Suriye’de ve özelde Rojava’da yaşananları yakından izleyen herkes için artık yeni bir perde açılıyor. Üstelik bu yeni sahne, eski aktörlerle ama yeni rollerde oynanıyor. SDG ile HTŞ arasındaki ateşkes girişimleri, esir takasları, kurulan masalar, Türkiye ile SDG arasında yapıldığı iddia edilen doğrudan görüşmeler ve bölgesel çelişkilerin çatışma pozisyonuna evrilmesi… Bütün bunlar bize şunu söylüyor: Suriye sahnesinde tek bir eksen, tek bir strateji yok. İç içe geçmiş, birbirini kesen ve çelişen birçok dinamik eş zamanlı olarak hareket hâlinde.
Bu kaotik yapı, bir anlamda çok bilinmeyenli bir denklem gibi. Ve bu denklemin çözülemeyen kısmı sadece silahlı taraflar değil; diplomatik arayışlar da bu karmaşanın bir parçası.
Hatırlatmak gerekir ki, Suriye’de masaya gelen her anlaşma, eğer güçleri yetseydi birbirlerini ortadan kaldırmaktan çekinmeyecek aktörlerin geçici uzlaşısıdır. Her ateşkes bir zaman kazanma hamlesidir. Dolayısıyla bugün gördüğümüz göreli sükûnet, geçici ve kırılgandır.
Bu süreç, uygun koşullar oluştuğunda tüm masaların devrileceği bir fırtınaya evrilebilir. Bu, ne sanıldığı kadar yakın bir gelecekte ne de öngörülemeyecek kadar uzakta olabilir. Hele ki emperyalist merkezlerin, küresel düzeyde yeni bir paylaşım savaşının zeminini hazırladığı bu dönemeçte, kalıcı bir barıştan söz etmek, politik körlük olur.
Türkiye-SDG ateşkesi: Görünmeyen masalarda uluslararası garantörler
Bugün sahayı doğru anlamak için gözümüzü dikmemiz gereken meselelerin başında, Türkiye ile SDG arasında yapıldığı iddia edilen ateşkes anlaşması geliyor. Bu anlaşma, ilk başta “yokmuş” gibi davranılsa da, sızdırılan bilgiler ve sahadaki gelişmeler onu belirleyici bir köşe taşı olarak öne çıkarıyor.
Bir süredir farklı kaynaklar tarafından gündeme getirilen bu ateşkes, SDG’ye yakın çevrelerce de örtük biçimde doğrulandı. Anlaşmanın ardında İmralı sürecinin belirleyici etkileri kadar, ABD ve Fransa’nın aktif arabuluculuğu da yer alıyor. Kapsamlı bir ateşkesten söz ediyoruz: Öyle ki şu an sahada Tişrin ve Karakozak başta olmak üzere Rojava’nın bütün stratejik noktalarında karşılıklı ateş pozisyonları askıya alındı.
Türkiye, bu süreçte SDG ile doğrudan temas kurmuş görüntüsü vermek istemiyor. Kaynaklar, ABD’nin resmi bir açıklama yapacağını duyurmuş olsalar da bunun gerçekleşmemiş olması Ankara’nın isteksizliğine yorulabilir. Ancak Türkiye, “Saldırılarımızı azaltacağız ama bunu büyütmeyin” mesajını muhataplarına iletti. Ateşkes şimdilik garantör ülkelerin varlığıyla cisimleşiyor.
Tişrin Barajı’ndaki son gelişmeler de bu kapsamda değerlendirilmeli. Bilindiği gibi geçtiğimiz günlerde SDG ve YPJ komutanlığı ilk defa barajı ziyaret ederek bir zafer görüntüsü verdi. Üç ayı aşkın bir süredir gösterilen kararlı savunma ve uluslararası koalisyonun geri çekilme önerisini reddediş bugün yeni bir kapı araladı. Şimdilik barajın, Özerk Yönetim’in de içerisinde olduğu uluslararası sivil bir güçle idare edilmesi, baraj güvenliğinde Özerk Yönetim’in yer alması ve karşılıklı ateşkeste mutabık kalındı. Ancak beklenen açıklama, Colani hükümetinin “bilinmeyen bir sebeple” açıklama yerine gelmekten vazgeçmesiyle gerçekleşmedi. Karar fiili olarak uygulanıyor.
