Toplumsal cinsiyet ilişkileri üretim ilişkileridir
Toplumsal ilişkileri ve bunların düzenlenmesini gözden kaçırmayan bir toplumsal cinsiyet ilişkileri teorisi geliştirmek isteniyorsa, üretim ilişkileri kavramının eleştirel bir şekilde yeniden formüle edilmesi gerekir. Bu, her şeyden önce bunları ekonomi ve siyaset olarak, yani bir bütün olarak toplumda malların nasıl üretildiğini ve bu üretim tarzının siyasi olarak nasıl düzenlendiğini kavramaya alışık olduğumuz ölçüde, kulağa küstahça gelebilir. Bu tespit, toplumsal cinsiyet uygulamaları sorununu dışlar mı? Bu şekilde sorulduğunda, toplumu sadece tek bir cinsiyete yönelik bir organizasyon olarak görme eğiliminde olunmadığı sürece, durumun böyle olamayacağı konusunda bir fikir birliği oluşacaktır. Öte yandan üretim ilişkilerini gıda maddeleri üretiminin organizasyonu olarak düşünmeye alışkınız; kapitalist üretim ilişkilerini, söz gelimi, pazar için kârlı üretimin organizasyonu olarak anlıyoruz. Bu tür üretim ilişkilerini analiz etmek için kullanılan temel kavramlar; örneğin, emeğin ikili karakteri, yabancılaşmış ya da ücretli emek, değer ve üretici güçlerdir. Bu konfigürasyondan, tüm bu belirlenimlerin yalnızca toplumsal cinsiyetten bağımsız olmadığı, aynı zamanda cinsiyetleri cinsiyet olarak nitelendiren pratiklerin, başlangıçta üretim ilişkileriyle herhangi bir ilişki içinde düşünülmemesi gereken, olsa olsa onlardan yalnızca çevresel olarak etkilenen veya buna maruz kalan bir şey olduğu anlaşılmaktadır.
Üretim ilişkilerini feminizme taşımak
Marksizm ve onun belirlediği düşünme biçimleri içinde bunun için hiç değilse bir türetme bağlamı kurmayı; örneğin “Üretim ilişkilerinin, cinsiyetler arasındaki ilişkiler üzerinde etkileri var mıdır?” sorusunu sormayı öneren temel ve üstyapı gibi topografik kavramlar vardır. Bu soruyu hemen evet diye yanıtlayabiliriz: eve ekmek getiren erkeğin ücreti, ücretli emekçiyi zinde tutan ev kadını figürü ve, son olarak da, üretilen malların bir kısmını satın alıp tüketim için kullanan tüketici olarak kadın vardır. Sadece bu ifadeler bile bizi üretim ilişkileri bağlamında toplumsal cinsiyet ilişkilerinin önemsizliği konusunda şüpheye düşürse de, toplumsal cinsiyet ilişkilerini üretim ilişkilerine dâhil etme girişimi, aynı zamanda daha fazlasını gerektirmektedir. Toplumdaki tüm pratiklerin toplumsal cinsiyet ilişkileri tarafından belirlendiğini, toplumsal cinsiyet alt metnine sahip olduğunu, mükemmel biçimde bu şekilde de kodlandığını ve toplumu anlamak için bunu esaslı olarak incelemek zorunda olduğumuzu varsayar. Bunun nedeni toplumsal üretimin ikiliğidir; yani bir yandan yaşamın, diğer yandan gıda maddelerinin üretilmesidir. Yaşamın üretiminin yeni yaşama, yani yeniden üretime ve aynı zamanda kendi yaşamımıza ve onun korunmasına gönderme yaptığını zaten biliyoruz – bu her iki üretimi de genellikle yeniden üretim olarak adlandırıyoruz, ancak bu yanıltıcıdır, çünkü elbette gıda maddelerinin üretimi de –yani tüm toplumsal düzen– yeniden üretime ihtiyaç duyar – üretilenin satılmasını şart koşan sermayenin yeniden tedarikine, alanın onarım ve düzenlenmesine. Bu nedenle ayrım, üretim ve üreme arasında değil, yaşam ve gıda maddeleri arasında olabilir ve buna göre belki de üreme yerine yaşamı sürdüren ve yaşamı geliştiren faaliyetlerden söz etmek gerekir. Yaşam ve gıda alanının birbiriyle ilişkili olarak nasıl düzenlendiği, cinsiyetlerin bu alanlar içinde nasıl hareket ettiği, bu alanlardaki tahakkümün nereden geldiği ve nasıl sürdürüldüğü temel soru olarak hâlâ ortada durmaktadır. Üretici güçlerin gelişmesinin yanı sıra neyin ilerleme sayılacağı sorusu ile kendisini yaşamın üretimine bir önkoşul ve sonuç olarak tabi kılan ve daha önemli görünen tüm servet birikiminin de gıda sektörüyle ilgili olduğu düşüncesinden hareket edebiliriz.
