde en geri noktaya düşülmüş durumda. Kürtlerle yaşanan savaşın şiddeti ve yaşanan insan hakları ihlalleri, savaş suçları ortada. Yolsuzluk, hırsızlık, adam kayırma, devlet kaynakları talan ediiyor ve bir auç insan dışında itiraz eden yok. Hal bu iken iktidarın demokratik olduğunu iddia etmek aptallık bile değil. Safi bir kötülük. AKP kadar kitlesini konsolide edebilen, kitlesini çok çabuk dönüştürebilen bir yapı yok. Tayyip Erdoğan’ı güçlü kılan şey de bu. Bugün beyaz dediği yarın siyah olabiliyor ve kitlesi de sorgulamadan bu değişime hemen uyum sağlıyor. Ne verirsen “Eyvallah” diyen ve kanımca omurga sorunu olan bir kitle yarattılar. Eldeki malzeme bu olunca da faşizmin demokrasi diye anılması da olağan. Faşizmin faşizm olduğunu dile getirecek yaygın kitle iletişim araçları yani medya da iktidarın dümen suyunda olunca durumumuz daha bir karanlık hal alıyor.
AKP döneminde sansür açısından en net görülen kırılma anı ne zaman peki?
En net kırılma anı Ergenekon süreci. Yani şu an, aralarındaki taht savaşı nedeniyle mağdur haline gelen Gülen Cemaati’yle AKP’nin suç ve iktidar ortaklığı yaptığı dönem. Sivil siyasetin karşısında demokratik teamüllere aykırı biçimde duran silahlı bürokrasinin geriletilmesiyle birlikte başladı o kırılma. Bu dediğimden ordu demokrasi ve basın özgürlüğünün savunucusuydu manası çıkarılmasın. Söylemeye çalıştığım, gücün tek elde toplanmasının karşısında bir balans işlevi görüyordu. Ama bunu da elinde silah tuttuğu için yapabiliyordu. O tehlike ortadan kaldırılınca kafalarındaki devlet ve toplum modelinin inşası için herhangi bir engel kalmadı. Güç merkezileşince medyaya ayar vermek de daha kolay oldu.
AKP’nin iktidarının ilk yıllarıydı o zaman ve kimi çevrelerin demokratik bulduğu AKP’nin ülkeyi de demokratikleştirip sivilleştireceğini söylüyorlardı…
Bu illüzyonu yaratanlar, buna kendini inandıranlar ve inandırmak isteyenlerin iktidari paylaştığı dönemdi çünkü. Gösterilmeye çalışılanın yalandan ibaret olduğunu ifade edenlerin en hafifinden Kemalist denilerek küçümsendiği, sıklıkla darbeci yaftası yapıştırıldığı dönemdi. AKP iktidarını çeşitli dönemlere ayırıyorum. İktidara geldikleri 2002 Kasım’ından 2007 arasına kadar geçeni ilk dönemleri. AKP’nin ilk yıllarında ne kadar demokrat olduğuna atıf yapılan yıllar. Evet, bir takım yapısal reformlara imza attılar. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uygun, Kopenhag kriterleri diye adlandırılan kimi değişiklikleri yaptılar. Çünkü o dönemde buna ihtiyaçları vardı. Tayyip Erdoğan bu ihtiyacın neden ortaya çıktığını da daha İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde, “Demokrasi inmeniz gereken durakta inmek üzere bindiğiniz bir tramvaydır” diyerek özetlemişti. Dediğim gibi ihtiyaç bu idi. Neolibarel politikaların savunucusu, kapitalizmle İslamcılar arasındaki makası daraltacak işlev gören, sağcı, sığ bir muhafazakarlığa sahip olsalar da sistemle uyumlu olabileceklerini göstermeye ihtiyaçları vardı. Ama AKP’nin o dönemde dahi, umulan kadar ya da bizim özlemini çektiğimiz gibi bir demokrasiyi getirecek kadar sistemle sorunu olduğunu düşünmek su katılmamış bir ahmaklıktı. Zaten 2005’in ortasından itibaren, bir takım yasa ve mevzuat değişiklikleriyle o reform diye sundukları illüzyonun ne olduğunu bize gösterdiler. İyileşmelerin hepsi geri alındı. 2005’in ortasından itibaren AKP esas niyetini ortaya koymuştu. Dolayısıyla AKP’nin eski Kemalist anlayışla sorunu olduğunu düşünen ve sistemle mücadele edeceğini düşünen bir zihniyet AKP’yi yanlış değerlendirdi.