Bu durum Türkiye’nin Rojava politikasından vazgeçtiği anlamına gelmiyor. AKP iktidarı, sahadaki doğrudan müdahaleyi şimdilik rölantiye alarak, diplomasi ve iç siyaset üzerinden Suriye oyun planını güncelliyor. Bu bağlamda Hakan Fidan, Yaşar Güler ve İbrahim Kalın’ın Şam’a yaptığı ziyaretlerin ardından, adına “yaz diplomasisi” denen ve Rojava’yı tecrit etmeyi amaçlayan bir siyasal hareketlilik başlatılacağı duyuruldu.
Tam da bu süreçte, İsrail’in Humus ve Hama’da Türkiye’nin yerleşmek istediği hava üslerine yönelik saldırısı, başka ve daha büyük oyun kurucuların da sahada hazır olduğunu Türkiye’ye hatırlattı. Üstelik bu saldırı, İsrail Ordu Radyosu ve bakanlarınca bizzat Erdoğan’ın ismi verilerek kamuoyuna sunulmuştu.
Henüz sahada net bir kazanım elde edemeyen Türkiye için süreç yeni başlıyor. Rojava’daki dengeler değişmekle kalmıyor, bölgede çok daha büyük bir oyunun taşları yeniden diziliyor.
Yol kazası mı, kırılma anı mı: Türkiye ve İsrail
Türkiye’nin Suriye’de hâlâ arzuladığı pozisyona tam olarak ulaşamadığını vurgulamıştık. Ancak burada bir noktayı açıkça not etmek gerekiyor: Türkiye’nin sahada dilediği sonuca ulaşamaması, daha büyük oyuncuların sahada belirleyici etkisiyle ilintilidir.
Türkiye özellikle Amerikan iç siyasetinde yeniden güç kazanan Trump’a odaklanmış durumda. Ancak şu ana kadar, Trump’ın tüm övgülerine rağmen, ABD yönetimi Türkiye’ye istediği icazeti tam olarak vermiş değil.
Bunun temel nedeni açık: ABD’nin Ortadoğu politikası, her şeyden önce İsrail’in güvenliği ekseninde şekilleniyor. Ne Türkiye’nin kaygıları ne SDG’nin önerileri ne de HTŞ’nin çabaları bu temel önceliği ikame edebilir.
Türkiye ve İsrail’in sahadaki pozisyonlarının giderek ayrıştığı açık. Ancak ne Türkiye ne de İsrail, ABD’nin açık rızası olmadan sahada uzun süreli ve doğrudan bir çatışma denkleminin içerisine giremez. Tarihsel bağlar, ekonomik çıkarlar ve güvenlik önceliklerinin yanı sıra İran’a yönelik kuşatma stratejisi giderek daha kapsamlı bir biçim alırken, ABD arka cephesinde Türkiye ve İsrail’in çatışmasına izin vermeyecektir. Türkiye’nin İsrail’le açık bir kırılma yaşaması, İran karşıtı blokta yapısal bir kırılma anlamına gelir ki bu ABD’nin en son isteyeceği senaryodur.
HTŞ’nin tercihi: Kanlı mı olacak kansız mı?
Suriye’de belirsizliğini koruyan en önemli gündemlerden biri, istikrarlı bir Şam hükümetinin hâlâ inşa edilememiş oluşudur. Ne ABD ne de İsrail, cihatçı geçmişi ve ideolojik çizgisiyle HTŞ’nin kendisini revize etmeden Suriye’de kurumsallaşmasına izin vermeyecektir.
Bu noktada çift yönlü bir strateji söz konusu: ABD, İsrail ve hatta AB ülkeleri, HTŞ’yi hizaya getirmek için hem askerî-siyasi hem de ekonomik baskı kartlarını masada tutarken, HTŞ kadar işlevsel başka bir aktörün sahada bulunmadığının da farkındalar. Bu nedenle süreç, bir anlamda Colani’nin burnunu sürtme süreci olarak ilerliyor. Bu süreçte Colani’nin zaman zaman burnu kanayacak ama başka bir olasılık belirene kadar sahanın dışına atılmayacaktır.
Şimdilik görünen şudur ki, uluslararası aktörler, HTŞ’nin cihatçılığı “makul ölçüleri aşmadığı sürece” bu yapıya doğrudan müdahalede bulunmayacaktır. Hâlihazırda Alevi katliamları ya da şeriatçı uygulamalara ilişkin HTŞ’yi ciddi anlamda zorlayacak bir uluslararası itiraz yükselmiş değil. Bu da, geçmişte politik varlığını sürdürmek adına kendini revize etmeyi başarmış HTŞ için, makul bir oyun alanı anlamına geliyor.