Artık toplumu bu kadar ekonomist ve yukarıdan aşağıya bir şekilde anlamayı düşünmememizi büyük ölçüde Antonio Gramsci ve Louis Althusser’in yanı sıra Nicos Poulantzas’a borçluyuz; tahakküm sadece yukarıdakilerin tek taraflı bir eylemi değildir ve tahakküm altında olmak sadece pasiflik olarak da görülemez. Örneğin Gramsci’de, Fordizm üzerine notlarında, üretim ilişkileri olarak toplumsal cinsiyet ilişkilerinin örnek bir analizini buluruz. Onun hareket noktası, üretim tarzındaki değişim (montaj hattında seri üretim), bununla bağlantılı olarak yaratılan “yeni bir insan tipi” işçi ve bunu düzenleyen siyasi güç ilişkileridir. Gramsci ekonomiyi basitçe temel, devleti de üstyapı olarak düşünmez –toplumsal cinsiyet ilişkileri gibi belirleyici hareketleri ve güçleri gözden kaçıran mekanik bir düşünce tarzıdır bu– daha ziyade üstyapıyı hareketin, değişimin, stratejilerin ve taktiklerin kavranmasına olanak tanıyan, birbiriyle rekabet eden süper yapıların bir yan yanalığı olarak izah eder. O, bunun aksine iki düzey önerir: sivil toplum ve politik toplum. Bu ayrım metodolojik bir ayrımdır, düşüncede bir ayrımdır ve böylece farklı boyutların dikkate alınmasına izin verir; gerçekte ise “somut tarihsel yaşamda siyasal ve sivil toplum bir ve aynıdır” (Hapishane Defterleri. 3, 498). Gramsci’nin önerisi; baskı ve uzlaşı, otorite ve hegemonya arasında kesin bir ayrım yapmayı içerir (HD. 7, sf. 1553 ve devamı). Amaç, sivil toplum düzeyinde – yani toplumdaki insanların katıldığı düzeyde – hegemonyanın oluşumu için önemli toplumsal birleşmelerin, söylemlerin ve medyanın nasıl işlediğini ortaya çıkarmaktır. Rızanın nasıl örgütlendiğini ya da bireylerin nasıl ve hangi güdü ve çıkarlar uğruna rıza gösterdiğini de söyleyebiliriz. Gramsci hegemonya kavramına ek olarak tarihsel blok kavramını da kullanır. Onun bundan anladığı iktidardaki güçlerin birleşmesidir. Örneğin seri üretim tarzı (sürekli iş bandı) ile ahlak için devlet kampanyasının –püritanizm/yaşam tarzı– ihtiyaç duyulan yeni insan tipinin oluşumundaki etkileşimi. Bu bağlamda, toplumsal cinsiyet ilişkileri erkeklerin, sürekli iş bandında erkek emek öznesinin sürdürülmesi için yeniden gerekli olan daha fazla tüketime, bir aile kurmaya ve boş zamana olanak tanıyan daha yüksek ücret karşılığında mekanik güç harcayarak gelir getiren çalışmaya özel olarak boyun eğmesi olarak görünür hale gelir. Onun harcaması, özgün bir ahlak ve yaşam tarzını, zaman kaybetmeyen sefih seks olarak tek eşliliği, alkol tüketiminden de uzak durmayı; ailenin disiplinini, yaşam tarzını, sağlığını, beslenmesini, yani tüketimin nasıl olduğunu gözeten ev hanımlarının göreve getirilmesini gerektirir. Cinsiyetlerin kullanımının, inşasının, öznel eyleminin, ahlaki kampanyalar ve sağlık politikası yoluyla düzenlenmesinin hepsinin değişen bir üretim tarzı temelinde olduğu görülüyor. Üretim tarzı farklılaştığında, örneğin üretici güçleri son derece teknolojik olan, bedensel ve tinsel emek arasındaki ilişkiyi altüst eden, farklı tiplerde daha az işçiye ihtiyaç duyan ve buna göre hegemonik olarak farklı bir şekilde uygulanan, farklı devlet müdahalesi gerektiren, sivil toplum düzeyinde farklı bir etki yaratan bir üretim tarzında, cinsiyetler arasındaki ilişkinin de değişmesi gerektiği açıktır. Emeğin yeni özneleri sorunu toplumsal cinsiyet ilişkilerinin yeniden tanımlanmasını da içermelidir; çünkü tam da her zaman bir dereceye kadar toplumsal ilişkilerin bir ‘marjinal merkezi’ gibi bir şey olan yaşam, yaşam tarzı, yaşamın korunma ve gelişmesi söz konusudur.