İkinci dönem 2007 ile 2010 anayasa referandumu arasındaki dönem mi?
Dediğin gibi de anılabilir ama ben biraz daha ileri götürmek gerektiğini düşünüyorum. 2007 ile 2012 demek daha yerinde olur sanki. AKP ile iktidarının gayrıresmi ortağı Gülen Cemaati arasındaki sorunun MİT soruşturmasıyla birlikte kamusal alana yansıdığı döneme kadar demek daha doğru. Zaten bu ikinci dönem, Ergenekon ve Balyoz, Devrimci Karargah, Askeri Casusluk, Kürtler için var kılınan KCK gibi bir şekilde birbiriyle ilintili kumpas ve tuzaklarla dolu soruşturma süreçleriyle bugün sadece birkaç eksiği kaldığını düşündüğüm, rejim değişikliği yoluna girilen süreç. Cemaat ve AKP koalisyonunun aynı zamanda sıkı bir suç ortaklığı yaptığı dönem de diyebiliriz. Gülen Cemaati’nin polis ve yargı teşkilatındaki kadrolarının kontrgerillanın tetikçileri olarak sahada olduğu, AKP’nin de siyasal destekçive güvence olarak kontrgerillanın önünü açtığı dönem. 2012’ye kadar her türlü hukuk katliamının yaşandığı o süreçte, Tayyip Erdoğan nezdinde simgeleşmiş merkezileşmiş güce karşı balans işlevi gören hiçbir yapı kalmadı ortada. Cemaat ile birlikte ortak düşman görülen her odak, kademe kademe ortadan kaldırıldı, hapsedildi, haysiyet cellatlığıyla susturuldu. Ve bütün alan temizlendi. Bu mafya düzeninin kamusal alandaki meşruiyetini de şu an bir kısmı hapiste olanlar ile taht savaşında kazananana oynayarak haysiyetsizliklerine devam etme olanağı bulan ve “Kahrolsun FETÖ’cüler” yazıları yazanlardı. Halbuki haysiyesizliğin geçer akçe olduğu o dönem için hepsine birden söylenecek olan şu: “Hepiniz oradaydınız.”
Üçüncü dönem ne zaman başladı?
Üçüncü dönem, 7 Şubat 2012’de yaşanan ‘MİT soruşturması’ diye andığımız, hedefine Tayyip Erdoğan’ı koyan, Cemaat’le AKP arasındaki güç savaşının ayyuka çıkmasıyla başladı. . Dershanelerin kapatılmak istenmesiyle başlayan savaş ardından gelen yolsuzluk ve MİT TIRLARI soruşturmalarıyla bir meydan muharebesine döndü. O günden bu yana, AKP’nin çeşitli kırılmalar da yaşayarak süren iktidarını görüyoruz. O dönemde ne oldu? Bence 15 Temmuz kalkışmasının faillerinden birisi olan Cemaat, 15 Temmuz’da neyi hedeflediyse, 2012 MİT ve ardından gelen süreçte ortaya koyduklarıyla niyetini açığa düşürmüştü. Her şey ta 2012’den beri ortada, herhalde basiretleri bağlandı ki anlamadılar ya da görmek istemediler kuvvetle muhtemel ki işlerine geldi. Yani daha nasıl kandırılacaksın?… Ergenekon soruşturması ile başlayan ve bugün ağır faşizm koşulları altında yaşadığımız süreç böyle ilerledi. Tek başına parlamentoyu elinde bulunduran bir iktidar, her türlü yasayı çıkarma gücüne sahip. Denetlenemiyor ve kendi yarattığı ya da kontrol altında tuttuğu medyayla karşısına çıkanların başına her türlü musibeti getirebilecek bir iktidar… Durum böyle olunca medya susturuldu, sansür ve oto sansür koşulları ağırlaştı. Hem ulusal hem uluslararası arenada çokça tartışılan basın özgülüğü meselesi, AKP’yi kontrol edecek, güçler ayrılığı üzerinden kendini var eden bir balans mekanizması kalmamasıyla, siyaseten güçlü bir muhalefet inşa edilememesiyle ve medyanın asli işlevini yerine getir(e)memesiyle çok ilintili.
