Bir süreç olarak hem dünya tarihi hem de toplumlar tarihi asla düz bir çizgi üzerinde ilerlememiş aksine kaoslar, krizler yoğun dalgalanmalar ve çatışmalar tarihi ilerleten unsurlar olmuşlardır. Bu tabii ki sırf kendiliğinden bir biçimde yaşanan gelişmeler değildir. Üretici güçlerin ve üretim sistemlerinin devindirici gücü tarihin hangi yöne evrileceğini belirleyen esas unsurlar olmuşlardır.
Kaos ve kriz kavramları ne kadar soğuk kavramlar olarak görünse de tarihin motorunu bu kavramlarla iç içe gelişen sınıf çatışmaları beslemiş, benzer özellikler gösteren insan toplulukları da buna göre pozisyon elde etmişlerdir. İnsanlık tarihi kah nesnelliğin taşıyıcılığıyla kah öznel müdahalelerle sınıflı toplumlar konağına ulaşmış, pek çok farklı niteliklere bürünerek, devinerek şimdiki kapitalist topluma ulaşmıştır. Ve bu “sınıflı toplumlar” içindeki egemenler kendileri için bir güç, şiddet ve baskı aygıtı olan devlet kurumunu oluşturmuşlardır. Bugün dünya üzerindeki bütün toplumlar farklı yollardan, biçimlerden geçse de sonuç hepsi için bu noktaya ulaşmıştır.
Şimdi gelelim bu aygıtın marifetlerine… Devlet için güç, şiddet ve baskı aygıtı demiştik. Evet, Sümer rahip devletindeki ilk biçiminden bugünkü kapitalist, modernist biçimine kadar aracılık ettiği iktidar, üretim ilişkilerine karşı duran her kesimi güç, şiddet ve baskıyla geriletmeye çalışmıştır “devlet”. Köleci modelinden, feodal modeline pek çok biçim değişikliğinden sonra kapitalizmle birlikte açığa çıkan ulus-devlet modelinin tek tipleştirici iktidar ilişkileri demokratik bir yapı inşa etmeye çalışan her girişime, kültür, dil ve renge, yani farklı olan her şeye şiddetini uygulamaktan asla imtina etmemiştir. Çünkü tekleştirici ulus devlet anlayışı onun var kalabilmesinin teminatıdır.
Türkiye’de durum farklı değildir. Osmanlı’dan aldığı mirasla kuruluşunu ilan eden T.C. devleti, Türk ulus-devleti olarak şekillenmiş, bu şekillenmede coğrafyanın ‘farklı’ olan bütün kimliklerine karşı şiddeti hemen devreye sokmuş, soykırımlar ve kitle katliamları tırmandırılmıştır. Şiddeti arttıkça devlet aygıtı güçlenmiş, devlet aygıtı güçlendikçe şiddetini artırmıştır. Paramazlarla başlayarak Ermeniler, Suphilerden başlayarak sosyalistler ‘kurucuların’ talimatıyla katledilmiş, ulus-devlet paradigmasını tehdit ettiği düşünülen önce “gayrimüslim”Ermeniler, Rumlar, Süryaniler, Ezidiler, Lazlar, sonra Türkler dışında kalan Kürtler, Araplar, ve tüm “gayritürk” halklar katliama uğratılmış, sürülmüş, sindirilmiş, yok edilmek, asimile edilmek istenmiştir.
Ve bugünlerde kendi hukukunu bile çiğneyerek devletin tırmandırdığı şiddet, insanlık onurunu ayaklar altına alan MİT ve özel savaş aygıtları aracılığıyla yapılan uygulamalar işte tam da bu anlayışın devamıdır.
Tüm dünyaya, hatta Türkiyeli ‘aydınlara’ bile ders vererek büyük bedeller ödeyerek yıllardır yürüttüğü demokrasi mücadelesi sonucu olarak “barışın önemini ve anlamını” insanların beyinlerine bir nebze de olsa sokmayı başaran Kürt halkının uzattığı barış eli ise sağlık uzmanlarına göre bile tıbbi bir vaka olan bir saray delisinin hırsı yüzünden bir kez daha kırılmaktadır.
Evet, artık eskisi gibi devlet algı operasyonlarını rahatlıkla sürdürememektedir. İlkokuldan başlayarak bütün kurumlarıyla kuşatma altında tuttuğu, şovenizm zehriyle zehirlediği toplumun üzerinde artık bu şovenist maya tutmamaktadır. Türkiye toplumu bu savaşı artık kendi savaşı olarak saymamakta, esasen bunun bir savaş değil Kürt halkı üzerinde uygulanan bir katliam konsepti olduğunu idrak edebilmektedir. Yaşamda sınanmış pratikleriyle Kürt halkıyla ve bütün toplumsal dinamiklerle eşit ve adil bir yaşamın mümkün olduğunu gören ve bunu güvence altına almak isteyen kesim azımsanacak oranda değildir.
İşte bu umudu yükseltmek, savaş ve katliam çığırtkanlarının sesini boğmak, uygulamalarını teşhir etmek ise insani bir sorumluluk olarak vicdan sahibi bütün toplumsal kesimlerin görevi olarak orta yerde durmaktadır…