Kürt meselesinin yasal siyaset gündemine yeniden girmesi ile birlikte “ulus-devlet” tartışması da alevlendi. Birileri onu cansiperane savunmaya, diğerleri öfkeyle eleştirmeye koyuldu. Taraflar genellikle Türkiye’deki uygulamayı esas alıyor. Bu da bir dereceye kadar normal, hatta kaçınılmaz. Ama neredeyse herkes fili tuttuğu yerine göre tarif ediyor. Konu bütün dünyada ve öteden beri tartışmalı iken bizdeki ulus-devleti her yerde geçerli tek model saymak doğru değil. Bunun tartışmasına girerken neyi nesi olduğunu da bilmek gerek.
Nereden çıktı?
Uluslaşma sürecinin ve ulus-devletin ortaya çıkışı bir kısım akl-ı evvelin tezgahladığı bir şey değil nesnel tarihsel-toplumsal bir olgudur. Diğer etkenlerin payı ne olursa olsun özünde kapitalizmin gelişimi ile, burjuvazinin kendine ait bir pazar oluşturma ve onu tahkim etme ihtiyacı ile doğrudan bağlantılıdır. Bu ihtiyacı karşılayacak bir “ulusal birlik” sağlamak üzere, dil ve din, efsaneler, savaş ve doğal afet anlarındaki ortaklık, milattan önce ve sonra kurulup yıkılmış eski devlet hikayeleri, yasaklar, asimilasyon, sürgün ve katliamlar dahil her türlü kapsama ve dışlama mekanizması harekete geçirilir. Bunlar bir anda olup bitmez; düşünsel, siyasi, askeri, iktisadi ve toplumsal evrim içinde gerçekleşir. Ayrıca kapitalizm dünyanın her yerinde aynı anda ve aynı hızda gelişmediği için de zamanda ve mekanda farklılık gösterir.
Uluslaşma kimi ülkelerde eski imparatorlukların iktisadi, idari, dini ve kültürel boyunduruğundan kurtulma (İsviçre, Polonya, Balkan ülkeleri vs.), kimilerinde feodal parçalanmışlığa karşı birleşme (İspanya, Almanya, İtalya vs.), pek çoğunda ise sömürgecilerin işgal ve tahakkümüne son verme (Hollanda, Balkanlar, Kuzey ve Güney Amerika, Afrika ve Asya ülkelerinin büyük bir bölümü) çabaları ile başlamış ve ilerlemiştir.
Erken uluslaşma süreçleri Kuzey ve Batı Avrupa’da orta çağ artığı krallık ya da imparatorlukların kabuğu içinde yaşandı. Daha burjuvazinin hatırı sayılır bir varlığa kavuşmasından bile önce aristokrasi, ruhban ve eşraf içinden bir kesim siyasi iktidara yaslanarak kapitalizmin önünü açtı. Bunlar farklı etnik topluluklardan geliyor olsalar bile birbirleriyle anlaşıp kaynaşarak, ardından türedi burjuvazi ile de bütünleşerek, yukarıdan aşağıya doğru “ulusal birlik” oluşturma sürecinin temellerini attılar.[1] Kapitalizm geliştikçe büyüyen şehirleşme, farklı topluluklardan insanların aynı mekanlarda çalışması ve yaşaması ile bu süreç hızlandı ve pekişti. Mevcut devletler de zamanla meşruti (anayasal) monarşi biçimini aldı. Geriden gelenlerin çoğu o örnekleri taklit etmekle yetindi. Buna karşılık ABD ve Fransız devrimleri ile cumhuriyet devri (yeniden) başlamış oldu ve sömürge ülkelerden bağımsızlığını kazananların büyük bir bölümü bu devlet biçimini seçti.