AKP öncesi dönemde sansürün şimdiye nazaran daha az olmasının sebebi neydi?
Türkiye’de medyayı AKP’ye varıncaya kadar olan dönemde görece daha özgür kılan şey parçalı iktidarlar yani koalisyonlardı. Gücü elinde tutunların birbirleriyle olan mücadeleleri ve zaaflarından faydalanılarak görece daha özgür yayıncılık yapılabiliyordu. AKP iktidarı bize şunu kanıtladı: Türkiye gibi az gelişmiş olan demokrasiler için en iyi yönetim biçimi koalisyon hükümetleridir. Yani gücün dağıtıldığı parçalı hükümetler. Böylece iktidarı paylaşan güç odakları arasında rekabet yaratma olanağı, biraz daha nefes alma şansı olabiliyor. Öyle olmazsa da Türkiye’deki en büyük medya gruplarından birisine mal varlığı kadar vergi cezası kesebilen bir iktidar ortaya çıkıyor.
Doğan Grubuna kesilen cezadan bahsediyorsun…
Evet. Sermayeyi, malını mülkünü elinden almakla tehdit ediyorsanız, istediğiniz yere çekebilirsiniz, olan budur. Dolayısıyla herhangi bir muhabir de herhangi bir haberi yazamaz, çekilen bir fotoğraf gazete sayfalarında yer bulumaz, haberler TV’de yayınlanamaz hale geliyor. İktidarın sevmediği yazılar yazarsanız, o yolsuzluk soruşturmaları döneminde gördüğümüz gibi, patronu ağlatırsınız karşınızda.
Bir AKP’nin kendi medyası var bir de korkutarak kontrol altına aldığı medya var…
Evet, zaten Türkiye’nin en büyük medya patronu Recep Tayyip Erdoğan. İktidara olan yakınlık itibariyle mevcut medya organlarının yarısının sahibi. Kalanın içinde, ana akım diye tabir edilen; Doğan, Ciner ve Doğuş Grubu var. Bu ana akım medyayı da sermaye ilişkileri, patronaj yapısı, devlet ihaleleri üzerinden hükümetle kurduğu bağlar, holdinglerinin akçeli işlerinde dönen dolaplar sebebiyle teslim almak çok kolay. Bunları da teslim aldıktan sonra geriye küçük bir alana sıkışan alternatif medya kalıyor.
Alternatif medya ne durumda?
Onların da Kanun Hükmünde Kararnamelerle canlarına okudular zaten. Ulusal yayın yapan üç tane günlük gazete kaldı; Cumhuriyet, Evrensel, Birgün. İrili ufaklı dergiler ve haber siteleri var bir de. Ruşen Çakır’ın Medyascope adıyla öncülüğünü yaptığı internet üzerinden televizyon yayıncılığını saymazsak varolan kanalların neredeyse hepsi susturuldu. Bundan sonraki adım kalan üç gazeteyi ve internet haber sitelerini de kapatmak olacak. Sosyal medya ise iktidarın dilediği zaman açıp kapatabildiği araçlar haline geldi. Medyanın tamamen susturulmasıyla birlikte muhalif gördükleri, mevcut hukuksuzuluklarla mücadale eden avukatların ruhsatlarını yine KHK ile iptal edecekler. Toplum nezdinde de kriminalize ettikleri siyasi partiler kapatılıp, kalan milletvekillerini ve siyasi kadroları da derdest ettikten sonra sıra Yenikapı Ruhu adı verilen faşist sistemin dümenine su taşıyanlara kadar gelecek. Kimsenin kuşkusu olmasın, eğer cesaretli bir duruş ve söz söylemekten uzak kalırsa, memleketin kadim sorunlarına demokrasi merkezli çözümler önermeyip böyle küçülmeye ya da stabil kalmaya devam ederse CHP de bu faşizmden payını alacak.