İkili ilişki olarak yaşamın üretimi
Bir kez daha: klasiklere geri dönüyoruz. Üretim ilişkilerinin ayrıntılı teorisini geride bırakan Marx’a. Ve Marx’ın teorisi ile işçi hareketinin bağlantısı olarak anlaşılması gereken Marksizm’de, hareket içindeki konumu ve kavramın onun sayesinde aktarılması nedeniyle, özel bir önemi olan Engels’e. Marksizm ve feminizmi canlı bir kurtuluş teorisi lehine birbirleri için verimli hale getirmeye çalışırken her ikisiyle de farklı şekillerde ilgilenmek zorundayız. İlk ekonomik yazılarında Marx, toplumsal cinsiyet ilişkileri teorisi için uygun bir formülasyon olan “toplumsal ilişkiler içinde her iki cinsiyetten” (1844a, 479) bahseder; Engels de cinsiyetler arasındaki ilişki hakkında yorum yapar; ancak esas olarak kadın ve erkek arasındaki ilişkiyi kasteder. Marx ve Engels’in, tahakkümden arınmış bir kadın-erkek ilişkisinin kurtuluş projesi perspektifiyle ana hatlarının çizildiği erken dönem yazılarında bu konu ilgilerini çekmiştir. Fourier’nin “kadın özgürleşme derecesi […] genel özgürleşmenin doğal ölçüsüdür” (a.g.e., sf. 208) şeklindeki ünlü ifadesi alıntılanırken, insan gelişimini toplumsal cinsiyet ilişkilerinin gelişiminden okumaya çalışan şu sözlerle tanıtılır: “çünkü burada, insan doğasının vahşete karşı kazandığı zaferi kendini en açık biçimde burada, kadının erkek ile, güçsüzün güçlü ile ilişkisinde gösterir” (a.g.e.); Marx daha önce “erkeğin kadınla ilişkisini” en doğal ilişki olarak tanımlamıştır; bu ilişkide “insanın ihtiyacının ne ölçüde insani bir ihtiyaç haline geldiği, diğer kişinin bir insan olarak onun için ne ölçüde bir ihtiyaç haline geldiği, en bireysel varoluşunda aynı zamanda ne ölçüde bir topluluk olduğu” gösterilir (1844b, 535).
“Alman İdeolojisi”nde Marx ve Engels toplumsal cinsiyet sorununu bireysel ilişkilerin ötesine taşıyan ve daha ileri araştırmaların merkezine yerleştiren bir senaryo çizerler. “Tarihin başlangıcından beri eşzamanlı olarak var olan ‘anlar’ […]” arasında şu gerçek de vardır:
“Kendi yaşamlarını her gün yeniden kuran insanlar, başka insanlar yaratmaya, kendilerini yeniden üretmeye başlarlar […] Başlangıçta tek toplumsal ilişki olan bu aile, daha sonra, artan ihtiyaçların yeni toplumsal ilişkiler yarattığı ve artan insan sayısının yeni ihtiyaçlar yarattığı ikincil bir ilişki haline gelir” (1846, 29 ve devamı).