Ulus-devletlerin bir kere kurulduktan sonra hep aynı biçimde kalmadığını göz önünde tutmak gerek. Başlangıçta sadece mülk sahibi ve eğitimli kesimlere ait bir ayrıcalık olan seçme-seçilme hakkının, sınıf çatışmaları ve devrimlerin zorlamasıyla, işçilere, köylülere ve kadınlara da tanınması toplumsal ve siyasi değişimin boyutlarından sadece birini işaret eder. Aynı ulus-devletlerin, birkaç yüzyıl içinde, monarşi, cumhuriyet, meşrutiyet, faşizm, diğer otokrasi veya oligarşi biçimleri arasında birçok kez gidip gelmesi de başka bir boyutunu. Benzer bir durum, 20. yüzyılda açılıp kapanan sosyalist cumhuriyet veya halk cumhuriyeti parantezi ile birlikte, bazı Doğu Avrupa ve Balkan ülkeleri için de geçerlidir.
Ulusun devlet tarafından yaratıldığını iddia edenler olmuştur. Gerçekten de Büyük Britanya, Fransa, İspanya, Türkiye gibi örneklerde devlet ulusun şekillenmesinde önemli rol oynamıştır. Fakat Almanya, Polonya, İtalya gibi örneklerde ve sömürge ülkelerin pek çoğunda uluslaşma süreci merkezi bir ulus-devletin ortaya çıkışından önce gelir. Bu kıyaslama biraz da “yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıkar?” sorusunu andırmaktadır. Sonuç bakımından hangisinin önce geldiği ikincildir. Uluslaşmanın ve devletin biçimleri tarih içinde sürekli olarak birbirini koşullandırmaya, şekillendirmeye devam eder.
Nedir, ne değildir?
Ulus-devlet şehir devleti değildir. Avrupa ve Asya’da bir dizi örneği bulunan şehir devletleri aslında ya bir ulusun eklentisi, ya bir büyük devletin uydusu veya devletler sisteminin parçasıdır.[2] Ulus-devlet eski imparatorluklardan da temelde farklı olup, çok uluslu ve çok hukuklu değildir. Teoride vatandaşlarının tümü aynı hukuka tâbi ve (bugün) eşit hak sahibidir. Modern çağın imparatorlukları metropoldeki kendi uyrukları için vatandaşlık hukuku, sömürge halkları için ise köle hukuku uygulayan ikili bir yapıya sahiptiler; 20. yüzyılda sömürgelerini kaybedince ulus-devletlere indirgenmiş oldular. Bununla birlikte Kanada, Rusya, Hindistan gibi çok uluslu devletler halen de ulus-devlet sayılmıyor.
Ulus-devletler kural olarak üniter bir idari mimariye sahiptir ama hepsi değil. ABD, Meksika, Brezilya, Arjantin, Avustralya, Belçika, Almanya, Avusturya, İsviçre vs. federal veya konfederal yapıdadır. Keza üniter devlet olmalarına rağmen Büyük Britanya’da dört özerk ülke, İspanya’da üçü ulusal nitelikte olmak üzere 17 özerk bölge ve iki özerk il; İtalya’da ise beş özerk bölge ve iki özerk il vardır.[3]
Ulus-devlet tek bir kavme (“etni”ye) dayanmak zorunda değildir. “Ötekileri” vatandaşlık hukukunun dışına atanlar genellikle faşist diktatörlükler ya da apartheid devletleridir ki II. Dünya Savaşı’ndan beri hem insanlığın vicdanında hem de evrensel hukukta mahkum edilmişlerdir. Nüfusunun tümü veya büyük çoğunluğu tek bir kavme mensup ulus-devlet sayısı (Mısır, Japonya, Portekiz, İzlanda, Almanya, vs.) iki elin parmakları kadar bile yoktur.[4] Buna karşılık nüfus içindeki farklı etnik toplulukları ortak bir kültür ve kimlik etrafında birleştirebilen ulus-devletler de vardır. Büyük Britanya, Fransa ve ABD bu nitelikleriyle ilk ulus-devletler sayılmıştır.