Tabi sansür dışında bir seviyesizlik de var medyada. Spor programlarında masaya yemekler geliyor, ‘Fukaralar bu yemeği bulamıyorsa tavuk döner yesin’ deniliyor…
Çapı bu seviye de bu… Peki bunların yaşanmadığı tartışma programlarına bakalım. Oralarda çok sorunlu. Kürtler olmadan Kürt sorunu, kadınlar olmadan kadın sorunu, ekonomistler olmadan dövizin inişi çıkışı tartışılıyor. Cumhuriyet gazetesine baskını, gazetenin çalışanları, yazarları, avukatları olmadan tartıştırırlar. Özgür Gündem’e yapılan baskını gazetenin yazarları, çalışanları olmadan tartıştırırlar. Ki zaten bunu yapmazlar bile, Özgür Gündem’in esamesini okunmaz. Bırakın izlemeyi, arkadaşlarımızın oralarda katılımcı olmasını bile eleştiriyorum.
Dedikodu programına dönmüş durumda.
Ben televizyon ile bağımı koparalı çok oldu. İzlemiyorum. Siz de izlemeyin. Bazı arkadaşlar, izlemekle kalmayıp, izlediklerini de sosyal medyaya da yazıyorlar. Yahu ben o kirden kendimi uzak tutmaya çalışıyorum sen yapmadığın gibi bir de yazıp anlatıyorsun. Sinirlerimizi bozmamak ve şizofrenik bir hale dönüşmemenin yolu bu yayınları izlememekten geçiyor. Bu tür programlara çıkan arkadaşlarımız bundan vazgeçmeli. Tartışılan konunun öznesinin olmadığı yerde senin ne işin var? Bir kere bu soruyu sorman lazım kendine. Vicdanı ve etik değerleri banka hesabına yatacak paralarla satın alınabilen kişilere, “Bakın karşı görüşten birini de çıkardım” deme ahlaksızlığının aracına dönüşüyor oraya çıkanlar. Rüzgar nereden eserse yelkenini onunla dolduran çakallar sürüsüyle kendinizi neden eşitliyorsunuz? Oraya çıkanlar, karşısına oturtulanlara geçmişte ya da şimdiki yazdıkları söyledikleri üzerinden iki söz söyleyince ekran karşısıdakiler “Bizim çocuk nasıl çaktı ama…” duygusuyla izliyor. Siz en çok bir kez daha söz edebilirsiniz karşınızdakine sonra o çakal orada kalmaya devam eder senin üzerin çizilir. Bir de çakallara söz ederken, çakallık yaptıkları güce dair bir şey söyleyemiyorsanız dediğinizin kıymeti de yok. Kusura bakmasınlar.
Muhalif yayınlar ne durumda?
Çok sınırlı sayıda yayın organı var. Altırnatif olduğu iddiasındaki internet siteleri ise maddi engeller yüzünden özgün habercilik yapamıyor. Alternatifi olduğu iddiasındaki medyanın haberlerini kopyalayıp tavırlı başlıklarla okurlarına, izleyicilerine aktarıyorlar. Genel anlamda Türkiye’de muhaliflerin sesi olduğu iddiasındaki yayınların yayıncılık anlayışı oldukça kötü. Tam da itiraz ettiğimiz sistemi besleyen bir bakış açısına sahipler. Meseleleri sadeçce kendi sosyal, sınıfsal ve siyasal çevrelerinden ibaret sanan bir yayıncılık yapılıyor. Muhaliflik ise sığ bir AKP karşıtlığı ve daha da sığ bir Erdoğan düşmanlığı üzerinden yapılmaya çalışılıyor. Bugün AKP ve Erdoğan ortadan kalktığında, AKP ve Erdoğan nezdinde simgeleşen sorunların hepsi var kalmaya devam edecek. Çünkü tümü birden sistematik bir sorun. Sen kişilerle ya da araçlarla değil, sistemin kendisiyle mücadele eden bir dil tutturmak ve bu hattan ilerlemek zorundasın.
Şu anda halkın haber alma araçları neler?