Ve başından beri geçerlidir:
“Yaşamın üretimi, hem bizim emeğimiz hem de başkalarının üremesi, şimdi hemen ikili bir ilişki olarak ortaya çıkar –bir yandan doğal bir ilişki, diğer yandan toplumsal bir ilişki– birçok bireyin etkileşimi olarak anlaşılması anlamında toplumsal […]. Buradan, belirli bir üretim tarzının ya da endüstriyel aşamanın her zaman bir işbirliği tarzıyla ya da toplumsal aşamayla birleştiği sonucu çıkar, […] dolayısıyla ‘insanlık tarihi’nin her zaman endüstri ve mübadele tarihiyle bağlantılı olarak incelenmesi ve işlenmesi gerekir.” (a.g.e., aynı yerde)
Kırk yılı aşkın bir süre önce bu cümleyi ilk kez okuduğumda bana önemsiz görünmüştü ve içinde genellikle nefret edilen “gerekir” ifadesinin yer aldığı sıradan bir talimat gibi gelmişti; tıpkı neoliberal reform, özgürlük ve bağımsız karar verme lehine bu tür emir sözcüklerini silmeden önce, her ikisini de kabul etmeksizin, protestoyu henüz belirmeden boğmadan önce okuldan üniversiteye kadar ders kitaplarında moda olduğu gibi. Oysa bu cümleleri şimdi yeniden okuduğumda köstebek karanlığında şimşek gibi, gün gibi ışıldadılar. Çözüm tam olarak buydu: “yaşamın üretimi”nden hareket etmeli ve hemen iki üretimin farkına varmalıydık: yaşamın araçları ve yaşamın kendisi; ikincisi başlangıçta doğal olarak düşünülür, fakat derhal insanı toplumsal bir varlık olarak düşünen toplumsal bir ilişkidir de; yaşam araçlarının üretimi aynı zamanda toplumsal etkileşimi de içerir; ancak bu, bir dereceye kadar yaşamın amacına yönelik araçları sağlayan bir etkileşimdir.
İhtiyatlı bir ifadede tüm tarihin, gıda üretiminin –bundan böyle kısaca emek olarak adlandırılacaktır– başından itibaren diyalektik gelişme baskısı altında olduğu, yani emekten tasarruf edilmesi gereken bir tarih olarak yeniden yazılması gerekmektedir – başlarda yeterli gıda maddesi kazanmak için, daha sonra servet biriktirmek için ve kapitalizm tarihinin son 200 yılında her şeyden önce kâr elde etmek için. Bundan dolayı bu sektördeki faaliyet tahakkümle doludur, icatlarla beslenir ve boyunduruk altına almayla hızlanır. Zaman ekonomisi esas iş haline gelmektedir –daha rasyonel, daha hızlı, otomatik; sosyolojide denildiği gibi ta ki toplumun “işi bitene” kadar. Ancak asıl önemli olan, idame etmesi için örgütlenen yaşamın kendisi, giderek daha fazla marjinalleşerek, kadınların yine de yaşamı sağlamak zorunda kaldığı bir amaçtan bir araca dönüşür. […] Şimdi yeni ve aydınlatıcı olan şey, Marx’ın alıntılanan bu pasajda, doğal-toplumsal bir tarih olarak ‘insanlık tarihi’nin her zaman sanayi ve mübadele tarihi ile bağlantılı olarak incelenmesi ve işlenmesi gerektiğini söylemesidir. Benim burada toplumsal cinsiyet ilişkileri sorunu için bir araştırma rehberi görmemiş olmam, bilginin anlaşılması ve yayılması sorununa dair daha fazla ders vermektedir. “Alman İdeolojisi”ni ilk ve ikinci okumalarım sırasında, ‘Sanayi ve Mübadele Tarihi’ni incelemeye niyetim yoktu ve hele de ekonomi politiğin eleştirisini, yani Marx’ın ‘Kapital’inin eleştirisini benimsemeye yönelik ilk adımlarımda, iş bölümüne dayalı antropoloji disiplinine havale ettiğim insanlık tarihinin sorunlarıyla dikkatimin dağılmasına kesinlikle izin vermeyecektim. Böylece en azından ilk aşamalarda, “Kapital” çalışmam ve bununla ilgili öğreti büyük ölçüde cansız kaldı ve her şeyden önce, kadınların ezilmesine ilişkin sorularım Ekonomi Politiğin Eleştirisi’nden etkilenmedi. Buradan hareketin tarihi ile bilginin tarihinin kendine özgü diyalektik bir gerilim ilişkisi içinde bulundukları sonucu çıkar. Bilginin yıldırım gibi düşmesini sağlayacak bir çarpma yapısı bulmak için huzursuzluk ve hareket gerekir. Bunun için konjonktürel şansa ihtiyaç vardır.