Ulus-devletin tek bir dili olmak zorunda değildir. Geçmişte birçoklarının idari baskılar, eğitim, kültür, basın, asimilasyon politikaları vs. aracılığıyla nüfusu homojenleştirmeye çalıştığı bir gerçek. Ama bu zorlamalar pek etkili olmadığı gibi, kimi zaman (İspanya’daki gibi) ters tepmiş ve ayrı devlet kurmak isteyen ulusal hareketlerin ortaya çıkışını kışkırtmıştır.[5] Bugün pek çok ulus devlette hem merkezi düzeyde hem de bölgelerde kullanılan birden fazla resmi dil var. Birleşik Krallık’ta İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda halklarının kendi dilleri o bölgelerde İngilizcenin yanı sıra resmi dildir. İspanya’da, İspanyolcanın yanı sıra, Katalonya, Bask ve Galiçya halklarının kendi dilleri de öyle. Bir “gökkuşağı ulusu” olan Güney Afrika’da merkezi düzeydeki İngilizce ve Afrikaans ile birlikte resmi dil sayısı 12, Bolivya’da ise 37 olmuştur. Henüz ayrı devlet bile olmadığı halde (2017’de bağımsızlık referandumu yaptığını unutmayalım!) beş resmi dili bulunan (Güney) Kürdistan Bölgesel Yönetimi ise zaman ve mekan bakımından bize en yakın örnektir.[6]
Laiklik ulus-devletin alamet-i farikalarından biridir ama ulus-devletlerin hepsi aynı derecede laik değildir. Eski ve Orta çağlarda firavun, kral, imparator, çar, şah ve padişahlar yönetme yetkisini tanrıdan aldıklarını iddia eder, kendilerine “tanrının eli”, “tanrının oğlu”, “tanrının vekili”, “zillulâh-ı fi’l-âlem” veya “fi’l-arz” (Allah’ın yeryüzündeki gölgesi) gibi sıfatlar yakıştırırdı. Aydınlanma, uluslaşma ve devrimler iktidarın meşruiyet kaynağını gökten yere indirip “ulus”a devretti. Zamanla bütün vatandaşların seçme-seçilme hakkı da kabul edilip hukuk düzeninin temeline yerleştirildi. Gene de bazı ulus devletlerin anayasasında, hukuk ve eğitim sisteminde çoğunluğun din veya mezhebine tanınan ayrıcalıklar vardır. Meşruti monarşilerde kral ya da imparatorlar aynı zamanda ruhban sınıfının da başındadır.[7] 20. yüzyıldaki faşist diktatörlerin çoğu da hem dini devletin bir bileşeni haline getirmiş, hem de kendilerini ulusun vücut bulmuş hali gibi göstererek bir tür tanrısallık katına çıkarmışlardı.
Ulus-devlet cumhuriyetle özdeş değildir. Bugün ulus-devletlerin çoğu artık cumhuriyet biçiminde ama birçok Avrupa ülkesinin yanı sıra Japonya’da da ulus-devlet monarşi olarak kurulmuştu, hâlâ öyle devam ediyor. 20. Yüzyılda Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinin çoğunda da, İngiliz sömürgeciliğinin marifeti ile, ilk önce krallıklar kuruldu; Mısır, Suriye, Irak ve Yemen’de cumhuriyet daha sonra, 1950’li ve 60’lı yıllarda ilan edildi. Ulus devletler cumhuriyet, meşrutiyet, faşist diktatörlük, başka bir otokrasi veya oligarşi yönetimi şeklinde var olabilir ya da bunların birinden diğerine dönüşebilir.
İki yaklaşım, iki model ve bugünkü durum
Uluslasma sureçleri ile ulus-devletlerin zaman ve mekan içindeki çesitliligine ragmen Avrupa’da ortaya çikan birbirinden farklı iki temel yaklasim ve dolayısıyla iki model dikkati çeker.