Öyle bir araç yok. Ama eğer bilgi aldığınız kaynakları iyi süzebiliyorsanız Twiter ve Facebook gibi sosyal medya araçları var o kadar. Bilgi alışverişi için önemli ama oralarda da iş bilgi vermek yerine hamasete dönüştü. Orada da erişeceğiniz bilginin gerçekliği, niteliği, derinliği tartışmalı olabiliyor. Öte yandan sosyal medya üzerinden muhalefet yapmak, kalıcı sonuç almaya yarar yerler değil. Bir vicdan aklama aracı orası. Bir kaç cümle mesajla derdini anlatmanın muhaliflik, devrimcilik sayıldığı bir dönem yaşıyoruz. Sosyal medya kullanımını önemsiz bulduğumu söylemiyorum ama muhalefetin yeri sokaktır. Sokağı boş bıraktığımız anda içine girdiğimiz cendere bizi daha da sıkıştırmış olur. Twiter’da #hashtag açma yarışıyla muhaletef etme modası var. “Bilmem neye direniyoruz, şu kampanyayı yapıyoruz” diyerek yapılanı muhaliflik zannediyor. Burası demokrasinin yerleşik ve yaygın olarak kurumsallaştığı bir ülke olsa bunu anlarım. Ama #hashtag kampanyasıyla sosyal medyanın çok konuşulanları listesine girmeyi bir eylemin başarıya ulaşması olarak değerlendirme yapmak yanlış. Bakın çok ağır bir faşizm yaşıyoruz. Sınırlı bölgede yaşanan çok ağır bir savaş var memleketin her tarafına yayılması çok olası. Bir partinin seçilmiş milletvekilleri, belediye başkanları, binlerce seçmeni tutuklanıyor, gazeteciler hapiste, Türkiye siyasi tarihinin en karanlık en ağır günlerini yaşıyoruz. Ama sosyal medyada, onu yazdın mı? Bunu gündeme getirdin mi? Şeklinde yapılan bir muhalefet bize sadece mevzi kaybettirir. Sosyal medya araçları sokağı diri tutacağımız eylemlerin duyurulması, örgütlenmesi açısından iyi bir araç, fazlası değil. En yakın örnekten yola çıkalım, çocuk tecavüzcülerine, pedofililere yasal zırh getiren kanun neden geri çekildi? Birincisi kadınların büyük bir direnişi oldu. Bu deriniş sosyal medyada örgütlendi ve sokak diri tutuldu. Bu direnişin büyüklüğü karşısında, bu kadar sert bir iktidar bile geri adım attı. Kendisine bu kadar güçlü göstermeye çalışan iktidarı ürküttüler. Şu an için ertelemiş durumdalar ama yapacaklar. Eğer sokağı boş bırakırsak bunu yapacaklar.
Gazetecilerin halkın haber alma hakkını yerine getirmeye çalışan, sansür ve otosansür baskısını yaşamadan mesleklerini yapmalarının yolu ne?
Kendi haber kaynağımızı kendimizin oluşturduğu bir model gerek. Kastım yurttaş gazeteciliği değil. Küçümsemiyorum ama editoryal denetimden, hakikat denetiminden geçmediği için sıkıntılı olabilir. Bunu Gezi’de, Kürt illerindeki savaştan gelen haberlerde gördük. Çok fazla kirli bilginin dolaşıma sokulduğu ve bir elekten geçemediği için tehlikeli. Eksikleri, problemleri var. Nasıl kendi medyamızı kurarız? sorusuna yıllardır hayalini kurduğum bir modelle yanıt verebiliyorum: Nesnelliği gözardı etmeden haklıdan ve ezilenden yana taraf, hakikati eğip bükmeden aktaran sahibinin çalışanlar ile okuyucular ve izleyicileri olduğu bir medya yaratmak. Hakikate ulaşmanın başka yolu yok. Çok basitçe tarif edilebilecek şekliyle görmeyenin gözü, duymayanın kulağı, konuşamayının sesi olmayı kendine amaç edinmiş bir medya.
(Siyaset Dergisi / Aralık-Ocak 2016 / Söyleşi: Ahmet Saymadi)