Endüstrinin tarihi ve üremenin organizasyonu
Derhal bir araştırma ödevi olarak onun cümlesinin tersine çevrilmesini, yani sanayi ve mübadele tarihinin her zaman doğal-toplumsal ilişkinin, yeniden üretimin örgütlenmesinin tarihiyle birlikte incelenmesi gerektiğini talep etme yolunu izlemeliydim ve izleyebilirdim de. “Aile” olarak adlandırılan bu kurumun bir ‘tabilik ilişkisi’ haline geldiğinin belirtilmesi de, ayrıca, bu tabilik sürecinin de özel olarak incelenmesi gerektiğini düşündürmektedir. “Alman İdeolojisi”nde üzerinde durulması ve altı çizilmesi gereken, bu alandaki gelişmenin nasıl ilerlediğine dair bir dizi gösterge vardır: İlk olarak:
“Emeğin ve ürünlerinin eşitsiz, hem niceliksel hem de niteliksel dağılımı […], yani kadının ve çocukların erkeğin kölesi olduğu ailede zaten tohumu, ilk biçimi bulunan mülkiyeti içerir. Ailedeki kuşkusuz hala çok kaba, gizli kölelik, bu arada, modern iktisatçıların tanımına mükemmel bir şekilde uyan ilk mülkiyettir, bu mülkiyet, ayrıca modern iktisatçıların tanımlanmasına mükemmelen uymaktadır, bu tanımlamaya göre mülkiyet, başkasının iş gücünden serbestçe yararlanma yetkisidir.” (a.g.e., sf. 32)
Burada, zaman ekonomisi tarafından yönetilen cinsiyetler arasındaki etkileşimin bir başka anahtarı yatmaktadır, böylece feminist bir Marksizm’in gerekliliği için daha fazla temel yapı taşı sağlanıyor ve aynı zamanda tür içindeki gelişimin tarihsel eş zamanlılığı gösteriliyor. İş bölümü fazlalıklar temelinde gerçekleşir ve bunları üretir, tıpkı bağımsız gıda üretiminin “nüfus artışının” bir sonucu olması ve bunu teşvik etmesi gibi (a.g.e., sf. 21). İş bölümü, “zevk ve çalışmanın, üretim ve tüketimin farklı bireylere ait olması” olasılığıdır (a.g.e., sf. 31) ve böylece tahakküm ve gelişmenin çelişkili bir ön koşuludur. Tarihin ilerleyişini birbiriyle örtüşen iki tür tahakküm belirler: Gıda üretiminde iş gücü üzerindeki tahakküm ve erkeklerin kadınların emeği üzerindeki, çocuk doğurma yeteneği ve “aile” içindeki kadınların cinsel bedeni üzerindeki tahakküm. Bu iç içelik, insanoğlunun gelişiminin cinsiyetler arasındaki ilişkiler sayesinde temellerinin yıkımıyla aynı zamanda ileriye doğru gittiği anlamına gelir; bu ilişkilerde tahakküm nedeniyle toplumsal olarak yeniden biçimlenmiş olan, doğa olarak öne sürülür ve tam da bu sayede duyusal-bedensel töz reddedilir. Engels’in aileyi işsiz olarak tasavvur ederek, yani, basitçe aile işlevlerinin toplumsallaştırılması yoluyla özgürleşmeyi sosyalist işçi hareketinin bakış açısına yerleştirerek, feminist araştırma perspektifine getirdiği tüm sorunsallığa rağmen, yine de o, bir cinsiyet ilişkileri teorisine dair ele alınması gereken bazı içgörüler sunmaktadır. İngiltere’de sanayinin gelişimine ilişkin çok sayıda istatistiği analiz ettikten sonra, İngiliz fabrikalarındaki (1839) işçilerin üçte ikisinin kadın olduğu sonucuna varır. Bunu, ailenin çözülmesine ve çocukların ihmal edilmesine yol açan “erkek işçilerin yerinden edilmesi” ve “sosyal düzenin tersine çevrilmesi” olarak adlandırır. Başlangıçta, iş gücünü gerçekten erkek olarak düşünmesine yol açan cinsiyete dayalı iş bölümü üzerine daha fazla düşünmez (Engels, 1845, sf. 367 ve devamı, sf. 465). Kısa bir süre sonra, toplumsal ve ev içi emek arasındaki iş bölümünün, yalnızca tarihsel olarak özel olmadığını değil, fakat aynı zamanda ev içi emeğin ilgili aktörünün ev dışı emek aktörü tarafından yönetildiğini ve dolayısıyla bu ayrımın egemen cinsiyet ilişkilerinin temeli olduğunu da keşfeder. Ancak fabrika işçilerinin durumuyla ilgili öfkesini esas olarak ahlak (ahlakın yozlaşması) açısından ifade eder. Bu durum, bağlamı, kapitalistçe sömürülen, özgül toplumsal cinsiyet ilişkilerinin bir sonucu olarak görmeyi zorlaştırmaktadır. Sonunda fark eder; “cinsiyetler başından beri yanlış bir şekilde karşılaştırılmıştır. Eğer kadının erkek üzerindeki egemenliği, fabrika sisteminin [İşverenlerin daha ucuz kadın ve çocuk çalıştırdığı için erkeklerin işsiz kaldıkları, FH] zorunlu olarak yarattığı gibi, insanlık dışı ise, erkeğin kadın üzerindeki ilksel egemenliği de insanlık dışı olmalıdır” (a.g.e., sf. 371). Sorunun yerini, eşit olmayan katkılara sahip emtia toplumunda bulur. Cinsiyetler arasındaki ilişkileri yok edenin özel mülkiyet olduğu sonucuna varır, bu nedenle mülkiyetsiz proleter aileyi tahakkümden arınmış olarak düşünür.
“Cinsel aşk kadınlarla ilişkide gerçek kural haline gelir ve ancak ezilen sınıflar arasında, yani bugün proletarya arasında böyle olabilir […] Burada tek eşliliğin ve erkek egemenliğinin korunması ve miras bırakılması için yaratılmış olan tüm mülkiyet kaybolur” (Engels 1884, 73).
Bu düşünce emek hareketinde etik olarak benimsenmiştir, ancak gerçek bir Burada ve Şimdi hakkında bir ifade olarak pratikte yanlıştır ve teorik olarak ev ile fabrika arasındaki iş bölümünün işlevini ve dolayısıyla kapitalist toplumun yeniden üretiminde toplumsal cinsiyet ilişkilerinin rolünü gözden kaçırmaktadır.
Özel mesele olarak emekçilerin yeniden üretimi
“Kapital”de Marx, işçi sınıfının korunması ve yeniden üretiminin sermayenin yeniden üretimi için bir koşul olmaya devam ettiğini, bunun yerine getirilmesinin kapitalistin “güvenle işçilerin kendini koruma ve yeniden üretim içgüdüsüne bırakabileceğini” belirtir (Marx 1867, sf. 597 ve devamı). Kapitalist üretim tarzı için gerekli temel olan artan işçi kesimi böylece aynı zamanda özel bir mesele olarak odak noktasından ve bilinçten çıkarılmakta ve yalnızca doğanın bir armağanı olarak yeniden ortaya çıkmaktadır. Egemen düzen, erkeklerin aile içinde kadınlara hükmetmesi, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin örgütlenmesini daha az görünür kılmaktadır. Bunun bir sonucu, kadın emeğine erkeklerinkinden daha az değer verilmesidir ki bu da onu kapitalist sömürü için özellikle uygun hale getiren bir durumdur. Kadın emeğinin, çocuk emeği gibi, erkek emeğinden daha ucuz olması, ekonomik bir koşul olduğu kadar tarihsel bir sonuçtur.