Aydınlanma çağında ve 19. yüzyılda özellikle Fransa’da “ulus”un ne olduğunu veya olması gerektiğini tartışan J.J. Rousseau, E. Renan gibi düşünürler “toplumsal sözleşme”, “sivil millet” (nation civique) gibi kavramlarla, yurttaşlar arasında kavim, dil, din, kültür vs. ayrımı gözetmeden, “toprak bağı”nı esas almış, vatan kavramını yüceltmiş ve birlikte yaşama iradesini belirleyici saymışlardı. Nispeten benzer bir yaklaşım (önce beyaz yerleşimcilerle sınırlı, iç savaştan sonra kısmen daha kapsayıcı olarak) ABD’de de vardı. Fakat 19. yüzyılın sonuna doğru “kan bağı”na dayalı ulus modeli başat hale geldi. Siyasi, toplumsal ve iktisadi temelleri J. G. Fichte ve F. List gibi Alman düşünürleri tarafından atılan, Almanya’nın 1871’de birliğini sağlaması ve Avrupa’da yükselen güç haline gelmesi ile öne çıkan bu “etnik ulus” kavrayışı kısa sürede bütün Doğu Avrupa ve Balkanlarda, daha sonra Türkiye’de ve Orta Doğu ülkelerinde hakim oldu.
Gerçi her iki ulus-devlet de merkeziyetçi ve asimilasyoncuydu. Ama Fransız modeli teoride ve hukukta evrenselciydi; vatandaşlarının etnik kökeni, rengi, dini inancı, resmi kurumlar dışında konuştuğu dil vs. ile ilgilenmiyor, uygulamadaki baskılara rağmen asimilasyonu daha ziyade zamana bırakıyordu. Alman modeli ise Cermen kökenini, Almancayı ve protestanlığı esas kabul ediyordu ve sosyal Darwinizm ile aryen ırkçılığından[8] kuvvetle etkilenmişti. O yüzden daha devletin kuruluşundan itibaren içerde “öteki” topluluklara yönelik zorlu bir Almanlaştırma politikası, dışarıda ise etnik temizlik ve (1904-1908 arasında Namibya’da olduğu gibi) soykırıma varan uygulamalarla farkını belli etti.
Bu iki model halen etkilerini sürdürmeye devam ediyor. Özellikle de kapitalizme, dolayısıyla uluslaşma süreçlerine geç giren ülke ve toplumlar üzerinde.
Nispeten yakın zamana ait bir eğilimin de altını çizmekte fayda var: Ulus-devletler özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra gitgide birbirine benzemeye başladı. Meşruti monarşiler vatandaş haklarının genişletilmesi ve krallık yetkilerinin kısıtlanması ile cumhuriyetlere, kimi cumhuriyetler ise başkanlık sistemi ve başkanların tekrar tekrar (hattâ ömür boyu) seçilmesi ile krallıklara yaklaştı. Keza üniter devletler farklı topluluk veya azınlıklara tanıdıkları özerklikle az-çok federal devletlere, federal devletler de bütün vatandaşları için geçerli kanunların güçlendirilmesi ile üniter olanlara kısmen benzer oldu. Laiklik (veya sekülerlik) ise hepsinde şu veya bu ölçüde halka malolmuş ve devletin, köklü bir yapısal değişime uğramadıkça, dinî baskı yapmasını zora sokmuş bulunuyor. Biraz da bu benzeşim yüzünden, artık ülke, ulus ve ulus-devlet kavramları yaygın bir şekilde birbirinin yerine kullanılır hale geldi.