Öte yandan, HTŞ mevcut durumdan tam anlamıyla memnun değildir. SDG ile geçici bir ateşkes görüntüsü verilse de, Türkiye ile birlikte farklı senaryoların hazırlıkları yapılmaktadır. Daha da önemlisi, başta SDG olmak üzere Kürt hareketi bu potansiyel tehlikenin tamamen farkındadır. İmralı da bu riske işaret etmiştir.
Kürt hareketinin odak noktası: Rojava’yı garanti altına almak
Rojava’da sahada yaşanan fiilî ateşkesin ve kurulan diplomatik masaların, İmralı’daki masa ile doğrudan ilişkili olduğunu daha önce belirtmiştik. Bayram görüşmesi sonrasında Abdullah Öcalan’dan kamuoyuna yansıyan “Rojava’yı garanti altına alın” mesajı, bu bağlantının açık bir göstergesidir. Ancak kamuoyuna açıklanmayan, Rojava’nın geleceğine dair çok daha kritik mesajların da ilgili yerlere iletildiğini tahmin etmek zor değildir. Nitekim bir önceki görüşmede SDG’nin güçlendirilmesine yönelik mesajlar da kamuoyuna sızdırılmıştı.
Bu da gösteriyor ki; İmralı’dan gelen perspektife göre mevcut durum kalıcı değil, geçici bir dengedir.
Rojava, kendisi için şöyle bir yol izlemektedir:
Eğer Şam hükümeti, Suriye’de uzun vadeli bir meşruiyet kazanırsa, Rojava bu durumu değerlendirerek statüsel haklarını anayasal düzeyde güvence altına almak ve diplomatik meşruiyet kazanmak için girişimlerde bulunacaktır. Ancak HTŞ ile yaşanabilecek erken bir çatışma durumu, Rojava açısından kendi politik varlığını daha geniş alanlara sıçratabilecek bir fırsata dönüştürülebilir.
Durumu en yalın biçimde anlatan örnek şudur: Bugün Kürtler HTŞ ile anlaşma sonrasında, Halep’te asayiş güçleriyle güvenlik görevini sürdürebiliyor; Şam’da Öcalan posterleriyle Newroz kutlayabiliyor. Ancak HTŞ, Rojava’ya bırakın resmî bir temsilci göndermeyi, tek bir kişiyi dahi sahaya sokamıyor. Bu örnek, Rojava’nın sahadaki güç dengesine dair hesabını açıkça ortaya koymaktadır.
Ortadoğu gibi her an her şeyin değişebildiği bir coğrafyada, kendini yoktan var eden Kürtler neden cihatçı bir HTŞ’ye bel bağlasın? Ya da neden Selefî geçmişiyle hesaplaşmamış bir yapının demokratikleşeceğine inansın? Bu, Kürt hareketinin tarihsel hafızasına da siyasi gerçekliğine de aykırıdır.
Yine bu sürecin uzun erimli olmadığının bir diğer göstergesi de, Kürt hareketinin “Rojava’da ne istiyorsunuz?” sorusuna verdiği – daha doğrusu veremediği – yanıtta gizlidir. Uzunca bir süredir bu sorunun yanıtı, federalizm ile yerel demokrasi arasında salınıp duruyor. Üstelik yetkili kişilerin ağzından. Son olarak İlham Ehmed, Süleymaniye Konferansı’nda bu soruyu “Şu anda kesin bir cevap veremem” diyerek yanıtladı.
Bunun anlamı şudur: Rojava Devrimi, şu an için hem Türk devletini dengelemek hem de süreç konjonktürünü bozmamak adına kimi söylem ve taleplerini asgari ölçülere indirmiştir. Ancak buna da net bir çerçeve getirilmiş değildir. Olası bir konjonktürde, bugün masaya koyduğu asgari taleplerden çok daha fazlasını resmileştirebilecek bir hazırlığa sahiptir.
Sonuç itibariyle, dünya büyük bir çalkantıya doğru sürüklenirken, küçük kıyametler bölgeyi parça parça sarsmaya devam ediyor. Bugün masa başında sıkılan eller, verilen demeçler ve kameralara gülümseyen yüzler kimseyi aldatmasın. Kadrajın dışında kalan aktörler, ellerindeki silahları henüz bırakmış değil. Herkes, karşı tarafın “ters” bir hamlesini bekliyor…