Marx, sağlık kurumlarının ve fabrika müfettişlerinin, işçilerin önce erkek olarak göründüğü, daha sonra kadın ve çocuklar olunca bunların ayrıca ve özel bir durum olarak verildiği raporlarını değerlendiriyor. Dolayısıyla söz gelimi işe alınacak çırakların fabrika koşulları nedeniyle artık gerekli boya sahip olmadıkları not edildiğinde, söyleme doğal bir erkeklik giriyor; ama aynı zamanda sermayenin erkek işçilerin yerine kadın ve çocukları ikame ettiği de aşikâr. Değişmeyen toplumsal cinsiyet ilişkileri altında, bu uygulama işçi sınıfının doğal temellerinin yok edilmesiyle sonuçlanır. Proletaryanın erkekliği varsayımı metinlere daha çok el altından karıştığı için, ücretli emeğin biçiminin aslında erkek ücretli işçiyi ya da toplumsal cinsiyet ilişkilerini belirlediği, gıda üretimi işinin mal biçiminde gerçekleştiği ölçüde özel yarara ilişkin toplumsal bir mesele olduğu, ancak işçilerin yeniden üretiminin (Marx 1867, 186) tek tek ailelere özel olarak devredildiği, yani toplumsal bir mesele gibi görünmediği pek açık değildir. Kapitalist sömürü ile bazı geleneksel toplumsal cinsiyet ilişkilerindeki iş bölümünün iç içe geçmesi, kapitalist üretimin diğer şeylerin yanı sıra kadınların ezilmesine ve sömürülmesine dayandığını göstermektedir. Kapitalizm üzerine yoğunlaşmanın ortasında, bir farkına varma parıltısı belirir: “Fakat onun yenilenmesinin yeniden üretimi gerektirdiği gerçeği ortadadır ve bu bakımdan kapitalist üretim tarzı, kendi gelişme aşamasının dışında kalan üretim tarzları tarafından koşullandırılır” (Marx 1885, sf. 114). Rosa Luxemburg, Emperyalizm adlı kitabında bu konuyu daha ayrıntılı olarak ele alır. Marx ve Engels üzerinden yapılan eleştirel geçiş, şu tezi doğrulamak içindir: Toplumsal cinsiyet ilişkileri üretim ilişkileri olarak anlaşılmalıdır. Her şeyden önce bu, toplumsal cinsiyet ilişkilerini kadın ve erkek arasındaki ilişkiler veya oranlar açısından düşünme yönünde sürekli tekrarlanan eğilimin reddedilmesidir. Tersine, tarihteki farklı üretim tarzlarının her zaman toplumsal cinsiyet ilişkileri olarak incelenmesi söz konusudur, yani yaşam üretiminin genel üretim ilişkileri içinde nasıl düzenlendiği ve bunun gıda üretimiyle nasıl ilişkili olduğu sorunu. Bu, bizzat cinsiyetlerin oluşumunu, kadınlık ve erkekliğin, ilgili kadınlık ve erkeklik inşalarının yanı sıra iş bölümü ve tahakküm sorunlarını da içerir ve bunun içinde ideolojik meşrulaştırmaları, cinsellik etrafındaki politikaları ve pazarın doğallaştırılması da vardır. Bu, aynı zamanda Marksizm’in üretim ilişkileri kavramının alışılagelmiş kullanımına ve kapsamına yönelik bir eleştiriyi de ifade etmektedir.
Köstebeğin yolu: Geçişler
Toplumsal cinsiyet ilişkilerini üretim ilişkileri olarak anlamaya yönelik yeni görev için […] bu, örneğin, özgül neoliberal konfigürasyonda toplumsal cinsiyet ilişkilerindeki kopuklukları ve eşzamanlı olmama durumunu, Fordist insan tipi ile aynı zamanda ‘yeni girişimci’, öz-sorumluluk üzerine hegemonik söylemler ve sosyal demokratlar ile neoliberal-küresel ekonomi arasında tarihsel bir bloğu keşfedebileceğimiz anlamına gelir; medyada ve başka yerlerde temsil edilen ve aynı zamanda bazıları için fitness, gençlik, sağlık, cinsel politika gibi yeni bir yaşam tarzının propagandasını yapan ve diğerleri için muhafazakâr ahlak yoluyla desteklenen bu söylemler, öz sorumluluk söyleminde birbiriyle ilişkili bir şekilde bir arada tutulmaktadır. Bu hususta artan bireyselleşme sayesinde egemen cinsiyet ilişkilerinden –yani kadınların boyunduruk altına alınmasından– yeni yaşam tarzında kısmen vazgeçilebilmekte; ancak o, yeni koşullarda belirlenebilir bir geri kalmışlık olarak varlığını eş zamansız sürdürmektedir.