Fakat şimdi kapitalizmin bir türlü içinden çıkamadığı bunalımdan ötürü dünyayı bir kez daha faşizme ve savaşa sürükleme tehlikesi gitgide artıyor. Aynı zamanda şiddetlenen iklim krizi ile birlikte gelen felaketler, halihazırda yaşanan bölgesel savaşlar ve ekonomik çöküntü yüzünden ortaya çıkan göç dalgaları var ki daha da büyüyecek ve genişleyecek. Bu hengamede pek çok devletin olduğu gibi kalması mümkün olmayabilir. Bazıları parçalanabilir, bazıları başkalarıyla birleşebilir, bir kısmının örgütlenme biçimi baştan aşağı değişebilir, vs. Merkezi kapitalist ülke devletlerinde gemi azıya alan gericiliğin ve yıkıcılığın nasıl tersine çevrileceği ise zamanla, mücadele içinde belli olacak.
Sosyalistler ve ulus-devlet
Ulus-devlet kapitalizm çağının devletidir. Daha önce ulus da yoktur, ulus-devlet de. Her ikisi de kapitalizm ile birlikte ortaya çıkıp onun evrimi içinde birçok şekle ve şemale girmiştir. İkisinin de ömrü kapitalizm ile kaimdir ve kapitalizm ortadan kalkınca en azından şimdiki halleriyle var olmaktan çıkacaklardır.
Burada, konumuz gereği, Marksistlerin her türlü devlet gibi ulus-devlete de karşı olduğunu söyleyip geçmek yeter aslında. Marks ve Engels gerçi Almanya, İtalya ve Polonya’nın birliğini proletaryanin da birleşmesine, güçlenmesine, eğitim ve örgütlenmesine yarar diye desteklemişlerdi. Ama kurulacak ulus-devletlerin burjuva sınıf hakimiyetine hizmet edeceği, ilk fırsatta başka halkları da baskı altına alacağı, fetih savaşlarına ve sömürgeciliğe kalkışacağı hususunda en ufak bir tereddütleri yoktu. O yüzden modern devletlerin, aralarındaki örgütsel farklara pek takılmadan “burjuvazinin tümünün ortak işlerini yönetmekle görevli bir kurul” olduklarını vurguladılar ve bu merkezileşmiş zulüm “makine”sinin nasıl parçalanıp “sönümleneceğine” kafa yordular. Elbette bunun bir çırpıda gerçekleşmeyeceğini kestirecek kadar bilgi ve idrak sahibiydiler. Dolayısıyla, nesnel verilerden ve Paris Komünü’nün derslerinden hareketle, ama tarihi yapacak olan kitlelerin iradesine ipotek koymadan, burjuva devleti yıkıldıktan sonraki “geçiş döneminde” yerine nasıl bir toplumsal ve politik düzen konabileceğini sadece ana hatlarıyla işaret ettiler.
Daha sonra Ekim Devrimi’ne önderlik eden Lenin ve Bolşevikler ise, Marks ve Engels’in devlet hakkında yazdıklarını esas alıp içinden geçtikleri nesnel koşullardan da hareketle yepyeni bir toplumsal ve politik düzenin inşasına giriştiler. Hem bütün vatandaşların eşitliğini gözeten bir cumhuriyet kurdular; hem de Rusya’yı halklar hapisanesine çeviren Çarlık yönetiminin yaptıklarını[9] tersyüz ederek, “ulusların kaderlerini tayin hakkı”nı tanıyan bir düzenleme ile, federe devlet ve özerk bölgelerde yerli halkların kendi meclislerini kurmasını sağladılar, dillerini de resmi dil haline getirdiler. Böylece işçi sınıfının kurtuluşu ile ezilen ulusların kurtuluşu arasında daha Manifesto’dan itibaren kurulan dolaysız ilişkiyi[10] hayata geçirmeye, “bütün insanların, bütün dillerin ve bütün ulusların eşitliği”ni bir arada gerçekleştirmeye çalıştılar. Aynı modelin II. Dünya Savaşı’ndan sonra Doğu Avrupa’da kurulan çok uluslu sosyalist devletler, Çin ve Vietnam tarafından da kopya edildiğini unutmamak gerek. O zamanki düzenleme, eksiği gediği ve uygulamadaki yanlışları ne olursa olsun, ilke olarak sağlam bir zemine sahiptir ve insanlık tarihinde bir ileri adımın simgesidir; bizim de mirasımızdır.