Nicos Poulantzas, politik olanın eleştirel olarak, yani aynı zamanda çelişkiler için savaş alanı olarak da anlaşılmasını önermek suretiyle, politik olanın üretim tarzına bağlı olduğu fikrine hâlâ içkin olan mekaniği gevşetmeye çalışmaktadır. Bizim durumumuzda bunlar, bir yandan her biri kendi hayatını bireysel olarak ‘yöneten’ her iki cinsiyetten yeni insanların eş zamansızlıklarıyla karşılaşan devletin öz-sorumluluk söyleminde sunulan uyum olarak, diğer yandan da en azından kilise, partiler, devlet ve ilgili nüfusun hegemonik bloğunda desteklenen Fordist cinsiyet ilişkilerinin eski bakım idealleri olarak incelenmelidir. Bu, diğer şeylerin yanı sıra, siyasi alanda koşullar ne kadar esnek olursa o kadar esnek olmamız gerektiği anlamına gelir; o halde, örneğin Brecht’in önerdiği gibi, argümanları inanç öğretileri olarak dini biçimde kullanmamak, onları, sert ve kesin, ancak yapılandırmaya bağlı olarak eritme ve yeniden şekillendirme seçeneğiyle kartopları gibi kullanmak.
Üretim ilişkileri olarak toplumsal cinsiyet ilişkileri sorunumuz için, bu köstebek-düşünme egzersizlerinden sonra, toplumsal üretim ilişkileri kavramını gıda üretimindeki pratiklerle sınırlandırılmasından kurtarmayı ya da bunların kendilerini siyaset ve ideolojiyle bağlantılı, yasal olarak oluşturulmuş, ahlaki olarak biçimlendirilmiş ve tüm bu düzeylerdeki toplumsal cinsiyet ilişkilerinde yapılandırılmış bir şey olarak düşünmeyi öneriyorum. Dolayısıyla toplumsal cinsiyet ilişkilerinden üretim ilişkileri olarak birkaç şekilde bahsedebiliriz: Yaşamlarını üreten ve örgütleyen öznelerin tarihsel olarak birbirlerine göre özgül olarak konumlandırıldığı bir düzey olarak toplumsal cinsiyet ilişkileri; gıda üretiminde temel belirleyici faktör olarak toplumsal cinsiyet ilişkileri ve bunun yaşamın üretimi ve idame ettirilmesiyle ilişkisi; üretim biçimleri içindeki ve arasındaki çelişkiler için karşılaşma biçimi olarak toplumsal cinsiyet ilişkileri. Dolayısıyla toplumsal cinsiyet ilişkilerini üretim ilişkileri olarak tanımlamak, üretim ilişkilerinin ve üretim tarzının önceki versiyonunun bir eleştirisidir.
Toplumsal cinsiyet ilişkileri üzerine feminist çalışmaları uzun yıllar inceledikten sonra, “Marksizmin Tarihsel-Eleştirel Sözlüğü”nde toplumsal cinsiyet ilişkileri maddesi için bir araştırma taslağı olarak sonucu yazdım – bir gün bunun için ihtiyaç duyulan birçok kişi tarafından ele alınacağı umuduyla: Toplumsal cinsiyet ilişkileri “tüm toplumsal oluşumlardaki temel düzenleyici ilişkiler” olarak anlaşılabilir hale gelir:
“Onlar, [toplumsal cinsiyet ilişkileri] işbölümü, tahakküm, sömürü, ideoloji, siyaset, hukuk, din, ahlak, cinsellik, beden ve duyular, dil gibi sorunların içinden geçerler (ya da yine merkezi konumda yer alırlar); aslında temelde hiçbir alan, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin nasıl oluştuğu ve biçimlendiği araştırılmadan anlamlı bir şekilde incelenemez.” (Haug 2001, 493)
Bu makale Rosa Luxemburg Vakfı’nın web sitesinde Ocak 2018’de yayımlanmıştır. Bkz. https://zeitschrift-luxemburg.de/artikel/ein-marginales-zentrum/
Kaynakça
Gramsci, Antonio, 1995: Gefängnishefte, hgg. v. Klaus Bochmann und Wolfgang Fritz Haug u.a.,Berlin/Hamburg
Engels, Friedrich, 1845: Die Lage der arbeitenden Klasse in England, in: MEW 2, Berlin
1884: Der Ursprung der Familie, des Privateigentums und des Staats, MEW 21, Berlin
Marx, Karl, 1844a: Ökonomisch-philosophische Manuskripte, in: MEW 40, Berlin
1844b: Ökonomisch-philosophische Manuskripte, in: MEW EBI, Berlin
1867: Das Kapital, Band I, in: MEW 23, Berlin
1885: Das Kapital, Band II, in: MEW 24, Berlin
Marx, Karl/Engels, Friedrich, 1844: Die heilige Familie, in: MEW 2, Berlin1846. Die deutsche Ideologie, in: MEW 3, Berlin