İnsanlar diller ve uluslar arasında ayrım gözetmeyen sosyalistler ve tutarlı demokratlar için esas tercih ve mücadele konusu, kapitalist sömürü düzeninin bekçisi ve işçi sınıfının, emekçilerin, bütün ezilenlerin baş belası olan devletin sönümlenip ortadan kalkması için çabalamaktır. Dünya devrimi olmadıkça veya tamamlanmadıkça bunun uzun süreceğini, zikzaklar, virajlar ve geriye dönüşler içerebileceğini artık daha iyi biliyoruz. O nedenle sosyalistler şu ya da bu dönemin siyasi ihtiyaçları bakımından devlet biçimleri arasında tercih yapmak, birine karşı diğerini savunmak zorunda kalabilir. Bu tercihleri yaparken bile işçi sınıfını, emekçileri ve ezilen halkları koruyacak, onları daha ileriye taşıyacak yapısal düzenlemeler için hakim sınıfı zorlamak, bu mücadeleyi “devlet olmayan devlet” hedefine yürümenin bir vesilesi ve aşaması olarak ele almak da vazgeçilmez bir görevdir.
Ulus-devlet, konjonktürel olarak, ezilen uluslar, sömürgeler, varlığı inkar edilen halklar için bir hedef olabilir. Bu aşamayı geçenler veya böyle bir tehlike ile karşı karşıya bulunmayanlar için güncel mücadele ve tercih konuları devletin laik, demokratik ve cumhuriyet biçiminde olmasıdır. İmkan ve ihtimal varsa aynı devletin, gönüllü birlik koşuluyla, çok uluslu olması da arzu edilir. Gelecekte kendi kendilerini yönetecek ve diğer bütün topluluklarla eşgüdüm ve dayanışma içinde sorunlarını çözüp varlığını sürdürecek bir dünya komünler birliğine doğru ilerlemek hem herkesin hem de doğadaki bütün canlıların çıkarınadır.
[1] Büyük Britanya’da bu kaynaşıp bütünleşme 1707 ve 1800 tarihli “birlik anlaşmaları”nın hem çimentosu olmuştur, hem de o anlaşmalarla hukuken tescil edilmiştir. Fransa’da ise “ulusal birlik”in daha erken oluşmaya başladığı, Yüzyıl Savaşları (1337-1453) sırasında da güçlendiği kabul edilir. Güzel Filip (1285-1314) ve 14. Louis (1661-1715) gibi krallar, farklı sebeplerle, États généraux denen ve kralın çağrısı üzerine istisnai olarak toplanan çok sınırlı yetkil sahibi meclislere aristokrat veya ruhban olmayan kent ileri gelenlerini de alarak süreci ilerletmiş, ihtilal-i kebir de tamamlayıcı olmuştur.
[2] Avrupa’da Lüksemburg, Lihtenştayn, Andorra, San Marino, Asya’da Katar, Singapur, Tayvan en tanınmış örnekler.
[3] Bu özerk bölgeler ile genel olarak dünyadaki özerk bölgelerin bir dokümü için bkz. https://artigerçek.com/yazarlar/ümit-kardaş/ademimerkeziyet-dikey-güçler-ayrılığı-ya-da-paylaşımı-2-337758
[4] Kaldı ki bunlardan bazılarında bile farklı topluluklar vardır. Japon adalarında bir dizi yerli etnik halk yaşar ve bunlardan yalnızca Ainu halkı 2019’da resmen etnik azınlık olarak tanınmıştır. Resmi dini Islam olan Mısır’da ise Hristiyan Kıptiler nüfusun yaklaşık yüzde 15’ini oluşturur.
[5] İspanya’da V. Felipe, tahta çıkışını takiben patlak veren iç savaşı kazanınca, 1707-1716 arasında “nueva planta” femanlarıyla bölgelerin toprak sınırlarını, kendine özgü kurumlarını, yargı yetkilerini, meclislerini, belediyelere ait ayrıcalıklarını ortadan kaldırmış, ortak bir hukuki, siyasi ve idari yönetim modelini dayatmış, farklı dillerin kamu kurumlarında kullanılmasını yasaklayarak Kastilya dilini resmi dil haline getirmişti. 1930’daki II. Cumhuriyet Katalan, Galiçya ve Bask özerkliğini yeniden tanıdı. Franco faşizmi hakim kılınca kraliyetin eski politikasını tekrar ve daha bir sertlikte uygulamaya koyuldu. 1978 Anayasası ise özerkliği 17 bölgeye yaydı.
[6] Bkz. https://www.rudaw.net/turkish/kurdistan/141220147
[7] Japon imparatoru aynı zamanda Şinto dininin papasıdır. Büyük Britanya kralı Anglikan kilisesinin, Danimarka kralı (parlamento ile birlikte ile birlikte) Evanjelik-Lutherci kilisenin şefidir. Norveç kralı da 2012 yılına kadar kendi ülkesindeki kilisenin başıydı. Öte yandan, Pew Araştırma Merkezi’nin 199 ülke ya da idari bölgeyi kapsayan 2017 tarihli raporuna göre, hepsinde ulus-devlet olmasa ve hatta (Libya, Somali gibi) bazılarında hükümran bir devlet bulunmasa da, halen 80’den fazla ülkede ya devletin resmi dini vardır ya da bir dine ayrıcalıklı muamele yapılmaktadır. Bunlardan 27’sinde İslam, 13’ünde Hristiyanlık ya da onun bir mezhebi devlet dini konumundadır; 40’ında ise hükûmet gayriresmi olarak belirli bir dini desteklemektedir ve 28 ülkede bu ayrıcalıklı din Hristiyanlığın bir koludur.
[8] Teoride ırkçılığın babası Fransız (Kont) Arthur de Gobineau’dur. Fakat ilk ve kısmi baskısı 1853’te yapılan, tamamı 1855’te yayımlanan İnsan Irklarının Eşitsizliği Üzerine Deneme‘si (Essai sur l’inégalité des races humaines) kendi ülkesinde pek ilgi görmemiş, bir süre sonra neredeyse unutulmuştur. Fikirleri daha ziyade Amerika’daki kölecilik taraftarları ile Almanya’daki pangermanistler ve Wagnerciler arasında, özellikle de (Wagner’in İngiliz asıllı damadı) Houston Stewart Chamberlain 1889’da Gobineau’nun sahte bilimsel iddialarıni kendi kitabında tanıttıktan sonra yankı yapmıştır.
[9] Rusya’da III. Alexandr’ın 1881’de tahta çıkışıyla birlikte, önceki dönemden miras fetih politikası sürdürülürken, bir yandan da etnik temelli bir uluslaşma sürecine girildi ve her alanda sıkı bir Ruslaştırma uygulaması başladı. Devlet diğer ulusal dillerin kullanım ve öğretimini sınırladı, idare ve eğitimde Rusça zorunlu dil haline getirildi, bölgelerin ve belediyelerin özerkliği kısıtlandı, ortodoks kilisesine birçok ayrıcalık sağlandı, vs.
[10] “Bireyin birey tarafından sömürülmesi ortadan kaldırıldığı ölçüde bir ulusun başka bir ulusu sömürmesi de ortadan kaldırılmış olacaktır. Ulusun içindeki sınıfların karşıtlığıyla birlikte ulusların birbirine beslediği düşmanlık da son bulacaktır.” Komünist Manifesto, Yordam Kitap 2014, s. 60